SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« : 22 Temmuz 2008, 22:28:37 »
[color=brown][b]EFENDİMİZDEN ÖNCE DÜNYANIN AHVALİ

[font=Verdana]HİNDİSTAN[/font]
            Gariplikler, acâiplikler ve zıdlıklar ülkesi olan Hindistan'da, İslâmiyet'in zuhûru sırasında yüzlerce emirlik ve hükümdarlık bulunmaktaydı. Kubta, Çanika ve Kumara hânedânları bunların en meşhurlarıydı. Örf ve âdetlerdeki aşırılık, sınıflar arasında derin ayrılıklar, kan ve soy taassubu ülkenin idâresine hâkimdi.
            Hindistan, dînî ve ictimâî yönden târihinin en kötü dönemlerini yaşıyordu. Bilhassa Brahmanizm'in baskısıyla oluşan Kast sistemi, halkı âdeta mengene içinde ezmekteydi.
            Halk, dört sınıfa ayrılmıştı: Din adamları (Brahmanlar), asker ve asiller, tüccar ve çiftçiler ve bir de hizmetçiler. Bu dört sınıf arasında çok büyük farklar bulunmaktaydı. Bir sınıftan diğerine geçmek yâ da diğer sınıfa mensup bir âileden evlenmek yasaktı. En üst sınıf olan Brahmanlar, zulümle diğer üç sınıfı yok etse bile suçsuz sayılırlardı. Çünkü, bütün günahları af edilmiş olarak kabul edilirlerdi.
            Hindistan'da kadınların hiçbir önemi ve değeri yoktu. Kocası ölen kadın ya diri diri toprağa gömülür ya da kendisini yakardı. Dul bir kadının saygı görmesi şöyle dursun evlenmesi bile yasaktı. Kadınların iffetinden de söz edilemezdi. Bir adam karısını kumar masasında kaybedebilirdi.
ÇİN
            İslâmiyetin zuhûru arefesinde karışıklık ve tam bir kaos hâlinde idi. Yerli olanlarla olmayanlar, farklı muâmeleye tâbi idi. İnsanlık ve adâlet zevkinden çok mahrumdular.
            Çin'de kadınların hiçbir hakkı yoktu. Erkek, âile içerisinde olağanüstü bir güce sahipti. Eşini ve çocuklarını köle olarak satabilme veya istediği zaman öldürebilme hakkı vardı. Çocuklarına ve eşlerine çok nâdir olarak sofrasına oturma izni veriyorlardı.
            Anneler için, kız çocuğu dünyâya getirmek, çok büyük ayıplardan sayılıyordu. Kız çocuğu bulunan bir evde, yeni bir kız çocuğu dünyâya gelir ve o âile de fakir olursa, o günahsız çocuk, ya kışın şiddetli soğuğunda ölmesi için dışarı atılır ya da ayılara ve vahşi hayvanlara yem olarak verilirdi.
JAPONYA
            Bu ülkeyi, halkın, (hâşâ) güneş tanrısının soyundan geldiğine inandığı bir imparator yönetiyordu. Japonlar, dünyâyı sâdece Japon Adalarından ibâret sanıyorlardı. Peygamberi, kitâbı ve ibâdeti olmayan Shinto (Şinto) dînine mensuptular. Atalarına, krallarına ve putlara tapıyorlar, bir takım delice hareketleri ibâdet kabul ediyorlardı. Ülke son derece ibtidâi gelenek ve göreneklere göre yönetiliyordu. Ancak, Japonlarda kadının nâmusu çok önemli idi. Ona yönelik herhangi bir saldırıda, kadının erkek akrabaları canlarını bile verirdi. Bir baba îdam ya da ateşte yakılma cezâsına çarptırılmışsa, onun ergenlik çağına gelmiş bütün erkek çocukları da aynı cezâya çarptırılıyordu. Bu çağa gelmemiş olanlar ise ergenlik çağına gelince sürgüne gönderiliyorlardı. Kız çocukları mîras alamazdı.
AVRUPA DEVLETLERİ
            Altıncı asır Avrupası, cehâletin ve zulmün karanlığında, kanlı savaşlar içinde yaşıyordu. Avrupalılar ilim ve medeniyetten çok uzakta idiler. Ne onların dünyâ hakkında, ne de dünyânın onlar hakkında doğru dürüst bir bilgisi yoktu. Vücudları murdar, kafaları bir takım kuruntularla doluydu. Temizlikten ve su kullanmaktan çekiniyorlardı. Daha, kadının insan mı yoksa hayvan mı olduğu, ruhun ebedi olup olmadığı, insanların satma, satınalma ve mülkiyet haklarının olup olmadığı münâkaşa ediliyordu.
            Başta Fransa ve Almanya olmak üzere Orta ve Batı Avrupa'yı ellerinde bulunduran Frenkler, her bölgede kendilerine has kânunlar tatbik etmekteydiler. Eskiden batı medeniyetinin beşiği sayılan İtalya, haksızlığın, anarşi ve çöküntünün kurbanı olmuştu.
            Britanya adaları ise beşinci asrın başlarında İngiller adıyle tanınan Alman asıllı Anglo-sakson deniz korsanlarının istilâsına uğramıştı. Hırsızlık ve çapulculukla meşgül olan bu korsanlar altıncı asırda tamamen yerli halkı mağlup ederek Britanya adalarına hâkim oldular. Bundan sonra buraya «ingiller ülkesi» mânâsına gelen İngiltere denilmeğe başlandı.
            Bu dönem Avrupası hakkında Avrupalı mütefekkir ve müverrihlerin (târihçilerin) de çok ilginç tesbitleri bulunmaktadır. Bunlardan Robert Briffauld, şunları söylüyor: "Avrupayı beşinci asırdan altıncı asra kadar devam eden koyu bir karanlık kaplamıştı. Hem de giderek koyulaşan bir karanlık. Bu dönemdeki karışıklıklar eski dönemlerden daha korkunç ve daha karanlıktı. Çünkü Avrupa, yok olmağa mahkum, izleri tamamen silinmiş büyük bir medeniyetin kokuşmuş cesedine benziyordu."
            Hülâsa, dünyânın her yerinde harpler, ırk, renk ve bölge ayırımları ve bu hususta saçma sapan peşin hükümler yüzünden insanlık bir sefâlet ve bunalım içinde idi.
BİZANS
            İran ve Türklerle komşu olan bu imparatorluk, sukut hâlinde idi. Bizans'ın ictimâî ve ahlâkî durumu hiç de iç açıcı değildi. Bizans'da kokuşmuş bir ictimâî nizam vardı. Rüşvet ve yolsuzluk çoğalmış, vergiler kat kat artmıştı. Kumar, zevk ve sefâ peşinde enva'ı çeşit sefâhet almış yürümüştü. Taht ve mezhep kavgaları, sınıf mücâdelesi ve zulüm Bizans'ı batırdıkça batırıyordu. Seksen bin kişilik spor salonlarında bâzen insanlar bâzen de insanlarla yırtıcı hayvanlar arasındaki mücâdeleyi seyredip eğleniyor ve zevk alıyorlardı. Oyunları çoğu zaman kanlı olurdu. Verdikleri cezâlar tüyler ürpertecek kadar vahşet verici ve iğrençti.
            Bizans'ın bir eyâleti olan Suriye, Bizanslıların ihtiras ve arzularını gerçekleştirmek için kullandıkları bir yük hayvanı durumunda idi. Bizanslılar, mahkum milletler için en ufak bir şefkat hissi duymazlardı. Borçlarını ödeyebilmek için çocuklarını satan Suriyeliler az değildi. Zulüm ve zorbalık artmış, köleler çoğalmıştı.
ÎRAN
            Bizans ve Orta Asya Türkleri ile devamlı harp hâlinde olan bu ülkede, taht ve saltanat kavgaları, siyâset entrikalarından ayrı olarak, avam ve zâdegân (asiller) sınıflarına bölünen halk; bâtıl Zerdüştlük dîninin ve onun yöneticilerinin, ismet ve iffeti ortadan kaldırmalarının verdiği ıstırap ve huzursuzluk içindeydi.
MISIR
            Târih boyunca birçok istilâlara uğramış bir ülkeydi. İranlılar, Büyük İskender ve Romalılar eskiden Mısır'ı istilâ etmişlerdi. Romanın koyu zulmü, Romalıların şiddetli tazyikleri karşısında Hristiyanlık Mısır'da yayılıyordu. Mezhep ihtilafları, din kavgaları almış yürümüş, halk bunlardan bıkmıştı. Ağır vergiler altında ezilen halk, İslam fâtihlerini halaskâr (kurtarıcı) olarak karşılayacaklardı.
ARABİSTAN
            Peygamber Efendimiz'den önce Araplar, bir kısım bâtıl zihniyet ve hurâfelerin te'siri altında Dîn-i Hanîf'i (hak dînini) unutmuşlar, hak yoldan sapmışlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlardı. Bâtıl bir düşünce neticesi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kumar, içki, fuhuş alelâde şeylerden sayılırdı. İnsanlar kabîlelere ayrılmış, kabîleler arasında kan dâvâları zuhûr etmiş, birbirlerine diş bileyen düşman hizipler ve harp hâlinde idi. Hakdan, adâletten uzaklaşmış bir cemiyette, kuvvetliler zayıflara, âcizlere saldırıyor, elinde nesi varsa alıyordu. Köleler, esirler, acınacak bir halde idi. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muâmelesi görüyordu.
            Târih ve edebiyatçıların «Fetret Devri, (Câhiliyye Devri)» adını verdikleri, cihânın zulmetle âlûde olduğu bu devirde, bütün insanlık, kendilerini bu dalâletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.
            Allâhü Teâlâ tarafından, Yahûdîlere indirilen Tevrat'ta ve Hz.İsa'ya verilen İncil'de; âhir zamanda bir halaskârın, bir büyük Peygamberin geleceği de müjdelenmişti. Bu yüzden ehli kitap olan Yahûdîler ve Hıristiyanlar O'nu bekliyorlardı. İşte O, âlemlere en büyük rahmet olan Hazreti MUHAMMED (S.A.V.)'di.
            Bütün dünyâ milletlerinin mânevî çöküntü ve yıkıntı içinde kaldıkları bu devirde Araplar, diğer milletlere göre soy ve nesebe dikkat eden, hakka daha saygılı ve mert bir milletti. Dünyâ milletlerinin her sâhada gerilediği bu devirde, Arabistan'da edebiyat çok gelişmiş ve ilerlemişti. Ümmî (okuma-yazma bilmeyen) oldukları halde içlerinde çok güzel şiir söyleyenler vardı. Araplarda, gerek şehirlerde oturanı, gerekse bedevîleri şiir yazmaz fakat söylerdi. Yazmağı bilenler azdı. Amma bilhâssa bedevîlerin şiirleri çok dokunaklı ve gerçekçi olurdu. Çünkü onlar, kırlarda gezerler, hissettiklerini yazarlardı. Her sene Mecenne, Zülmecaz ve bilhâssa Ukaz panayırlarında toplanan geniş halk huzurunda, edebî müsâbaka, şiir yarışmaları yapılırdı. Araplar inşad ettikleri şiirleri (kaidesine uygun, ahenk ile söyledikleri şiirleri), aralarında en şerefli kabile olan Kureyş'e arz ederler, Kureyş izin verirse birincilik alan şâir ve edipler, mükâfatlandırılırlar ve onların şiirleri şanına tazimen Kâbe'nin duvarına asılırdı. Fesâhat ve belâğat yönünden değer taşımayan şiirlere îtibar edilmez, hiçbir kıymet atfedilmezdi. Yıllarca yapılan bu müsâbakalarda ancak yedi kişinin şiiri birincilik alarak Kâbe duvarına asılmıştı. Târihte bu yedi şiire «Muallekât-ı Seb'a» [1] denilir. Bunlardan en güzel şiir, İmri-ül Kays'a âit olup, O'nun şiiri diğer şiirlerin en üstüne asılmıştı. Bu şiir, Peygamber Efendimiz'in doğuşuna kadar asılı kalmıştı.
            Câhiliyyet devrinde, Arapların belâğat ve fesâhata bu kadar ehemmiyet vermelerine dikkat edilecek olursa, bundan ibret almak gerekir. Çünkü dalâlet ve cehâletin derinliklerinde bulunmalarına rağmen, edebî yönlerinin artması, Arapça'nın kemâle ermesi, muhakkak ki Allâhü Teâlâ tarafından bu lisan üzere gönderilecek Kitâb'ı anlamaları için, onları hazırlamak ve teşvikten ibâretti.
            Araplar, asırlar boyunca mütekâmil dillerinin sâfiyetini muhafaza etmişlerdir. Hz.MUHAMMED (S.A.V.)'den evvelki nazım ve nesir, aradan geçen 1500 yıla rağmen, bugünkünden ne kelime, ne dilbilgisi, ne de morfoloji bakımından farklıdır. Şu içinde yaşadığımız asırda, diğer dünyâ milletleri ise lisanlarını düzelteceğiz diye, yeni yeni kelimeler bularak, koyarak, değiştirip durdukları halde, Arapların böyle bir dert ve sıkıntısı hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü, bu zengin ve güzel lisan noksanlıklardan ârîdir.
            Peygamber Efendimiz'den önce Arabistan'da edebiyatın çok ileriye gitmiş olması, Arapça'nın kemâle ermesi; Allâhü Teâlâ tarafından indirilecek kitâbın, kutsiyyet ve kıymetini bilip takdir etmelerine mâtufdu. Çünkü O ALLAH Kelâmı, fesâhat ve belâğatın insan gücüyle ulaşılması mümkün olmayan bir mûcizedir.[/b][/color]

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
Ynt: SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #1 : 22 Temmuz 2008, 22:34:04 »
MEKKE-İ MÜKERREME VE KÂBE
            Arap yarımadasının ve bütün dünyânın kalbi olan Mekke-i Mükerreme'de Müslümanların namaz ibâdetini îfa ederken, yönlerini kendisine çevirmeleri Allâhü Teâlâ tarafından emredilen mübârek Kâbe'yi, Mevlâ'nın emriyle, Hz.İbrâhim, oğlu İsmâil Aleyhis'selâm ile binâ ettiler. Böylece, Mekke'de halkın ibâdeti için Beyt-i Harem kuruldu. Bu mübârek Kâbe; ibâdet edenler, rükû ve secde yapanlar için tertemizdi, içinde heykel, put vb. yoktu. Ancak, sonradan Araplar oraya, elleri ile yapıp taptıkları putları doldurdular. Etraftan gelen ziyâretçiler, bunlara kurban kesmeğe başladılar. Şirk aldı yürüdü.
            Mekke, çok eski bir şehir olup Kâbe'yi ziyârete gelenler, orada ticâret de yaparlardı. Ziraat mümkün olmadığından, Mekke halkı zaman zaman etrafa ticâret kervanı gönderirlerdi. Mekke'den, Yemen'e ve Şam'a ticâret kervanları gidip gelirdi. Bu sâyede, Arabistan yarımadası içinde, Mekke, yüksek mevkîini almış, rakipsiz bir merkez olmuştu.
            Çöl manzarası göstermesine rağmen Mekke'nin ehemmiyeti o kadar büyüktü ki, Roma ve Bizans imparatorları, Acem ve Habeş kralları, sırasıyle hepsi, bu şehri kendi arâzilerine bağlama teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Fakat, İslâmdan önce aldığı ismiyle, Ümmül Kur'a (şehirlerin anası) denilen Mekke, hiçbir zaman ecnebî işgâlinde kalmamıştır.
                Kâbe'deki Vazîfeler
            Mukaddes Kâbe'ye yapılacak hizmetler Hz. İsmâil'in sülâlesinden olan Hz. Peygamberimiz'in soyunda toplanmıştı.
            Bu hizmetler şunlardır: Sigâye, imâre, rifâde, sidâne, i'sar, emvâl-ı muhcere, nedve, hılf-ül'fudul, liva', kıyâde. Bunların içinde sigâye, rifâde Huccâca, diğerleri Kâbe'ye âitti. 
            1- Sigâye: Kâbe'yi ziyârete gelen hacıların suyunu tedarik etmek, zemzem kuyusuna bakmak, hacıları susuz bırakmamak vazîfesiydi. Bu vazîfe Hâşimoğullarının uhdesinde idi.
            2- İmâre: Kâbe'nin bakım ve îmârını yapmak vazîfesiydi. Bu vazîfenin îfâsına her kabîle iştirak ederdi ve bu vazîfenin idâresi Ben-i Hâşim uhdesinde idi.
            3- Rifâde: Gelen hacıları konuklatıp ağırlamak, onları barındırmak vazîfesiydi. Kureyş arasında bu vazîfe Nevfeloğulları tarafından îfa olunuyordu.
            4- Sidâne: Kâbe'nin kilitlerini muhafaza etmek. Bu vazîfe İzaroğullarında idi.
            5- İ'sar: Her iş için fal oku çekmek ve neticesini söylemek işiydi. Bu vazîfe Ben-i Cumh'a âit bir vazîfe idi.
            6- Emvâl-ı Muhcere: Kâbe için yapılan vakıflar ile meşgul olup onları yerine sarfetmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Sehimoğullarına âitti.
            7- Nedve: Nedvedeki toplantılara başkanlık etmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Esedoğullarının reîsine âitti. Kureyşliler, Kâbe yanında inşa edilmiş olan Dâru'nnedve adlı binâda toplanırlar, ehemmiyetli işleri görüşüp kararlaştırırlardı. Harp, sulh, ticâret kervanları tertibi, resmî törenler ve nikah akitleri burada yapılırdı.
            8- Hılfü'l-Fudul: Fadıllar anlaşması, adâlet tevzîine nezâretle, zulüm ve fesâdın önüne geçmek için kararlaştırılmış bir kurulun alacağı kararlar. Bu kurul, Abdullah ibn-i Cüdâ'nın başkanlığında toplanırdı. Bir defasında onaltı yaşlarında iken, Peygamber Efendimiz de toplantıda bulunmuştu.
            Bu mevzûda daha sonra Rasûlü Ekrem buyuruyor ki: "Abdullah ibn-i Cüdâ'nın evinde bir hılfe (bir ittifâka) şâhit oldum. Onun aynı için bugün de dâvet olunsam, bu dâvete icâbet ederim."
            Bu toplantıda, Yemenli bir tüccarın malını alıp parasını vermeyen Mekkeli müşrik As ibn-i Vâil'e, borcu ödettirilmiş, bu zulüm önlenmiş ve bâ'demâ, böyle zâlimliklere meydan verilmeyeceğine karar alınmıştı.
            9- Liva': Bayraktarlık vazîfesiydi. Harp zamanlarında bayrağı taşıyan vazîfeliler bulunurdu.
            10- Kıyâde: Kumandanlık. Harp ve ticaret seferlerinde kafilenin başında kumandanlık edip onlara istikamet vermek. Bu vazîfe Ümeyyeoğullarının elindeydi.
            ZEMZEM
            Zemzem, Hz. Hacer'in Kâbe-i Muazzama'nın yanında susuzluktan kıvranmakta olan oğlu İsmâil için, su aramak maksadıyle defalarca Safâ ile Merve tepesi arasında koşup, çâresizlik içinde etrafına bakındığı bir zamanda, Kâbe'nin hemen yanından Allâhü Teâlâ'nın ihsân ettiği mübârek bir sudur. Hz.Hâcer, birbirine yakın Safâ ve Merve tepeleri arasında su aramak maksadıyle yedi defa koşmuş ve en sonunda, bir kuşun ayağının pençesi ve kanadıyle yeri kazdığını, oradan suyun çıktığını görmüş, koşarak gelip, suyun akıp gitmemesi için önüne bent (gölet) yapmış ve bu sudan kırbasını doldurarak oğluna içirmiştir.
            İşte bu su bildiğimiz Zemzemi şerif olup, Mevlâmız kuşu vâsıta kılmak suretiyle lütfu İlahi olarak bu şifalı suyu müminlere ihsan buyurmuştur.
            Zemzem ayakta, kıbleye dönülüp, Salavât-ı Şerîfe okunarak ve niyet edilerek içilir.
            Hz.Peygamberimiz; "Zemzem ne için içilirse onadır" buyurmuşlardır.
            Meselâ, bir insan karnı aç olsa da doymak niyetiyle içse doyar, susuz olsa da susuzluğum geçsin diye niyet ederek içse susuzluğu gider. En güzeli, «bütün dertlerime şifâ olsun, bana feyiz ve nur olsun diye niyet ederek içilmesidir.»
            Vaktiyle Cürhüm kabîlesinden Mudad, Mekke'ye düşman saldırınca, kaçarken Kâbe'nin bütün hazînelerini Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprak seviyesinde tesviye ederek, belirsiz bir hâle getirmişti. Nice yıllar sonra, Rasulüllah Efendimiz'in dedeleri Abdulmuttalib gördüğü bir rü'ya ile Zemzem'i açıp meydana çıkardı, temizledi. İçinden zırhlar, kılıçlar ve altundan geyik heykelleri çıktı. Kuyu temizlenince eskisi gibi bol bol su kaynamağa başladı. Abdulmuttalib'in bu hizmeti çok makbûle geçti.
                Ebrehe'nin Kâbe'ye Saldırması
            Kâbe'nin, Araplar ve kutsiyetini takdir edebilen herkes yanında müstesnâ bir ehemmiyeti vardı. Kurulduğu zamandan beri uzaktan yakından pek çok insan, O'nu ziyârete gelirdi. Bu sebeple, Mekke şehri, insanların toplandığı, kaynaştığı mühim bir ziyâret yeri, ayrıca mühim bir ticâret merkeziydi. Bunu bir türlü çekemeyen, Yemen'i müstemleke edinmiş olan Habeşistan kralı Ebrehe, San'a'da [2] büyük bir binâ yaptırdı ve etrafa haberler göndererek; "Bu insanlar niye gidip Arapların Kâbe'sini ziyâret ediyorlar? Buraya gelsinler, benim binâmı ziyâret etsinler, hem ben gelenleri burada yedirip içirip, gâyet güzel ağırlayacağım" dedi. Onun bu hareketi Araplar'ın, bilhâssa Kureyş'in çok ağırına gitti. İçlerinden birkaç kişi Ebrehe'nin binâsına geldiler.
            Ebrehe onlara, -kendi mukaddes binâlarını bırakarak bana geldiler diye- çok hürmet gösterdi. Yedirdi, içirdi, o gece o binâda müsâfir etti. Fakat onlar geceleyin kalkıp, binâyı kirletip, kırıp döküp gittiler.
            Sabahleyin durumu gören Ebrehe kudurdu. Gidip onların Kâbe'sini yıkacağım diye karar verdi. O günün zırhlı vâsıtası yerine geçen fillerden kurulu muazzam bir ordu hazırladı. En büyük filinin adı Mamud idi. Kâbe'nin görüldüğü Cebel-i Kubeys'e (Kubeys dağına) kadar geldi. Dinlenmek için orada konakladı. Bu esnada, orada otlamakta olan Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdulmuttalib'e âit ikiyüz deveye el koydu.
            Bunun üzerine Ebrehe'nin yanına gelen Abdulmuttalib; "Burada otlamakta olan develerimi aşırmışsınız, onları istemeğe, almağa geldim, develerimi verin" dedi.
            Ebrehe; "Demek benden sadece develerini istiyorsun, ben de Kâbe hakkında bana ricâda bulunacaksın sanmıştım" dedi.
            Bunun üzerine Abdulmuttalib, ona; "Evet, ben develerin sâhibiyim, develerimi isterim. Kâbe-i Muazzama'ya gelince, O'nun sâhibi Hz.ALLAH'dır. O bilir Kâbe'sini korumasını." dedi.
            Bu söz Ebrehe'nin vücudunda büyük bir titreme husûle getirdi ve hemen develeri verdi.
            Abdulmuttalib develerini alıp Mekke'ye dönünce Kâbe'ye geldi. Beyt-i Şerîf-in siyah örtüsüne sarılarak ağladı. Allâh'a yalvardı: "Yâ Rabbî! Bizim elimizde o azgın Ebrehe'ye karşı koyacak güç yok, Kâbe'nin sâhibi Sensin, Beyt-i Şerîf'ini Sen koru yâ Rabbî!" diye duâ etti.
            Ebrehe, konakladığı yerden ordusunu kaldırdı. Önde en büyük fil olan Mamud ve develeri Kâbe'ye doğru zorluyor, fakat Mamud ve develer yere çöküyorlar, bir türlü o tarafa gitmiyorlardı. Şam, Yemen, Irak cihetlerine döndürülünce hemen yürüyor, Kâbe'ye yöneltilince çöküyor, bir adım dahi atmıyorlardı.
                Ebrehe ve Ordusunun Helâkı
            Ebrehe, ordusunu Kâbe'ye saldırtmağa zorlarken, Cenâb-u Hakk serçeye benzer bölük bölük kuşlar halketti. Onları sürüler halinde Ebrehe'nin ordusu üzerine sevketti. Kuşlar, ayaklarında taşıdıkları, kırmızı çamurdan yapılmış, ateşte pişirilmiş, kime atılacaksa üzerlerinde ismi yazılı, nohut tanesi gibi taşları atı atıverdiler. Bu taşlar, Ebrehe ordusunun hepsinin tepesinden girdi, iç organlarını tahrip ederek, aşağısından çıktı. Hepsi de ölü ölüverdiler. Cenâb-u Hakk, Ebrehe'nin ordusunu yenmiş ekin tarlasına döndürüverdi.
            Hâdiseyi gören Ebrehe kaçtı, sarayına geldi. Olanları oradaki adamlarına anlattı. Topal bir kuş da onu tâkibediyordu. O da taşını attı. Ebrehe de orada öldü.
            Bu hâdise Peygamber Efendimiz'in doğumundan 50 veya 55 gün evvel vâki oldu.

___________________________________________________________________________

[1] [Kabe duvarına şiirleri asılan Muallekât-ı Seb'a şairleri; İmri-ül Kays, Nabigatü'z Zebyani, Züheyr ibni Ebi Sülma, Tarfetebni'l Abd, Anteretebni Şeddat, Algametebni Abde, Lebid ibni Rebia'dır.]
[2] [San'a, Yemen'de bir şehrin adıdır.]

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
Ynt: SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #2 : 22 Temmuz 2008, 22:37:54 »
PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN DOĞUMU
            Mîlâdın 571, Rebîülevel ayının 12.gecesi, (Nisan ayının 20.günü) Mekke ufukları ağarırken Peygamber Efendimiz, Hz.MUHAMMED-ül Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem dünyâyı şereflendirdi. O'nun doğduğu sabah, âlem başka bir âlem oldu, cihan nurla doldu. Zirâ O'nun teşrifleri sıradan bir hâdise değildi. Bütün peygamberlerin geleceğini müjdelediği ins-ü cin'in ve melâikei kirâmın teşriflerini beklediği bir peygamberdi O.. Bu yüzden, geceler içinde benzeri yoktur. Kâinâtın en azametli hâdisesi bu gece vukûa gelmiştir. Bütün âlem bu geceyi bekliyordu.
            Peygamber Efendimiz'in babası Abdullah, az zaman önce vefât etmiş olduğundan, annesi Hz.Âmine hiç zahmet çekmeden dünyâya getirdiği bu nur topu çocuğu, dedesi Abdulmuttalib'e müjdeleyince, bahtiyar dede torununun doğumuna pek sevindi. Hemen bir ziyâfet vererek O'na isim koydu.
            Kureyş uluları; "Bu ziyâfete sebep olan çocuğa ne isim koydun?" diye sorduklarında,
            Abdulmuttalib; "MUHAMMED ismini verdim." dedi.
            Onlar; "Ecdâdında olmayan bu ismi vermekten muradın nedir?" diye sorunca,
            Abdulmuttalib; "Umarım ki O'nu yerde halk, ulvîlikler âleminde Hakk pek çok övecek" diye cevap verdi. (Zîra, MUHAMMED; «pek çok hamd-ü senâ olunmuş kimse» mânâsına gelmektedir.)
            Peygamber Efendimiz'in doğduğu gece dünyâda fevkalâde hâdiseler oldu. Şöyle ki:
            O devrin en büyük devleti Kisrâ'nın sarayında, mimarların mühendislerin yıkılmaz diye rapor verdiği ondört sütun çöktü.
            Sâvâ gölü kurudu.
            Mecûsîlerin uzun müddetten beri sönmeden yakıp tapındıkları ateşgedeleri söndü.
            Müşriklerin Kâbe üzerine koymuş oldukları putlar devrilip kırıldı. Onların, hâşâ, ALLAH diye tapındıkları putları küp kırığına dönmüştü.
            Bütün bunlar çok mühim bir şeye işâret ve beşâretti. Çünkü, Hak gelmiş, bâtıl zâil olmuştu. Hakkı telkin ve tebliğ edecek olan Kâinâtın Efendisi, Peygamberler Peygamberi, Fahri âlem, MUHAMMED'ül Mustafa (S.A.V.) doğmuştu.
            Gerçekten ilerde İran'ın saltanatı yıkılacak, Bizans İmparatorluğu dağılacak, putperestlik sönecek, küfrün bataklığı kuruyacaktı.
                Peygamber Efendimiz'in Nesebi
            Peygamber Efendimiz'in nesebi, şirki, küfrü reddeden Hanif dîninin yayıcısı Hz.İbrâhim'e dayanır. Babası Abdullah Haşimoğullarındandır. Annesi Âmine Zühreoğullarından olup, birkaç göbek sonra soyları birleşir. Her ikisi de Mekkelidir.
            İbrâhim Aleyhisselâm'ın oğlu Hz.İsmâil'in evlatları içinde Ben-i Adnan, Adnâniler içinde Ben-i Mudar, Mudâriler içinde Kureyş kabîlesi diğerlerinden daha büyük bir şerefe sahipti. Hele Kureyş kabîlesinin içinden Hâşim kolu, çok sayılan ve sevilen bir koldu.
                Hâşimî Kolunun Soy Silsilesi
            Hâşim'in babası Abdimenaf, O'nun babası Kusayy (Zeyd), O'nun babası Kilâb, O'nun babası Mürre, O'nun babası Kâ'b, O'nun babası Lüveyy, O'nun babası Gâlib, O'nun babası Fihr, O'nun babası Malik, O'nun babası Nadr, O'nun babası Kinâne, O'nun babası Huzeyme, O'nun babası Müdrike (Amir), O'nun babası İlyas, O'nun babası Mudar, O'nun babası Nizar, O'nun babası Ma'ad, O'nun babası Adnan'dır.
            Bunların içinde ne zaman birinin iki oğlu oldu ise Hz.MUHAMMED (S.A.V.) en şerefli, en hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda O'nun ceddi kim ise, yüzündeki nurdan anlaşılırdı. Çünkü Hz.İsmâil'in alnında bir nur vardı, yıldızlar gibi parlardı bu nur. Bu nur ona pederinden kalmıştı. Sonra evlâttan evlâda intikâl ederek Efendimiz'e kadar ulaştı. İşte o nur, Kâinâtın Efendisi'nin cedlerini açık açık her devirde göstermiş olan nurdur. Peygamberden peygambere geçen nurdur. Bu nur, Âdem'le Havva'nın dünyâya indirilmesinden beri intikâl edegeliyordu. Bu nurun gerçek sâhibi kimdi? Fahri Kâinât efendimizdi...
            Hz.Âdem'den beri evlattan evlâda intikâl edegelmiş olan ve nihâyet asıl sâhibine erişmiş olan nur...
                Peygamber Efendimiz'in Süt Annesi
            Mekkeliler, bilhâssa Mekke uluları, yeni doğan çocuklarını daha iyi yetişmeleri için, bir müddet yüksek yerlerde oturan kabîle kadınlarından sütanne kiralar, onlara verir, baktırırlar, mukâbilinde ücret de verirlerdi. Bu usul o zamanlarda, umûmi bir gelenek olduğundan, her sene kabîle kadınlarından isteyen, emzirmek büyütmek için, çocuk almağa şehre gelir, alır götürürdü. Yetiştirdikten sonra tekrar geri getirip analarına teslim ederlerdi. Yine bu sebepten şehre sütanneler geldi.
            Ben-i Sâd kabîlesinden gelen kadınlar, kendilerine çocuk seçmişlerdi. Fakat Hz.MUHAMMED Mustafa (S.A.V.)'i henüz alan olmamıştı. Birçok kadın, yetim diye, fazla para vermezler diye almağa yanaşmamışdı. Fakat yine Ben-i Sâd kabîlesinden Hâris diye birisinin âilesi olan Halîme, başka çocuk da kalmadığından biraz tereddüt içinde O'nu aldı. Fakat sonradan, aldığına çok memnun oldu. Çünkü bu yetim çocuk onlara çok uğurlu gelmişti. Halîme O'nu öz evlâdından çok sevdi. Şeymâ adındaki kız evlâdı da Hz.MUHAMMED'i pek severdi. Onunla kardeş kardeş oynayıp geçinirlerdi.
            Halîme'nin kocası Hâris de, âilesine şöyle dedi: "Halîme! Bu çocuğun ayağı bize çok uğurlu geldi. O evimize ayak basalı beri davarımızın sütü, sütümüzün yağı çoğaldı. Evimiz bereketlendi, elimiz genişledi. Ben bu çocukta bir başkalık görüyorum."
            Yürümeğe başladığı zaman, annesi Âmine Hatun O'nu almak, şehre getirmek istedi. Halîme buna şiddetle îtiraz etti. "O'nu şehre götürmeyiniz, oraların havası ağırdır, bir müddet daha bizim yanımızda kalsın" dedi.
            Peygamber Efendimiz kırda bu âile yanında beş yıl kadar kaldı. Hz.Peygamberimiz sütannesini çok severdi. Yanına geldiğinde, "anacığım" diyerek karşılar, çok hürmet gösterirdi. Daha sonraları onun kendisine ve âilesine dâima yardım etti. Daha üç dört yaşlarında iken, gerek Halîme gerekse kocası Hâris, Peygamber Efendimiz'de, diğer insanlarda görülmeyen yücelikler ve fevkalâde haller görür oldular. Bu hâl, onları, "böyle bir kıymeti koruyamazsak..., O'na sonra bir şey olursa..." gibi düşüncelere sevkettiğinden artık annesi Hz.Âmine'ye teslim etmeğe karar verdiler ve Mekke'ye götürüp annesine teslim ettiler.
            Artık annesi Âmine ile sâdık hizmetçileri Ümmü Eymen, O'nun üstüne titriyor, O'nu, esen rüzgardan bile sakınıyorlardı. 
 
                MEDÎNE ZİYÂRETİ           
            Oğlunu uzun zamandan beri görmeyen anne, O'na kavuşunca çok memnun olmuştu. Âmine Hatunun Medîne'de, Ben-i Neccar'dan akrabaları vardı. Hem onları görmek hem de babasının kabrini oğluna ziyâret ettirmek maksadıyle bir seyahat yaptırdı. Bu ziyâret sırasında Peygamber Efendimiz altı yaşlarında idi. Medîne'de dayılarının yanında bir ay müsâfir kaldılar. Babasının kabrini ziyâret ettiler. Daha sonra, sâdık hizmetçileri Ümmü Eymen ile birlikte Mekke'ye dönmek üzere yola çıktılar.
            Medîne'nin 23 mil cenubuna düşen Ebvâ köyüne kadar gelmişlerdi. O akşam o köyde kaldılar. Fakat anne, şiddetli bir hastalığa yakalanmış, son dakikalarını yaşadığını sezer gibi olmuştu. Baba öksüzü olan ciğerpâresini yanıbaşına oturtarak, O'nu şefkat dolu yaşlı gözlerle uzun uzun süzdü.. öptü.. öptü.. parçalanan bağrına basarak, analığın bütün harâret ve şefkatiyle O'nu okşadı. Daha ana karnında iken babasından yetim kalan bu yavrucak şimdi de anneden mi mahrum kalacaktı? Anne bu acıyı hisseder gibi oldu. Bir daha göremeyeceği biricik oğlunun mâsum yüzüne baka baka şu mânâda bir beyt söyledi:
            "Her diri ölür, her yeni eskir,
            Her yaşlı göçer, her fâni yok olur,
            Ben de öleceğim, fakat buna gam yemem,
            Çünkü dünyâya bir büyük hayırlı varlık bırakıyorum."
            Bu sözlerden sonra yaşlı gözlerini bu fâni hayâta kapadı. Ümmü Eymen, öksüz yavruyu alarak Mekke'ye döndü. Bundan sonra Hz.MUHAMMED (S.A.V)'i, dedesi Abdulmuttalib yanına alarak ana ve babadan yetim kalan torununu, iki sene baktı. Vefat edeceğinde amcası Ebû Tâlib'e emânet etti.
            PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN ÇOCUKLUK DEVRİ
            Hz.Peygamberimiz'in dedesi Abdulmuttalib, yüz yaşını geçmiş olduğu halde hasta döşeğine düşünce, o zaman sekiz yaşında olan torunu Hz.MUHAMMED (S.A.V.)'i oğullarından birine teslim etmek üzere bütün oğullarını çağırdı, başına topladı.
            Ebû Leheb'e şöyle dedi: "Sen zenginsin, fakat kalbinde merhamet yok. Çocuk yetim, yüreği zâten yaralı. O'nu sen hoş tutamazsın. Senin sert, kaba muâmelenden incinir, üzülür. Onun için çocuğu sana teslim edemem."
            Sonra oğlu Abbas'a döndü: "Sen bu işe lâyıksın, fakat âilen kalabalık..." dedi.
            Bu esnâda Ebû Tâlib söze karıştı; "Babacığım, gerçi benim servetim az, fakat şefkatim var. Kardeşim Abdullah'ın oğluna bakmağı ben cana minnet bilirim" dedi.
            Abdulmuttalib, küçük torununun da re'yini almağı unutmadı. O'na dönerek; "Amcalarından hangisinin yanında kalmağı arzu ettiğini" sordu.
            Mâsum çocuk, yerinden fırlayıp Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. Böylece Ebû Tâlib'in himâyesine girmiş oldu. Bu hâdiseden birkaç gün sonra dede, bu fâni hayâta gözlerini yumdu. Ebû Tâlib, O'na öksüzlüğünü hissettirmemek için elinden geleni yapıyor ve O'na öz evlâdı gibi bakıyordu.
            Peygamber Efendimiz 10-12 yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib'in ve Mekke halkının koyunlarını güttü. Kırların temiz havası, O'nun fartı zekâsını (üstün zekâsını) korudu, geliştirdi. Bir ara kırda çobanlık yaparken kurtların sürüye dalıp koyunlarını kaptığını gördü. Bundan ibret aldı; «Güttüğü koyunları kurda kaptırmamak bir vazîfe idi. Herkes güttüğü koyundan mes'uldür, emânete riâyet olunmalıdır.»
            Peygamber Efendimiz, çobanlık yapmağı hakir görmemiş, bilâkis bir Hadîs-i Şerifleri'nde; "ALLAH hiçbir peygamber göndermemiştir ki O, çobanlık yapmış olmasın. Mûsa peygamber çobanlık yapmıştı, Davut peygamber, kezâ." buyurmuşlardır.
            Bir defasında koyunlarını arkadaşlarına bırakarak akranları gibi gezmek, eğlenmek için Mekke'ye inmek istemişti. Giderken yolda bir düğüne rastladı. Tam düğünü seyre dalacağı anda kendisine bir uyuklama hâli geldi, orada uyuyakaldı. Böylece düğünü seyredemedi. O, küfür ve câhiliyyet âdetlerinden zâten hoşlanmazdı, zevk almazdı. O'nu her kötülükten ALLAH koruyordu ve yetiştiriyordu.
                ŞAM SEYAHATİ
            Ebû Tâlib, zaman zaman ticâret maksadıyle Şam'a ve Yemen'e giderdi. Yeğeninin ısrarlı arzusu üzerine bir defasında O'nu da götürdü. Peygamberimiz daha 12 yaşında idi. Arabistan'ın dâimâ açık ve güneşli olan havasında cereyan eden bu seyahat, O'nun ilk yolculuğu oluyordu. Bu yolculuk, gâyet zevkli ve rahat geçti. Bir bulut, devamlı olarak üzerlerinden kervanı tâkip edip onları güneşin harâretinden gölgeledi. Şam yakınlarında Busra denen yere geldiklerinde konaklamışlardı.
            Mekke cihetinden gelmekte olan bu kervanı, asıl ismi Cercis olan rahip Bahîrâ, inzivâya çekilmiş olduğu manastırından çok uzakta iken görmüş, kervanda bir fevkalâdelik sezmişti. Öyle ki; «kervanı dâimâ bir bulut tâkip ediyor, onu gölgeliyor, kervan durduğunda üzerinde bulut da duruyor, kervan yürüyünce bulut da yürüyor, kervanın geçtiği ve konduğu yer yeşeriyordu.» İncil'de, geleceği müjdelenen Âhirzaman Nebîsi'nin, bu kervanda olabileceğini tahmin eden râhip Bahîrâ çok heyecanlandı. Kervan kendisine çok yakın bir yerde, Busra'da kuru bir hurma ağacının altında konaklamıştı. Bahîrâ, bulutun yine orada karar kıldığını ve hurma ağacının yeşillendiğini görünce heyecanı büsbütün arttı. Hemen bir hazırlık yapıp kervanla gelenleri dâvet etti.
            Ebû Tâlib, eşyaların başında Peygamber Efendimiz'i bırakarak kervandaki diğer kişilerle dâvete icâbet etti. Fakat bulut, kervanın yüklerinin indirildiği yerden ayrılmıyor, orada duruyordu. Bahîrâ, bundan, dâvete esas sebep olanın gelmediğini anlayınca Ebû Tâlib'e; "Başka gelmeyeniniz var gâliba, ricâ ediyorum, O da gelsin" dedi.
            Ebû Tâlib; "Hepimiz geldik, sâdece bir küçük çocuk var, O'nu da eşyaları beklesin diye bıraktık" demişse de, rahip Bahîrâ ısrar etti.
            Gidip alıp getirdiler. İncil'de, Peygamber Efendimiz'in şemâilini ve vasıflarını okumuş olan râhip Bahîrâ, Peygamber Efendimiz'i görür görmez hakikatı anladı. Ebû Tâlib'e dönerek; "Bu çocuk kimin?" diye sordu.
            Ebû Tâlib; "Benim oğlum." dedi.
            Bahîrâ; "Hayır.. yok.. bunun babasının ismi Abdullah, annesinin ismi Âmine olması ve her ikisinin de vefât etmiş, kendisinin yetim bulunması lâzım." dedi.
            Ebû Tâlib; "Evet öyledir." dedi.
            Bu arada râhip Bahîrâ, Peygamber Efendimiz'in gömleğine elini uzatarak; "İzin verir misiniz? Bir noktaya bakacağım." dedi.
            "Buyurun!" deyince,
            Bahîrâ, gâyet ta'zimkâr bir şekilde, Peygamberimiz'in sırtından gömleğini biraz açtı. Sırtında iki küreği arasında, kuş yumurtası şeklindeki «Nübüvvet Mührü»nü görünce eğilip, hürmet ve saygı ile öptü.
            Râhip Bahîrâ, soracağı suallere doğru cevap vermesi için Peygamberimiz'in önce Lât ve Uzza putlarına yemin etmesini istemişti.
            Peygamber Efendimiz; "Ben onlara yemin etmem, benim en çok nefret ettiğim şey putlardır." dedi.
            "ALLAH aşkına söyler misin?" deyince;
            "Söylerim" dedi.
            Husûsi hallerinden ve hayâtının binbir hususiyetinden birçok sualler sordu. Ayrıca, uykuları nasıldır? rü'yâları ne biçimdir? ne yer, ne içer? sevdikleri ve hoşlandıkları nelerdir? Vücudundaki işâretler... vesâire.
            Her suâle beklediği cevabı aldı ve son derece memnun oldu.
            Sualler ve cevaplar bitince râhip Bahîrâ, Ebû Tâlib'e dönerek; "Bu çocuk, son peygamber olacaktır. Şam Yahûdîleri içinde O'nun evsâfını bilen ve alâmetlerini tanıyan kimseler vardır. Olabilir ki O'na hıyânet ederler. Onların sû-i kastinden korkulur. Sen O'nu Şam'a götürme." dedi.
            Bunun üzerine Ebû Tâlib, Bahîrâ'nın sözünü tuttu. Müşterinin de zuhûr etmiş olmasından dolayı, malını Busrâ'da satarak geri döndü.           
                FİCAR HARBİ
            İslâmiyet'den önce Araplar arasında ardı arkası kesilmeyen harpler oluyordu. Bunların içerisinde en kanlılarından ve tehlikelilerinden biri de, Ficar Muhârebesi idi. «Eşhûr-u Hurum» yâni hürmet edilmesi gereken mübârek aylarda (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında) meydana geldiği için, günah mânâsına gelen Ficar Harbi ismi verilmiştir.
            Bu harp, Kays kabîlesi ile Kureyşliler arasında vuku' bulmuş, başlangıçta harbin talihi Kays kabîlesine gülmüşse de, dört sene devam eden bu harbi, neticede Kureyş tarafı kazanarak bir anlaşma yapmışlardı.
            Kureyş haklı ve de Kureyş'in şerefi tehlikede olduğu için çocukluğunda bu muhârebeye Peygamber Efendimiz de iştirak etmişlerdi. Ancak amcalarına ok topladı, doğrudan savaşmadı.

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
Ynt: SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #3 : 22 Temmuz 2008, 22:39:21 »
    PEYGAMBERİMİZ'İN TİCÂRET HAYÂTINA ATILMASI
            Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşırlardı. Ticâretle uğraşmayanlar bir şeye sâhip olamazlar, darlık ve geçim sıkıntısından kendilerini kurtaramazlardı. Kureyş'in zengin ve îtibarlı âilelerinden olan Hz.Hatîce, bâzı kimselere sermaye verip onlarla ortaklık yapıyordu. Şam'a gidecek ticâret kervanıyla, O da mal göndermek istiyordu.
            Ebû Tâlib de ticâretle uğraşanlardandı. Fakat, âile efrâdının çokluğu, kuraklık ve kıtlık yılları, Ebû Tâlib'in ticâret ve mâli imkânını zayıflatmıştı. Bu arada Peygamber Efendimiz'e; "Artık yetiştin, 25.yaşına bastın. Kendine bir ticârî iş seçmen lâzım. Kureyş, yakında ticâret maksadıyla Şam taraflarına bir kervan göndermek istiyor. Senin bu kervana katılman için bir yol var. İffet ve servetiyle meşhur muhterem dul kadın, Huveylit kızı Hatîce'yi tanırsın. O, her sene Kureyş'den biri vâsıtasıyla îcâbeden yerlere mal göndererek ticâret ettirir ve adamına hisse verir. Bu işe bu defa sen istekli çıkarsın. Senin temizliğin, doğruluğun ve ahlâkın herkesce bilindiği için, umarım ki seni hemen kabul eder ve başkalarına tercih eder" demişti.
            Arada ne oldu ise oldu. Olacak olan zuhûra geldi. Yüksek ahlaklı, ulvî karakterli kadın, Peygamberimiz'in muradını yerine getirdi. Kendisine birini göndererek, şu teklifte bulundu: "Kureyş kervanına katılıp Şam taraflarına ticâret için gidebileceğini tahmin ediyorum. Eğer râzı olup malımın başında bulunmağı kabul ederse, kendisine, başkalarına verdiğim ticâret payının iki mislini veririm."
            Hz.Peygamberimiz, vâki teklîfi, amcası Ebû Tâlib'e haber verdi. Ebû Tâlib'in memnuniyeti büyüktü. Heyecanla mukâbele etti; "Bu, Allâh'ın sana ihsan ettiği bir rızıktır. Daha güzeli olmaz. Hemen kabul et." dedi.
            Anlaştılar. Hz.Hatîce kölesi Meysere'yi de Peygamber Efendimiz'in emrine verdi ve şu tembihte bulundu: "Sana ne emrederse, hemen itaat edeceksin. Hiçbir re'yine aykırı iş görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin."
            Kervan yola çıktı. Râhip Bahîrâ'nın ibâdethânesinin önüne kadar geldiler. Ancak Bahîrâ ölmüş, yerini Nastûra isimli bir râhip almıştı. Bu da iyi bir adamdı. Kervanın yanına geldi. Meysere'yi daha önceden tanıyordu. Biraz konuştuktan sonra râhip Nastûra, Meysere'ye dönerek; "Bu zât, Âhirzaman Peygamberi olacaktır. Sakın Şam'a gitmeyiniz. Oradaki Yahûdîler sizi tanırlarsa muhakkak size zarar verirler. Ben O'nun getireceği dîne ve kendisine şimdiden îmân ediyorum. Ne olur! Şam'a gitmeyiniz. Alışverişinizi burada yapınız." dedi.
            Alıcı da zuhûr ettiğinden mallarını Busrâ pazarınde çok kârlı bir şekilde satıp üç ay süren bir yolculuktan sonra Mekke'ye geri döndüler.
            Hz.Hatîce birkaç kadınla konağının damından kervanın gelişini gözetleyip dururken, bir aralık, devesi üzerinde Peygamberimiz'i iki meleğin gölgelediğini hayretle görmüş ve bunu yanındaki kadınlara da göstermişti.
            Öğle vakti, Hz.Peygamberimiz Mekke'ye girdi. Şam'dan getirdiği malları Hz.Hatîce'ye teslim etti. Hz.Hatîce, onları çok iyi bir kârla hemen sattı.
            PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN EVLENMESİ
            Hz.Hatîce bir rûya görmüştü. Bunu, eski din üzerine ibâdetini yapan Allâh'ın sevgili kullarından biri olan amcası Varaka bin Nevfel'e anlattı. Varaka, Tevrat ve İncil'i okumuş, bu kitaplardan Âhirzaman Peygamberi'nin geleceğini öğrenmiş bulunuyordu. O'na rû'yasını; "Sen, Âhirzaman Peygamberi ile evleneceksin, O'nun zevcesi olacaksın." diye tâbir etti.
            Peygamber Efendimiz 25, Hz.Hatîce 40 yaşlarında iken, iki taraftan da vâsıtalar zuhur etti ve nihâyet beklenen karar verildi. Nikah, âdet üzerine Hz.Hatîce'nin evinde akdolundu. Hz.Hatîce'nin vekîli amcazâdesi Varaka bin Nevfel, Peygamber Efendimiz'in vekîli amcası Ebû Tâlib'di.
            Ebû Tâlib, ayağa kalkarak şu sözleri söyledi: "Şükür Allâh'a ki bizleri İbrâhim'in zürriyetinden ve İsmâil'in neslinden, Maad'ın mâdeninden ve Mudar'ın aslından yarattı. Bizi Beyt-i Mükerremi'nin bekçisi, Harem-i Şerif'in hizmetçisi yaptı. Bundan dolayı insanların hâkim ve reîsi yaptı. Şimdi de, çok mutlu bir ânı yaşamak üzere buraya gelmiş bulunuyoruz. Kardeşimin oğlu MUHAMMED bin Abdullah ki, O'nunla Kureyşten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez. Çünkü O, haseb ve nesebce, akıl ve fazîletçe hepsinden üstün gelir. Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir, iğreti bir şey. Bundan sonra O'nun şânı pek büyük olacaktır."
            Bundan sonra, Varaka söz alarak ayağa kalkıp şöyle konuştu: "Allâh'a şükür ki, bizi bildirdiğin gibi yarattı. Kimse sizin fazlınızı inkâr, hayır ve şerefinizi görmemezlik etmez. Biz de sizinle yakınlık kurmağa istekliyiz. Ey cemaat! Şâhit olun, ben MUHAMMED bin Abdullah'ı Hatîce binti Huveylid'e nikah ettim." Kureyş'in uluları bu nikâhın akdine şâhit oldular, düğün yapıldı. Develer kesildi, dâvetlilere mükellef bir ziyâfet verildi.
                Peygamber Efendimiz'in Evlatları
            Peygamberimiz'in üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi evlâdı dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Kâsım, Abdullah ve İbrâhim'dir. (Abdullah, Tayyip ve Tâhir diye de anılır.) Kız evlâtları; Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtımatü'z-Zehrâ'dır. Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları Hz.Hatîce'den doğmuştur.
            Peygamber Efendimiz'in dünyâya ilk gelen çocuğu Kâsım'dır. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz, Ebû'l-Kâsım diye künyelenmiş ve Ebû'l-Kâsım diye anılmıştır. Kâsım ile Abdullah küçük yaşta vefât ettiler. Kızlarının hepsi büyüdü ve onları kendisi bizzat evlendirdi. En büyük kızı Zeyneb'i Ebû'l-As ile evlendirdi. Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'ü amcası olan Ebû Leheb'in oğullarından Utbe ile Uteybe'ye vermişti. İslâmiyetten sonra Ebû Leheb ve karısı onları oğullarından boşattılar. Daha sonra, Peygamberimiz Rukiyye'yi Hz.Osman'a nikâhladı. O vefât edince Ümmü Gülsüm'ü nikâhladı. Bundan dolayı Hz.Osman'a iki nur sahibi mânâsına gelen «Zinnûreyn» denmiştir.
            En küçük kızı ki, hakkında Seyyidetü'n-Nisâ (hanımların en hanımefendisi) buyrulan Hz.Fâtımatü'z-Zehrâ'yı da Hz.Ali ile evlendirdi. Peygamberimiz'in mübârek nesli, Ehli Beyt, O'nun soyundan gelmektedir. Hz.Fâtıma'dan başka bütün evlâtları Peygamber Efendimiz'den önce vefât ettiler. «Rıdvânullâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîyn».
                Kâbe'nin Tâmirinde Peygamberimiz'in Hakemliği
            Hz.İbrâhim, oğlu Hz.İsmâil ile birlikte yaptığı Kâbe'nin, yüzyıllardan beri devamlı yağmur ve sel sularına karşı koyan duvarları iyice yıpranmış, yıkılmağa yüz tutmuştu. Bir kadının sıçrattığı bir kıvılcım yüzünden Kâbe örtüsü ve kapısı yanmıştı. O sıralarda, Kâbe'nin içindeki kuyuda saklı bulunan, inci ve değişik mücevherlerle süslü altın geyik heykelleri hırsızlar tarafından çalınmıştı.
            Kureyşliler, şüphe üzerine Huzza kabîlesinden Melih bin Ömeroğullarının âzatlı kölesi Düveyk'in, evinde yaptıkları aramada, çalınan heykelleri ele geçirdiler. Cezâ olarak da, Düveyk'in elini kestiler ve Kâbe'yi yeniden yapmağa, onarmağa karar verdiler. Habeş'de, Farslıların yaptıkları kiliseyi, Rum hükümdarının mimar Bakum'un îmar ve nezâretinde yeniden yaptırmak istemesi üzerine, Mısır'dan yola çıkarılan inşaat malzemesi yüklü vapur, Cidde sahiline çarparak parçalanmıştı. Geminin malzeme ve parçalarını sâhiplerinden satınalarak, mimar Bakum'la da anlaşıp Mekke'ye getirdiler. Hep beraber Kâbe'yi yıkıp, yeniden yapmağa başladılar.
            Sıra mübârek Hacer-ül Esved taşını yerine koymağa gelince, Kureyş kabîleleri arasında sert bir tartışma ve çekişme başladı. Kabîle reisleri, kendilerinin daha asil, köklü ve şerefli kabîle olduklarını, binâenaleyh, bu mübârek taşı yerine koyma hakkının kendilerine âit olacağını iddiâ ediyor, çok hassâsiyet gösteriyorlardı. Bir kısım kabîle reisleri de, mübârek Hacer-ül Esved taşını yerine koyma mevzûunda çıkan ihtilaf üzerine, ellerini kan çanağına batırarak bu taşı kendilerinin koymaları için yemin etmişti. Artık kılıçlar çekilecek insanlar birbirini öldürecek, harp edilecek bir hava esmeğe başlamıştı. (Câhiliyet devrinde, Araplar bir mes'elenin üzerinde çok ciddiyetle hassasiyet gösterip hayat memat meselesi yaptılar mı, kabîle reisleri ellerini içinde kan olan bir çanağa batırır, ellerini kana bular, yemin ederlerdi. Dedikleri olmazsa, kılıçlar çekilir, adamlar öldürülür, harp ederlerdi. Ondan sonra, gâlip gelenin dediği olurdu.)
            Bu arada, Ebû Ümeyye şöyle bir teklifte bulundu: "Sabahleyin Safâ kapısından ilk gelen zât, bu işte hakem olsun". Bu teklifi yerinde buldular ve kabul ettiler.
            Sabah Safâ kapısından ilk girenin Hz.MUHAMMED (S.A.V) olduğu görüldü. O'nu görünce herkes sevindi. Çünkü O, aralarında doğruluğun, dürüstlüğün, sadâkatın, hak ve adâletin mücessem bir timsâli idi. Herkes, O'nda gördükleri doğruluktan, dürüstlükten, mekârimi ahlâktan dolayı O'na; «MUHAMMED-ül Emin, (sâdık MUHAMMED, doğru MUHAMMED (S.A.V.)» derlerdi. O'na durumu anlattılar. "Seni hakem kabul ettik yâ Ebe'l-Kâsım" dediler.
            Allâh'ın sevgilisi gülümsedi, "Haydin bana bir elbise, bir örtü getirin" dedi.
            Örtü geldi. Onu yaydı, serdi. Hacer-ül Esved'i örtünün üzerine koydu. Her kabîleden birer temsilci seçmelerini istedi. Seçtiler. Onlara, örtünün kenarlarından tutarak hep beraber yerine konmak üzere kaldırmalarını buyurdu. Kaldırdılar. Sonra da elleriyle Hacer'ül Esved'i örtünün içinden alıp yerine koydular.
            Böylece, büyük bir ihtilafın önlenmiş olmasından, herkes memnun, herkes saadet ve itmi'nan içinde kaldı. Peygamber Efendimiz'in bu tatbikatı herkes tarafından son derece taktirle karşılandı.
            Peygamber Efendimiz'in Kâbe'nin bu tâmirinde Kureyş'le birlikte çalıştığı, hatta bu yüzden omuzları taş taşıyarak yara olduğu, târihin rivâyetleri arasındadır. Kâbe'nin bu tâmiri sırasında, şöyle mühim bir hâdise vuku bulmuştu:
            Peygamber Efendimiz, amcası Abbas ile birlikte taş taşırken, Hz.Abbas O'na, ihrâmını çözerek omuzuna koymasını, bu suretle omuzunun incinmemesini söyledi. Peygamber Efendimiz de ihrâmını toplayarak omuzuna koymuştu. Vücudu açılınca birdenbire yere düşerek kendinden geçti. Bu halden ayılınca derhal ihrâmını almış ve bütün vücudunu örtmüştü. Sonra Ebû Tâlib bu işe merak etmiş ve hâdiseyi kendisinden sormuştu. Hz. MUHAMMED (S.A.V) şu cevabı vermişti: "İhrâmımı toplayıp omuzuma koyduğum zaman vücudum açılınca şöyle bir ses duydum: «Yâ MUHAMMED! (S.A.V.) âzânı setret. Sen Peygamber olacaksın, sana yakışmaz.»"
            Peygamber Efendimiz'in gâipten duyduğu ilk ses bu idi. O sırada Peygamberimiz otuzbeş yaşlarında idi.
            Putperestliğin Yıkılmasına Doğru
            Araplar, Hz.İbrâhim'in yaydığı Hanif dînini, Tevhid dînini unutmuşlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlar ve mübârek Kâbe'nin içine ve üstüne putlar doldurmuşlardı. Burada toplanırlar, yerler, içerler, eğlenirler, şiirler söylerler, ticâretten bahsederlerdi. Aralarında kan davaları eksik olmazdı. Sadece Eşhûr-u Hurum'da (Muharrem, Recep, Zilkâde, Zilhicce aylarında) harp etmezler, keyiflerine bakarlar, sâir aylarda kıtal, cidal eksik olmazdı.
            Araplar içinde bâzıları da vardı; putları terketmiş, onlara kıymet vermez ve onları sevmezdi ki bunlar arasında Ebû Bekr'ini's-Sıddık, Varaka bin Nevfel, Kus bin Sâide, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyriş vardı.
            Varaka bin Nevfel, Tevrat ve İncil'i okurdu. Kus bin Sâide son peygamberin geleceği vaktin yaklaştığını haber verenlerdendi. Fesâhat ve belâğatı ile pek meşhur bir hatip olan Kus bin Sâide'nin, Sû'k-u Ukaz'da (Arapların her sene kurulan en büyük ve en kalabalık panayırı olan, Ukaz panayırında) bir kızıl deve üzerinde îrad ettiği meşhur hutbesini, Peygamber Efendimiz de gençliğinde dinlemiş ve o kadar beğenmişti ki uzaktan da olsa uzun uzun onu seyretmişti. O zamanlar kendisine henüz Nübüvvet gelmemişti.
            Kus bin Sâide'nin okuduğu, o çok mânalı, veciz hutbenin metni şu idi:
            "Ey İnsanlar!.. geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen çeker gider. Olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, anaların babaların yerini tutar, sonra hepsi mahvolup gider. Vukuatın ardı kesilmez, hemen hepsi birbirini tâkip eder. Kulaklarınızı açınız, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var. Yeryüzü geniş bir döşeme, gökyüzü ise bir yüksek tavandır. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez, acaba gittikleri yerlerden memnun kaldıkları için mi gelmiyorlar, yoksa orada bırakıldıkları için uykuya mı dalıyorlar. Yemin ederim; Allâh'ın indinde bir din vardır ki şimdi bulunduğunuz dinden daha doğrudur ve daha sevimlidir. Allâh'ın gelecek bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakın oldu, gölgesi başımızın üstündedir. O'na îman eden kimseye ne mutludur, O'na isyan ve muhâlefet eden kimseye de yazıklar olsun... Yazıklar olsun ömürleri gaflet içinde geçen kimselere.
            Ey cemaat-i iyad!.. Hani ecdadımız ve babalarımız?, Hani taştan saraylar yapan A'd ve Semud kavimleri?, Hani dünyâ malına güvenerek kavmine; "Ben sizin rabbinizim" diyen Firavun ve Nemrud? Onlar size nisbetle daha zengin ve kuvvet bakımından da sizden daha kuvvetli değiller mi idi? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti dağıttı, kemikleri ile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin, onların yolunda gitmeyin. Her şey fânidir, bâkî ancak ALLAH'dır ki birdir, şerîki ve nazîri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Doğmamış ve doğurulmamıştır. Evvel gelip geçenlerde ibret alınacak çok şeyler vardır. Ölüm ırmağının girecek yerleri vardır ama çıkacak yerleri yoktur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Anladım ki herkese olan şey bana da olacaktır."
            Sû'k-u Ukaz'da bu alâmetleri sayan şahsın söylediklerinin aynen tecelli ettiğini düşündükçe, insanların arasında bâzı kimselerin küçümsenmemesini de idrâk etmek gerek. 

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
Ynt: SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #4 : 22 Temmuz 2008, 22:42:35 »
İLK VAHİY VE İSLAMA DAVET         

  Peygamber Efendimiz, 38 yaşında iken, bir takım ışıklar, pırıltılar görmüş, sesler duymuş, fakat bunların neler olduğunu ilk anda anlayamamıştı.
            Peygamber Efendimiz, 39 yaşında iken, olduğu gibi çıkan sâdık rûyâlar görmeğe başladı. Gündüz cereyân edecek hâdiseler, uyku ile uyanıklık arasında gösteriliyor, Peygamberliğe alıştırılıyordu. Bu hâl, altı ay devam etti.
            Bundan sonra, kendisinde; şehirlerden, insanlardan, evlerden uzaklaşmak, Mekke'nin dağ aralarındaki kuytulara çekilmek, vâdilerin derinliklerine dalmak arzusu uyandı. Mübârek aylarda, zaman zaman Mekke'ye üç mil uzaklıkta bulunan Hırâ dağına, diğer adıyla Nur dağındaki mağaraya çekilir, orada Melekût-ü İlâhiyyenin vüs'at ve azametini tefekkürle meşgul olurdu. Öyle ki, «Hırâ dağı, artık Kâinâtın Efendisi'ne ibâdet ve istiğrak sediri olmuştu.»
            Hırâ dağında bulunduğu sıralar, kendisine, ya melek görünür, ya da nidâlar gelirdi.
            Mîlâdın 610.yılının mübârek Ramazân-ı Şerif ayının 17.pazartesi gününe gelinmişti ki, Allâh'ın Rasûlü yine Hırâ dağındaki mağarada idi. Bir gece evvel, rûyâlarında; muazzam bir şekil, bir heybet, bir sûret, bir edâ, bir ışık ve bir renk görmüşlerdi. Bu; «kendisine sır tevdî edilen ve kendisinden, rûhun bâtınî mâhiyeti öğrenilen, mahrem ve emin kimse» mânâsına, «Nâmûs-ul Ekber» sıfatlı, «Cebrâil» idi.
            Cebrâil (A.S.), Peygamberimiz mağarada mürâkabe ve ibâdetin en derin ânında iken, Allâh'ın sevgilisine dünyâ ve madde perdesinde görünüverdi. "Ikra', (oku!..)" diyerek Allâh'ın (CC) emriyle ilk vahyi getirmiş oluyordu.
            Kâinâtın Efendisi okuma bilmiyordu, ümmî yaşamıştı. "Mâ ene bi-kâ'riin (ben okumağı beceremiyorum)" dedi. Cenab-u Hakk'ın hikmeti icabı Peygamber Efendimiz o ana kadar hiç ilmi tedrisat görmemişti. Zira RABBİMiz O'nun tâlim ve terbiyesini bizzat kendisi üzerine almıştı.
            Cebrâil (A.S.), üç kere aynı emri tekrarladı ve aynı cevabı aldıktan sonra, Peygamber Efendimiz'in mübârek göğsünü, hafifçe üç defa sıktı ve Allâh'ın ismiyle okumasını istedi. Böylece, acîb kudret sâhibi olan Cibril tarafından O'na, mânevi bir ameliyat tatbik edildi.
            Aslında Kur'ân-ı Kerîm'in bir nüshası Levh-i Mahfuz'da bir nüshası da Fahri Kâinât'ın kalbinde yazılı idi. Cibril tarafından tatbik edilen bu ameliyat ile, Fahri Kâinât'ın kalbi üzerinden perde yırtılmış, kaldırılmış ve birden okur oluvermişti. Böylece, en büyük bir mûcize zuhûr etmişti.
            İşte ilk vahiy... O zaman melek, mâverâdan (gâipten) gelen seslerin en tatlı âhengiyle;
            "Ikra', bismi-Rabbikellezî Halâk, ...
            (Seni yoktan vareden, ânen fe ânen terbiye edip büyüten Rabbî'nin ismiyle oku!. O, çok kerîm olan Rabbînin hakkı için ki O, kalemle ta'lim etti, insana bilmediklerini öğretti...)"
            (Alak sûresinin başında bulunan, bu âyet-i kerîmeler ilk gelen vahiy idi.)
            Rasûlüllah Efendimiz bunları, Cebrâil'in sesini tâkip ederek aynen belledi ve okudu. Âyetin, ALLAH Rasûlü tarafından kelimesi kelimesine tekrarına kadar bekleyen melek, ALLAH Kelâmı'nın, ALLAH Rasûlü'nün diline ve kalbine yerleştiğini görür görmez, birden kayboluverdi. Bu hâl, bir kurşunun ciğeri delip geçmesi kadar sürdü. Kurşun ciğerden çıkıp gider gitmez, te'siri başlamıştı.
            Peygamberimiz, kendisine vahyolunan âyetleri telakkî ettikten sonra, yüreği titreyerek, heyacanlı bir hâl içinde evine döndü. Hz.Hatîce'nin yanına geldi. Hz.Hatîce kendisini karşıladı ve "Anam babam sana fedâ olsun! Ben senin yüzünde, hiç şimdiye kadar görmediğim bir nur görüyor, Sende şimdiye kadar hiç duymadığım bir koku duyuyorum" dedi.
            Peygamber Efendimiz; "Beni örtün,.. beni örtün.." dedi.
            Hz.Hatîce, O'nu örttü. Ürpermesi geçinceye kadar sarındı, örtündü.
            Kısa zaman sonra bu durum değişti. ALLAH Rasûlü kendine gelip kalkınca, hâdiseyi, olduğu gibi Hz.Hatîce'ye anlattı. Vahy olunan âyeti O'na okudu. Hz.Hatîce de heyecanlanmakla beraber, O'nu teselli etti; "Hiçbir korku ve kaygıya sebep yok, boşuna üzülüyorsun, ALLAH, senin gibi bir kuluna kötülük eriştirmez. Zîra sen, akrabalık haklarına riâyet ediyorsun. Sözünde doğrusun. Güçlüklere dayanırsın. Müsâfirleri ağırlarsın. Felâkete uğrayanların yardımına koşarsın. Herkes nazarında sen MUHAMMED-ül Eminsin, böyle olan kulunu ALLAH yalnız bırakmaz." dedi.
            Hz.Hatîce, elbisesini giyindi. Rasûlüllah'ı yanına alarak birlikte amcazâdesi Varaka bin Nevfel'e gittiler. Bu fevkalâde hâli Varaka'ya anlattılar. Varaka, çok sevindi. "Kuddûsün! kuddûsün! Eğer hâl, anlattığın gibi ise, O'na gelen; Hz.Mûsa'ya gelen Nâmûs-u Ekber'dir, yâni büyük melekdir. Ah!.. ne olurdu.. halkı, yeni dîne dâvet edeceğin günlerde genç olsaydım.., kavmin, seni yurdundan çıkaracakları zaman sana yardım etseydim." dedi.
            Peygamber Efendimiz; "Onlar beni yurdumdan da mı çıkaracaklar?" diye sordu.
            Varaka; "Evet. Çünkü, senin gibi bir şeyi getirmiş, vahiy tebliğ etmiş de düşmanlığa uğramamış hiçbir peygamber yoktur. Eğer Senin dâvet günlerine erişirsem, sana, bütün gücümle yardım ederim yâ MUHAMMED..." dedi. 

            İLK MÜSLÜMANLAR 
            Hz.Peygamberimiz peygamberliğini ilk önce, en güvendiği insanlara açtı. Kendisini bu yolda, herkesten önce tasdik ederek îman ve hidâyet ile müşerref olan ilk müslümanlar;
            Kadınlardan Hz.Hatîce
            Hür erkeklerden Hz.Ebû Bekir
            Çocuklardan Hz.Ali
            Azatlı kölelerden Zeyd ibn-i Hâris
            Kölelerden Bilâl-i Habeşî oldu.
            Hz.Ebû Bekr'in himmet ve gayreti ile, Hz.Osman, Zübeyr ibn-i Avvam, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebi Vakkas, Talhâ ibn-i Ubeydullah Müslüman oldular ve Peygamberimiz ile birlikte namaz kıldılar. Bunlar, Müslümanlığı kabulde, namaz kılmakta, Peygamber Efendimiz'i ve O'na ALLAH'dan geleni tasdikte herkesi geçtiler.
                Hz.Hatîce (R.Anha) Vâlidemizin Müslüman Oluşu
            Peygamber Efendimiz'in bütün harekatını dakikası dakikasına takip eden ve dünyânın en zeki hanımı olan Hz.Hatîcet-ül Kübrâ zaten kendisine büyük teselli kaynağı idi. Gerek Meysere'nin Şam seyahatinde görerek kendisine anlattığı ve gerekse büyük âlim amcazadesi Vataka bin Nevfel'in beyanatı ve gerekse o zamanın en meşhur rahibi bulunan Addas'ın izahatı ile tam bir mâ'lumât elde etmişti. Cibril-i Emin hakkında mâ'lumâtı vardı. Âyet-i kerime'ler nazil olur olmaz ve davet emrini ifade eden âyetleri duyunca herkesten evvel Hatîcet-ül Kübrâ vâlidemiz îman etmiş, en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Dünyânın hiçbir hanımına nasip olmayan bu büyük şerefi kazanmak bahtiyarlığına nâil olmuştur.
            Hz.Hatîce vâlidemize Cebrail (AS)'ın öğrettiği gibi abdest almasını öğretti. Sonra Peygamber Efendimiz imam oldu, birlikte iki rekat namaz kıldılar.
                Hz.Ebû Bekir (R.A)'ın Müslüman Oluşu
            Ebû Bekir, Kureyş'in zengin, îtibarlı ve sözü en çok geçen kimselerinden biri idi. Peygamberimiz ile önceden de samimi dostlukları vardı. Peygamberimiz'i arayan, O'nu, Hz.Ebû Bekr'in dükkanında bulurdu.
            O diğer insanlar gibi putlara tapmaz, doğduğu günden beri onlara buğz eder, diğer insanların da tapmamasını isterdi. Ne yazık ki insanlar, putlara taparak onlardan yardım isterlerdi. Aslında putlara onlar da inanmazlardı. Amma yine de onlara taparlardı. Uzun çöl yürüyüşlerinde, geceleyin tatlı hamurdan yapmış oldukları putlara, ilk önce tapınır, duâ eder, sonra da gülerek tapındıkları putları yerlerdi.
            Hz.Ebû Bekir (R.A.) bunların hepsini biliyordu. Bunun için kendisi hiç puta tapmamıştı. Sâdece bir Allâh'ın var olduğuna inanmış, fakat O'na delâlet edecek birini bulamadığı için, sükut ederek susmağı uygun bulmuştu. Peygamber Efendimiz'e risâlet gelince, hiç tereddüt etmeden, hemen hak dîni kabul edip, müslüman oldu. Sonra da etrafındakileri bu Yüce Dîne sokmağa başladı. Amma birden herkese söylemiyor, sâdece güvendiği kimselere müslüman olmalarını söylüyordu.
                Hz.Ali (R.A.)'ın Müslüman Oluşu
            Hz.Ali, Peygamberimiz'in amcası Ebû Tâlib'in oğludur. Ebû Tâlib'in âile efrâdı çok kalabalık olduğundan Hz.Ali'yi Peygamberimiz yanına almıştı. Hz.Ali, o zaman henüz beş yaşında bir çocuktu.
            Bu küçük yaştan îtibaren Âhirzaman Peygamberi'nin terbiyesi altında yetişen Hz.Ali, Rasûlüllah Efendimiz'e peygamberlik verildikten sonra bir ara Hz. Peygamberimiz'in Hz.Hatîce ile birlikte namaz kıldıklarını görünce; "Yâ MUHAMMED! Bu ne?" dedi.
            Peygamber Efendimiz de; "Yâ Ali! Bu, Allâh'ın seçtiği, beğendiği dînidir. Ben seni, bir olan Allâh'a inanmağa dâvet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayacak olan Lât ve Uzza'ya bağlanmaktan tahzir ederim." dedi.
            Hz.Ali; "Ben, bu dîni bugüne kadar hiç işitmedim. Babama bu hususta bir danışayım." dedi.
            Peygamber Efendimiz, peygamberliğini daha açıklamadan önce bunun yapılmasını hoş görmediğinden; "Yâ Ali!..Eğer sana söylediğimi yaparsan yap, yapmayacak olursan, gördüğünü gizli tut, kimseye söyleme." dedi.
            O gece geçti. Sabahleyin, Hz.Ali, Peygamber Efendimiz'in yanına geldi ve "Bana söylediğin şeyi tekrarlar mısın." dedi.
            Hz.Peygamberimiz sözlerini tekrarlayınca, Hz.Ali Müslüman oldu ve Müslümanlığını babası Ebû Tâlib'den korkarak gizli tuttu. Hz.Ali Müslüman olduğu zaman takrîben on yaşlarında idi.
            Hz.Ebu Bekir müslüman olunca hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da müslüman olmaları için ikna etti. Eshâbı Kirâm'ın (R. anhüm) ileri gelenlerinden Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf. Sa'd bin Ebi Vakkas gibi kavminin ileri gelen yüksek şahsiyetleri bunların belli başlılarıdır. İlk müslüman olan bu zatlara sabikun-u evvelin denir.
            İSLÂMA AÇIK DA'VET
            Peygamber Efendimiz, ilk önce halkı İslam dînine gizlice dâvete ve putlardan ayırmağa başladı. Kendisine, daha ziyâde gençlerle halkın zayıf ve daha fakir olanları îmân etti. Zâten ilk emir, onların ibâdetlerini gizli olarak yapması idi. Çünkü kendilerine îmân etmeyenlerden bir zarar gelebilirdi. Hatta, namazda Kur'ân-ı Kerim açık açık okunmazdı. Herkes okuduğu şeyi gizli olarak okurdu. Bu hâl üç yıl böyle devam etti.
            Bu zaman içinde İslâmiyet'i kabul edenlerin sayısı kırka yükseldi. Artık, İslâmiyet'in tamamıyla meydana çıkarılması, cemiyet meydanında bayraklaştırılması, İslâma açıktan dâvet zamanı gelmişti. Peygamber Efendimiz, alenî tebliğatta bulunmakla emrolundu. Şu Âyet-i Kerîmeler nâzil oldu:
            "Ve enzir aşîretekel akrabîyn... (Yakın akrabalarını inzar et. Cenneti, cehennemi, ahkâm-ı Rabbâniyyeyi tebliğ etmek suretiyle korkut. Hakk'a dâvet edip uyar. Mü'minlere, Sana tâbi olanlara rahmet ve himâye kanatlarını aç, indir. Şâyet, sana âsî olup karşı dururlarsa, onlara; «Ben sizin işlediklerinizden tamamiyle uzağım» de.)" (Sûre-i Şuara, âyet 214-216).
            "Fesdağ bimâ tü'mer.. (Sana emrolunanı açıktan açığa beyân et, müşriklerden yüz çevir.)" (Sûre-i Hıcır, âyet 94).
            Bu âyetler nâzil olunca, ilk iş olarak da, o âna kadar gizli okunan Kur'ân açıkça ve yüksek sesle okunmağa, İslâma dâvet de açık açık yapılmağa başlandı.
                Akrabalarına İlk Da'vet ve Bir Mûcize
            Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'yi çağırarak; "Bize bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur. Sonra Abdulmuttaliboğullarını bana çağır. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum şeyi onlara ulaştıracağım" dedi.
            Hz.Ali, yemeği yaptıktan sonra Abdulmuttaliboğullarını Ebû Tâlib'in evine çağırdı. Dâvetliler; Peygamber Efendimizin, amcaları Ebû Tâlib, Abbas, Hamza, Ebû Leheb ve Abdimenafoğullarından bâzıları olmak üzere, ikisi kadın kırkbeş kişi idiler.
            Peygamber Efendimiz, bir insanın tek başına yiyebileceği eti parçaladı, dâvetlilere; "Bismillah! Buyurun!" dedi.
            Hepsi ondan doyasıya yediler. Her birisinin ancak ellerinin uzandığı yerlerden, azıcık bir kısmının eksildiğini gördüler. Sonra bir insanın yalınız başına içebileceği kadar bir kaptaki sütü içmeğe başladılar. Her birisi ondan da kanasıya içtiler. Etin ve sütün kalanları, sanki hiç el dokunulmamış, yenilmemiş, içilmemiş gibi idi.
            Peygamber Efendimiz, sırasını getirerek, onları Allâh'a îman ve ibâdete dâvete başlamıştı ki Ebû Lehep hemen ortaya atıldı ve (ibret alması gereken yemek mûcizesinden hiçbir ibret ve intibah almadığı gibi); "Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik" diyerek, ilâhi tebliğe karşı çıktı, Cemaatı dağıttı.
                Akrabalarına İkinci Da'vet
            İlk dâvette, Ebû Leheb'in çirkin sözleri ve davranışı ALLAH Rasûlü'nün çok ağırına gitti. Günlerce bekledi. Sonra Cebrâil (A.S.) gelip, «Allâh'ın emrini daha fazla geciktirmeden yerine getirmesi gerektiğini» Peygamber Efendimiz'e tebliğ etti ve kendisini cesâretlendirdi.
            Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'yi çağırdı; "Ey Ali! Şu adam, senin de işittiğin gibi, sözleri ile önüme geçti ve mani oldu. Ben onlarla konuşamadan dağıldılar. Sen önce yaptığın gibi yine bize yemek yap. Sonra onları bana topla." dedi.
            Bu ikinci toplantıda da yenilip içildikten sonra ALLAH Rasûlü; "Hamd Allâh'a yaraşır ki Ben O'na hamd ederim. Yardımı da ondan dilerim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki ALLAH'dan başka ilah yoktur. O birdir, O'nun eşi ve ortağı yoktur. Her halde, otlak aramağa gönderilen bir kimse gelip âilesine yalan söylemez. Vallâhi Ben, kimseye yalan söylemem, bütün insanlara yalan söylemiş olsam dahi yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam yine sizi aldatmam. Sizi dâvet ettiğim ALLAH, öyle bir ALLAH'dır ki ondan başka ilah yoktur. Ben de O Allâh'ın hâssaten size, umûmî olarak da bütün insanlara gönderdiği Peygamberim. Vallâhi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar ya temelli cennette kalmak ya da temelli cehennemde kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz." dedi.
            Bu sözler üzerine Ebû Leheb'den başkası, hepsi yumuşak ve müsâit sözler söylediler.
            İki Şeye Da'vet ve Hz.Ali'nin Mukabelesi
            Peygamber Efendimiz; "Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallâhi, Araplar içinde, benim size getirdiğim dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki kelimeye dâvet ediyorum ki, o da; «ALLAH'dan başka ilah bulunmadığına ve benim de, Allâh'ın Rasûlü olduğuma şehâdet getirmenizdir.» Yüce ALLAH, sizi buna dâvet etmemi emir buyurdu. Siz bu hususta, görmediğiniz mûcizelerden bâzısını da gördünüz. O halde, hanginiz bana bu yolda icâbet ederek vezîrim ve yardımcım olur?" dedi.
            Bu sözleri duyunca hepsi sustular. Peygamber Efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrarladı.
            Diğerlerinin sükûtuna mukâbil, her def'asında ayağa kalkan Hz.Ali üçüncüde de ayağa kalkarak; "Yâ Rasûlellah!.. Sana yardımcı ben olurum ben! Gerçi, bunların yaşça en küçüğüyüm. Görüşüm kısa, vücudum bücür, kollarım zayıf, baldırları en incesiyim. Fakat, buna rağmen ben bu işte senin vezîrin ve yardımcın olurum." dedi.
            Orada bulunanlar buna güldüler, gözlerini bir Ebû Tâlib'e bir de bu sözleri söyleyen çocuğa çevirdiler. Henüz onüç yaşında olan bu çocuk neler söylüyordu. Hâl böyle iken, hâlâ nasibsizler gözyaşı içinde boğulmuyor, erimiyor, kendinden geçmiyor ve teslim olmuyorlardı. Çare yoktu. Allâh'ın mühürlediği kalbi kimse açamazdı. Fakat hidâyetten nasîbi olanlara da kimse mâni olamazdı.