SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
Ynt: SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #5 : 22 Temmuz 2008, 22:44:02 »
Daha Geniş Çapta Da'vet
            Peygamber Efendimiz, kendi yakın akrabâlarını Hakk'a dâvetten sonra sıra bütün Mekke halkına gelmişti. Bir gün evinden çıkıp Safâ tepesine vardı. Orada, yüksek bir taşın üzerine çıktı. Şehâdet parmaklarını kulaklarına koyup;
            "Yâ Sabâhâh! Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î Haşim! Yâ Ben-î Fehir!
            (Ey Kureyşoğulları, Ey Haşimoğulları, Ey Fehiroğulları) Koşun ey Kureyş topluluğu, size önemli bir haberim var." diye seslendi.
            Bu öyle bir dâvetti ki, Fahri Kâinât'ın çağrısı, bir mûcize olarak altı saat uzaklardan duyuldu. Çünkü, Fahri Kâinât, adeta mânevi bir radyo ile konuşmuştu. Kendilerine hitâb eden, sıradan bir kimse değildi. Bir peygamberdi.
            Yakından uzaktan herkes duyarak, gelip önünde toplandılar. Peygamberimiz, onlara şunu sordu: "Ben size şu dağın arkasından bir düşman ordusu geliyor desem inanır mısınız?" Oradakilerin hepsi birden semâları çınlatan bir sesle; "Evet! Evet! Evet! İnanırız. Çünkü, Senden hiçbir yalan duymadık. Riyâ görmedik. Sen aramızda doğruluğun, dürüstlüğün mücessem bir timsâlisin. MUHAMMED'ül Emin'sin." dediler.
            Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de; "Ben size, önünüzdeki şiddetli azabın bildiricisiyim. Yüce ALLAH, bana en yakın akrabâlarımı âhiret azabıyla korkutmamı emretti. Sizi «Lâ ilâhe İllallâhü vahdehû lâ şerîke leh (ALLAHdan başka ilah yoktur. O birdir. O'nun eşi, ortağı yoktur)» diye şehâdet getirip îman etmeğe dâvet ediyorum! Ben de O Allâh'ın kulu ve Rasûlüyüm! Söylediğimi kabul ve tasdik ederseniz cennete gireceğinize taahhüt ederim. Siz «Lâ ilâhe illALLAH» demedikçe, ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim, îman ediniz!" dedi.
                Ebû Leheb'in Küstahlığı
            Burada Hz.Peygamberimiz'e hemen inananlar olmuştu. İnanmayanlar arasında da söyleşmeler başladı. Öyle ki; âdeta birbirleriyle çekişiyorlardı. Bu arada, Rasûlüllah'ın amcası Ebû Leheb yerinden fırlayarak kalktı; "Vay! Bizi bunun için mi çağırdın?" diye bağırarak, iki eline birer taş alıp «Tebben Lek (seni helâk edeceğim)» diyerek atmak istediyse de, Cebrâil (A.S.) mânen arkasından gelip, bileklerinden ellerini tuttu. Sallandı mallandı, amma atamadı.
            Onun bu hareketinden, Peygamber Efendimiz pek müteessir oldu. Bunun üzerine Cenâb-u Hakk, Habîbini teselli için "Tebbet Sûresi"ni indirdi. "Habîbim! Sen müteessir olma. Sen değil, o seni helâk edeceğim diyen Ebû Leheb'in iki eli de, dünyâsı da, âhireti de, çocukları da, âilesi de helâk oldu." buyurdu.
            Ebû Leheb, Peygamber Efendimiz'e ilk karşı çıkan oldu. Karısı Ümmü Cemile de dîne karşı çıkmakta ve düşmanlıkta ondan geri kalmadı. Şöyle ki; Ebû Leheb'in karısı, geceleyin dağlardan sert keskin dikenlerden toplar getirir, Peygamberimiz'in evi ile mescidi arasındaki yola döker, sererdi. Bundan dolayı Cenâb-u Hakk, Tebbet Sûresi'nde, onu, odun hammalı diye zemmetti. Oğulları da, Peygamber Efendimiz'in iki kızı ile nişanlanmış, nikahlanmış fakat henüz evlenmemişlerdi. Ebû Leheb ve karısı, oğullarını çağırarak; "Hemen karılarınızı boşayınız. Eğer boşamazsanız, bize evlat değilsiniz" dediler.
            Onlar da hemen boşadılar. Oğullarından Uteybe, terbiyesizliğin büyüğünü yaptı. Âilesini kolundan tuttuğu gibi Yüce Peygamberimiz'in huzuruna giderek, kızını teslim ettikten sonra, O'na şu sözleri söyledi: "Ben Senin dînini inkâr edenlerdenim ve Seni sevmem. Sen de beni sevmezsin. İşte onun için kızını boşadım." dedi. Bununla da kalmadı. Kâinâtın Efendisi'ne hücûm ederek, yakasından tuttu. Rasûlüllah Efendimiz'in gömleği yırtıldı.
            Bu hunhar zâlimin yaptığından ALLAH Rasûlü çok müteessir oldu. Onun için; "Yâ Rab! O'nun üzerine canavarlarından bir canavar musallât et" diye bedduâ etti. Çok geçmeden Uteybe, babası Ebû Leheb ile birlikte Şam'a giderken Zerka'da, babası ve arkadaşlarının arasında uyurken bir arslan gelip onu paramparça etti. Böylece Peygamber Efendimiz'in bedduasının kabul buyrulduğu açıkça görüldü.
            Peygamber Efendimiz'in tebliğ ettiği Yüce Dîne karşı bütün düşmanlığı yapan, fakat dînin yayılmasının asla önüne geçemeyen müşrikler, Peygamber Efendimiz'in iki erkek çocuğunun vefât etmiş olmaları sebebiyle kendi kendilerine şöyle tesellide bulunurlardı: "O'nun Kâsım ve Abdullah'dan başka oğlu yok, eğer kendisi ölürse çocukları zâten vefât etmiştir, böylece dâvâ bitmiş olur."
            Amma onlar bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı ki dünyâ O'nun için yaratılmıştı. İnsanlık onun içindi. Herşey O'nun için yaratılmıştı. O olmasaydı dünyâ yaratılmazdı. Bunların hiçbirini müşrikler bilmiyordu. Onların sâdece bildiği bir şey varsa put ve heykel dikip ona tapmaktı. Hatırlarına gelmiyordu ki O'nun şeriatı kıyâmet gününe kadar kalacak, ümmeti, kendisinin evlâdı ve ahfâdı olacaktı

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN EN BÜYÜK MU'CİZESİ KUR'AN'DIR
            Musâ Aleyhisselâm zamanında sihir ve sihirbazlık çoktu. İnsanlar sihirle uğraşmağa meyletmişlerdi. Cenâb-u Hak da Hz.Musâ'ya bir asâ vermişti. Bu asâ ile meydana gelen hârikulâde hâdiseler O'na verilen mûcizelerin en büyüğü idi.
            Peygamber Efendimiz zamanında ise şöhret bulan şey şiir ve edebiyattı. Az çok konuşmasını bilen herkes şiir söyler, şiir yazardı.
            Araplar, kendi aralarında düzenledikleri şiir yarışmalarında mahâretle şiir söylerken, âyet âyet inen Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetine bile benzer şiir ve nesir yazamamışlardı ve yazamayacaklardı. Zîra Kur'ân-ı Kerim'de Cenâb-u Hak mealen; "Ey Habîbim! Sen onlara de ki; Eğer bütün insanlar ve cinniler, Kur'ân'a bir misil getirmek için birleşseler, uğraşsalar, bâzıları bâzılarına yardımcı da olsa, aslâ ona bir nazîre bir misil yapamazlar." buyuruyordu (Sûre-i İsra, âyet 89).
            Münkirler, bir araya gelerek O'nun benzerini yapmağa çalıştılar amma beceremediler, yapamadılar. Yazmış oldukları şeye kendileri bile gülmeğe başladılar. Öyle ki; Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerin bâzılarının tek kelimesinin bile bir kitap yazacak kadar mânâ taşıdığını görmüşler ve anlamışlardı. Anlamışlardı amma geç anlamışlardı.
            Hele Arap lisânındaki eski kelimeleri ve aynı zamanda bir kelimenin bütün mânâlarını bilenler ve mecaz ilmine vâkıf olanlar, okudukları Kur'ân'ı anlıyor ve O'nun derin zevkini yaşıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm'i tekrar tekrar okumak, insanı hiç bıktırmıyordu. Bu da gösteriyordu ki, O insanların yazdığı basit kitaplardan değildi. Arapların içinde bâzı kimseler bunu anlıyor ve anladıkları için müslüman oluyorlardı.
            Halbûki öyle kitablar vardır ki, bir kere okunduktan sonra belki bir daha okunmak istenirse insana bıkkınlık gelmeğe başlar. Kur'ân-ı Kerim asırlardan beri okunmaktadır ve insanlar O'nu okumaktan hiç bıkmamışlardır. Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in hususiyetlerinden sadece bir tanesidir.
            Arap Dili Edebiyâtına vâkıf olanlar daha kolay müslüman oluyorlar ve Kur'ân-ı Kerîm'i okuyorlar. O'nun manası üzerinde dersler vermeğe çalışıyorlardı. Tabî hepsinin öğreticisi de Peygamberimiz'di. Peygamberimiz de vahiy yoluyla bunların mânâlarını Allâhü Teâlâ'dan öğreniyordu.
            Müslüman olmayanlar bile Kur'ân-ı Kerîm'in beşer tâkâtının dışında bir kelâm olduğunu ikrar ve itiraftan kendilerini alamıyorlardı. Nitekim Kureyş'in meşhurlarından Velîd'ibn-i Muğire, Peygamberimiz'in huzuruna gelerek; "Bana Kur'ân-ı Kerim okur musunuz." diye ricâda bulunmuştu.
            Rasûlü Ekrem de şu Âyeti Kerîme'yi okudu: "İnnallâhe ye'mürü bil'adli vel'ihsâni ve îtâi-zil'kurbâ ve yenhâ anil'fahşâ-i ve'lmünkeri ve-l'bağy, yaızuküm lealleküm tezekkerûn. [Meâl-i şerifi: Şüphesiz ki, Allâhu Teâlâ adaleti, iyiliği, (hususiyle) akrabaya vermeyi emreder, kötülüklerden münkerden zulüm ve tecebbürden nehyeder. Size (bu suretle) öğüt verir ki, iyice dinleyip ve anlayıp tutasınız (diye)]" (Sûre-i Nahl, âyet 90)
            Velid'ibn-i Muğire bu Âyeti can kulağı ile dinledikten sonra şunları söyledi: "Vallâhi, bunda bir çekicilik var ve üzerinde husnü letâfet var. Pek derin ve faydası çok olan bir kelâm olduğuna inanıyorum. Bu âyeti ve diğerlerini beşer söyleyemez." Sonra kavmine dönerek şöyle dedi: "Sizin içinizde benden güzel şiir anlayan hiç kimse yoktur. Şiirin her türlüsünü sizden iyi bilirim. Üstelik cin şiirlerinin manalarını bile bana sormuyor musunuz? MUHAMMEDî'lerin okuduğu kelâm sizin okuduğunuz ve dinlediğiniz hiçbir kelâma benzemiyor. Bu kelâm bütün bildiğiniz ve dinlediğiniz şiirlerden ve nesirlerden üstündür"
            Yine bir gün Hâtemül Enbiyâ Efendimiz, Harem-i Şerif'in bir kenarında otururken diğer kenarında da Kureyş'in ileri gelen meşhurları oturuyordu. Onlardan Velid diye mâruf olan Utbe bin Rebîa diğerlerine şöyle demişti: "Ne dersiniz, şimdi gidip de MUHAMMED'le konuşayım ve kendisine istediği rütbeyi ve istediği her şeyi vereceğimizi yeter ki dâvâsından vazgeçmesini söyleyeyim mi?"
            Etrafındakiler; "Söyle. Eğer kabul ederse istediğini verir, istediği mevkiye O'nu getiririz." dediler. Bâzıları kabul edeceğini zannediyorlardı. Amma bakalım, O kabul edecek miydi? Utbe, Rasûlü Ekrem'in yanına geldi ve o yolda bir çok sözler söyledi. Aklınca nasîhatlarda bulundu.
            Peygamberimiz; "Bitti mi?" dedi.
            Utbe; "Evet, bitti." diye cevap verdi.
            Bunun üzerine Hz.Peygamberimiz, "Öyle ise şimdi beni dinle." dedi ve O'na uzun boylu konuşmadı. Sadece bir Sûre okudu. Bu Sûre onu doğru yola getirmeğe yetecek ve artacaktı.
            "Bismillâhirrahmânirrahîm. Elif, lâm, mîm, tenzîlül kitâbi lâ raybe fîhi min Rabbil âlemîyn [Meâl-i şerifi: Elif, lâm, mîm. Bu kitabın indirilmesi ki, onda hiçbir şüphe yoktur. O âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.]" (Sûre-i Secde, âyet 1-2) diye Secde Sûresi'nden okumağa başladı. Secde âyetine geldikten sonra kalkıp secde etti. Utbe'ye dönerek; "İşittin mi? Yâ Ebâ Velid?, İşittin mi? Yâ Ebâ Velid?" diye sorunca,
            Utbe; "İşittim. İşte Sen, işte O" diye cevap verdi.
            Utbe hemen yerinden kalkarak, doğruca kendi takımından olan insanların yanına gitti ve onların merakla kendisini beklemekte olduklarını gördü. İçlerinden bâzıları; "Ne oldu?" diye sordu,
            Utbe; "Hiç sormayın, bir kelâm işittim ki, bu kelâmı şimdiye kadar hiç kimseden duymadım. Vallâhi bu söz şâir sözü değildir. Sihir değil, kerâmet değildir. Ey Kureyş uluları; bana kalırsa sizler MUHAMMED'le hiç uğraşmayınız. Beni dinlerseniz, O'na hiç dokunmayınız. O'nu kendi hâline bırakınız." dedi.
            Utbe'den bu cevabı aldıkları zaman ne diyeceklerini şaşırdılar. Amma yine de bir kısmı müşrik olmaktan geri durmadılar.
O'nun İçin Neler Dememişlerdi?
            Kimi «mecnun» demişti, kimi «kâhin» ve kimi de «şâir» demişti. Kureyş kavmi, hac mevsimi gelince İslam dîninin yayılacağından korkuyorlardı. Buna mâni olmak için bir takım tedbirler almağı düşündüler. Yapacaklarını kararlaştırmağa koyuldular.
            İçlerinden biri; "Hac mevsimi yaklaşmış bulunuyor. Şimdi her taraftan adamlar gelecek. Eğer bir tedbir almazsak onlardan da adamlar kandırılacak, Müslüman olacaklar. Bunu önlemenin bir çâresini bulalım. Ne diyeceksek şimdiden kararlaştıralım" dedi.
            Bu fikir kabul edildi. Ne diyeceklerini kararlaştırmağa başladılar.
            İçlerinden bâzıları "Kâhin diyelim" dediler.
            Amma Velid ibn-i Muğîre, buna; "O Kâhin değildir. O'nun sözleri aslâ kâhin sözüne benzemez." diyerek îtiraz etti
            Bâzıları; "Mecnun diyelim." dedi.
            Velid ibn-i Muğîre; "Olmaz, mecnun desek kim inanır. O'nda aslâ delilik alâmeti yoktur."
            "Şâirdir diyelim." diyen oldu.
            Velid ibn-i Muğîre; "Bu da olmaz, okudukları şiir değildir. Zîra şiirin kısımlarını biliyoruz. Bu sözler hangi şiirin hangi kısmına uyar ki?"
            (Hâşâ) "Sihirdir diyelim" diyenler oldu.
            Velid ibn-i Muğîre; "Bu da aslâ olmaz. Sihirbaza neresi benziyor? Okuyup üflemesi var mı? Sonra düğüm bağlıyor mu? Velhasıl sihirbâzın işlerine benzer bir işi var mı? Yok. O'na nasıl sihirbaz diyebiliriz. Buna kim inanır?" dedi.
            Rasûlü Ekrem hakkında ne diyeceklerine karar veremediler. Çünkü O, söyledikleri hiçbir fikrin sâhibi değildi. O'na yakıştırmak istedikleri şeylerle uzaktan yakından alâkası yoktu. Böylece O'na iftira atmağa güçleri yetmedi.
            Böyle bir mûcizeden habersiz olarak hâlâ O'nun bir peygamber olduğuna inanamamaları ne acı ve hazîn bir nasipsizlik değil mi?
            Nihâyet Hac mevsimi geldi çattı  . Rasûlü Ekrem akın akın Mekke'ye gelen hacıları hak dîne dâvet ediyordu. Medîne'nin yarısından fazlası müslüman olmuştu. Benî Seleme kabîlesinden bir kaç kişi Kur'ân'dan âyetler dinlemişler, şimdiye kadar duymadıkları şeyler olduğunu gördükleri zaman, hemen müslüman olmuşlardı. Kabîlelerine döndükleri zaman Hz.Peygamberimiz'den bahsederek O'nun basit bir insan olmadığını, kendilerinin müslüman olduklarını söyledikleri vakit, kabîleden onlara karşı çıkanlar olmuşsa da takdir edenler de çok olmuştu. Hattâ aynı kabîleden Amr'ibn-i Camuh müslüman olan oğluna; "O zâttan işittiğin sözlerden bir kısmını bana söyle" dedi.

            Fâtiha-i Şerife'yi okudu. Babası hayretler içinde kaldı.
            "Çok güzel, çok güzel. Diğer söyledikleri de bunlar gibi güzel mi?"
            Oğlu cevap verdi: "Daha güzelleri bile var"
            Bedevî Araplardan biri, "Fesdağ bimâ tü'mer. [Meâl-i şerifi: Sana emrolunanı (kafalarını çatlatırcasına) açıktan açığa beyan et, (darılacaksa darılsın, kırılacaksa kırılsın,) müşriklere aldırış etme.]" (Sûre-i Hıcr, âyet 94) Âyet-i Kerîmesini işitince hemen secdeye kapandı ve şöyle dedi: "Bu sözün fesâhatına secde ettim."
            Bir diğeri de Sûre-i Yûsuf okunurken îmâna gelmişti. Hattâ bu Sûre'nin 80.âyeti okununca şöyle demişti: "Şehâdet ederim ki hiçbir mahluk buna benzer söz söyleyemez."
(80. âyet: «Felemmestey'esû minhü hâlesû neciyyâ, ilh. [Meâl-i şerifi: Vaktâ ki, artık ondan ümitlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler. Büyükleri dedi ki: Babanızın sizden ALLAH adıyle teminat almış olduğunu, daha evvel de Yusuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmediniz mi? Artık ben, ya babam bana izin verinceye yahut benim için Allâhu Teâlâ hükmedinceye kadar, buradan katiyyen ayrılmam, O hakimlerin en hayırlısıdır.]» Sûre-i Yûsuf, âyet 80)

            Ebû Zer bile kardeşinin sözlerini duyduktan sonra îmâna gelmişti. Kardeşi Mekke'nin en tanınmış şâirlerinden biri olan Enis'ti. O'nun şiirlerini herkes zevkle dinlerdi. Bir gün Enis, Mekke'ye geldiği zaman Hz.Peygamberimiz'in sözlerini duymuştu. Geri döndüğü zaman kardeşi O'nun evsâfını beyân etmişti. Ebû Zer, kardeşinin beyân ettiği şahıs hakkında daha fazla mâlumât toplamak istediğinden olacak ki soruların ardı arkası kesilmiyordu.
            "Mekkeliler O'nun hakkında ne diyorlar?"
            Enis; "Şâirdir, kâhindir, sihirbazdır, diyorlar. Ben, kâhinlerin sözlerini işittim, sonra şâirlerin şiirlerini dinledim ve sihirbazları gördüm. MUHAMMED (S.A.V.) denilen zâtı kimselere benzetemedim. Anladım ki MUHAMMED (S.A.V.) doğrudur, diğerleri yalancıdır."
            Enis'in kardeşi Ebû Zer hiç fırsat kaybetmeden müslüman oldu. Kardeşinin sözleri üzerine müslüman olanlar o kadar çoktu ki artık Peygamberimiz'i görmeden müslüman olanlar da artıyordu.
            Kur'ân-ı Kerîm'in hiçbir şeye benzememesi, sâdece kendisine benzemesi, O'nu daha da yüceltiyordu. O ne şiirdir, ne de nesirdir. O, tamamen bir mûcizedir. Bütün Âyet-i Kerîme'ler belâğat bakımından bir derecede olmayıp birbirine nazaran daha üstündür. Amma cümlesi mûcizedir. Yânî misli ve benzerini meydana getirmekten insanlar âcizdir. Sade insanlar değil bütün kâinât âcizdir.
            Müşrik Arap ulemâsından bâzıları, Kur'ân-ı Kerim gibi bir kitap meydana getireceklerini söyleyerek çalışmalara başladılar. Fakat çalışmaları kendi istekleri ile yarıda kaldı. Çünkü söyledikleri sözler çok basit cümleler oldu.
            Muallâkat-ı Seb'a, Kâbe duvarlarında asılı idi. Onların okuyucusu vardı. Şiir yazmak ve okumak Arapların üzerinde durdukları bir mevzuu idi. O zamanlarda en câhil kimseler bile muhayyilelerinin genişliğine göre şiir yazarlar ve bu şiirlerle yarışmalara katılırlardı. İçlerinden en güzelleri seçilerek yazarlarına hediyeler verilir, taltif edilirlerdi. 

            Belağatın en âlâ derecesinde olan Kur'ân Âyetleri nâzil olmağa başlayınca şâirler arasında da çözülmeler başladı ve şu Âyet-i Kerîme'yi; (estaîzübillâh) "Ve Kîle yâ ardubleî mâeki veya semâü aklıi ve ğîzel'mâü ve gudiyel'emrü vesteved alel' cûdiyyi ve Kîle buğden lil kavmizzâlimîn, [Meâl-i şerif: Allâhu Teâlâ tarafından denildi ki; "Ey arz, suyunu yut, ey gök sen de tut." Su kesildi iş olup bitirildi, (Gemi de) Cudi (dağının) üzerinde durdu. O zâlimler güruhuna "uzak olsunlar" denildi]" (Sûre-i Hud, âyet 44) duyan, dinleyen, belağattan anlayan, bütün insanlar müslüman oldular. Bu Âyet-i Kerîme birçok kimseye tesir etmişti.
            O vakitler, Muallakâtı Seb'a şâirlerinin en meşhuru İmri-ül Kays'dı. Kardeşi yaşıyordu. Bu Âyet-i Kerîme'yi işittiği zaman şöyle dedi: "Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahi bu sözlerin yanında duramaz. Bu sözler gerçek olanlardır".

            Doğruca Kâbe'ye giderek kardeşinin şiirini indirdi. Diğerlerinin de bir hükmü kalmamıştı. Çünkü kardeşinin şiiri en yüksekte duruyordu. Yüksekteki indirilirse alçaktakilerinin hükmü kalır mıydı? Artık Kâbe duvarında sâdece Kur'ân-ı Kerîm'in Âyetleri vardı. Halk onları okuyarak yüce sanatın zevkine varıyordu. Diğer eserlere bakanlar yoktu. Müşrik kalmakta israr edenler ise bu duruma çok kızıyorlardı. Amma ellerinden bir şey gelmiyordu. Susmaktan başka çâreleri yoktu.

            Birçok kimseler, bu Âyetlerin ALLAH Kelâm'ı olduğuna inanmışlardı. Zira, onlar Peygamberimiz'in ümmî olduğunu biliyorlardı. Böyle sözleri kendi başına söylemesine imkan yoktu. Söyleyebilmesi için bilmesi gerekti. Bilmesi için de ya duyması ya da okuması lâzımdı. Halbûki Peygamberimiz ne biliyordu, ne de başkasından duymuş veya ders almıştı.

            Ne var ki, en büyük bir mûcize olarak Cenâb-u Hak bir anda geçmişlerin ve geleceklerin ilmini Habîbi MUHAMMED'ül Mustafa (S.A.V.)'e ihsan etmiş ve O'nu her türlü ilim ve hikmetin menbaı kılmıştı.

Çevrimdışı pusula

  • ****
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Hatay
  • 290
  • +57/-3
  • Cinsiyet: Bay
  • Kaybolduğunuz yolda pusulanız Hz. Kur'an olsun...
Ynt: SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #6 : 23 Temmuz 2008, 06:56:29 »
aarroo 103 güzel bir paylaşım  asss

                                                                      (+)

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #7 : 31 Temmuz 2008, 19:07:59 »
aarroo  kardeşim.  goody
[b]
Emeğine sağlık. (+)[/b]

Çevrimdışı evren

  • ***
  • Join Date: Haz 2008
  • 166
  • +48/-0
SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #8 : 12 Ocak 2009, 18:05:40 »
elinize saglık hocam 103 aarroo

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
SİYER-İ NEBİ (S.A.V) TAMAMI
« Yanıtla #9 : 07 Haziran 2009, 10:21:23 »
İlk Müslümanlar ve Uğradıkları Ezâ ve Cefâ

            Müşrikler, ilk Müslüman olanlar içinde kendilerine arka çıkacak kuvvetli adamı bulunmayan, kabîle hâmisi olmayan zayıf gördükleri fakirlere, yapmadık zulüm ve işkence bırakmıyorlardı. Onları aç ve susuz bırakırlar, döverler, kızgın kumların üzerine yatırıp işkence yaparlardı.

            En Çok Ezâ ve Cefâya Uğrayanlardan Bâzıları

            Yâser ailesine işkence: Ebû Cehil, Kureyş'den birinin İslam olduğunu haber alınca, O'na gelir ve O'na malında ve ticâretinde eziyet ederdi ve ettirirdi. Ammar bin Yâser'in başına ateşte kızdırılmış saç koyarlar, bu şekilde işkence ederlerdi. Ammar'ın babası Yaser, kardeşi Abdullah ve annesi Sümeyye de îmanları yüzünden Mekke'nin kızgın çölüne çıkarılıyorlar ve eziyet ediliyorlardı.
            Allah Rasûlü onlara uğruyor, onların çektikleri azap ve ızdırapları bizzat görüyordu. Fakat, Müslümanların az ve zayıf olmasından dolayı hiçbir şey yapmağa muktedir olamıyorlardı ve onlara şöyle diyordu: "Sabredin, Ey Yâser âilesi, size cennet vadedilmiştir."
            Yâser, Peygamber Efendimiz'e; "Zaman hep böyle mi sürüp gidecek?" diye sordu.
            Peygamber Efendimiz; "Allahım!.. Yâser âilesine rahmet ve mağfiretini ihsan et!" diyerek onlara duâ etti.
            Bir müddet sonra Yâser, işkenceye dayanamayarak can verdi. Zevcesi Sümeyye çok yaşlanmış zayıf bir kadındı. Ebû Cehil, Sümeyye'ye: "Sen, ancak cemâline aşık olduğun için Muhammed'e imân ettin" deyince, Sümeyye ona ağır laflar söyledi. Ebû Cehil de kızarak elindeki mızrağını O'na saplayıp Sümeyye'yi şehîd etti.
            Din yolunda erkeklerden ilk şehîd Yâser, kadınlardan da ilk şehîd Yâser'in zevcesi Sümeyye oldu.
            Bilâl-i Habeşî: Soy îtibariyle, Habeşli bir zencidir. Ümmiye'tibni Halef'in kölesiydi. Ümmiye, İslâmın büyük düşmanlarından olduğundan, kölesine yapmadık eziyet bırakmadı. O'nu kızgın kumlar üzerine yatırıp, göğsüne kızgın taşlar koyarak saatlerce güneş altında tutardı. Bilâl, imân aşkının verdiği kuvvetle bunlara dayanır, "Allah birdir, bir." diyerek, bunlara katlanırdı.
            Bilâl-i Habeşî'nin himâye edecek kimsesi yoktu. Boynuna ip takarak çocukların ellerine verip sürüklüyorlardı. Boynunu ip kesiyor, kanlar akıyor, fakat ağzından yalnız "Allah birdir, bir." sözü çıkıyordu.
            Peygamber Efendimiz, oradan geçerken Bilâl-i Habeşî'ye böyle işkenceler yapıldığını ve O'nun; "Yâ Ahâd!.. Yâ Ahâd!.. (Ey bir olan Allahım, Ey bir olan Allahım)" diyerek, Cenâb-u Allâh'a ilticâda bulunduğunu gördü. "Devam et, O Ahâd isminin sâhibi seni kurtarır" buyurdu.
            Peygamberimiz, durumu Eshâbına haber verdi. Bunun üzerine Hz.Ebû Bekr'ini's-Sıddık, koşarak onlara; "Siz bunu işkence ile öldüreceksiniz de, elinize ne geçecek? Bunu bana satın." dedi.
            "Satmayız." dediler. Çok ağır bir para teklif ettiler. Öyle ki, Hz.Ebû Bekr'i servetinden edip, başkalarına muhtaç edecek şekilde bir para teklif ettiler.
            Hz.Ebû Bekr'is'Sıddık gidip, derledi toparladı, o parayı getirip Bilâl'i onlardan satın alarak, Allah rızası için âzâd etti.
            Müşrikler buna hayret ettiler, şaştılar. "İnsan, kendinden başkası için bu kadar parayı verip âzâd edemez. Olsa olsa, O'nun yanında önceden kazanılmış ve kendisine emânet edilmiş, Bilâl'in parası varmıştır da, O, onunla bunu almıştır." dediler.
            Cenâb-u Hakk indirdiği âyetle, müşrikleri tekzîb etti ve "Benim Ebû Bekir kulumun yanında, başkası için emânet bırakılmış bir para yok. O ancak Allah rızası için yaptı. Rabbîsi O'ndan, O da Rabbîsinden razıdır." buyurdu.
            Suhayb-i Rûmî: Müşrikler, Suhayb'i Müslümanlıktan döndürmek için, ne söylediğini bilmeyecek hâle getirinceye kadar döverlerdi. Bir gün Suhayb, Hubab ve Ammar birlikte giderlerken Kureyş müşrikleriyle karşılaştılar.
            Müşrikler; "İşte Muhammed'in oturup kalktığı kimseler şunlar!" diyerek hakârete kalkıştılar.
            Suhayb; "Evet biz, Allâh'ın Peygamberi ile oturup kalkan kimseleriz. Allâh'ın Peygamberine biz îmân ettik, siz küfrettiniz. Biz, O'nu tasdik ettik, siz tekzib ettiniz. Müslümanlıkta değersizlik, müşriklikte de üstünlük bulunmaz." deyince, üzerine saldırdılar.
            "Allâh'ın aramızdan nîmet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar ha!.." diyerek, Suhayb'i dövdüler.
            Bunca ezâ ve cefâya rağmen; hidâyet yolundan dönen, dayanamayan, şüphe ve kaygıya düşen, nefsine kapılan, içi burkulan, îmân duygusu gölgelenen, küfre kayan veya kayar gibi olan tek kişi dahi olmadı.

                Müşriklerin Elebaşıları

            Ebû Cehil: Ebû Cehil, Müslümanların en büyük, en azılı düşmanı, küfrün önderi idi. O, varlıklı, güçlü kuvvetli ve istediği zaman bütün Kureyş halkını kendi etrafında toplayacak bir güce sâhipti. Müslümanların, onun elinden ve dilinden çekmediği kalmadı. Öyle ki, Müslümanlara işkencenin en ağırını yapıyor ve yaptırıyor, İslâmiyetin yayılmasını önlemek için her çâreye başvuruyordu.
            Ebû Leheb: Peygamber Efendimiz'in öz amcalarından birisi olmasına rağmen, İslâmiyetin en azılı düşmanlarındandı. Karısı Ümmü Cemile de kocası gibi düşman, Peygamber Efendimiz'e eliyle diliyle ezâ verenlerden biriydi. Ebû Leheb hasta olduğundan Bedir harbine gidememiş, bedel göndermiş, Bedir'de Müslümanların gâlibiyet haberini yatağında duyunca, iki kere ölmüştü.
            Velid ibn-i Muğîre: Kureyş'in nüfuzlularındandı. İslâmın azılı düşmanlarından, nesebi gayri sahih soysuzun birisiydi.
            Âs ibn-i Vâil: İslâmiyet ve O'nun Peygamberi ile acı acı alay eden, Peygamber Efendimiz'in oğlu Kâsım vefât ettiği zaman, «Muhammed ebterdir, erkek evlâdı yaşamıyor, O'nun sonu yoktur» diyen bu adamdır. Evlat acısıyla yüreği kanayan bir babayı teselli edecek yerde, o böyle acı sözler söyleyecek insafsızın birisidir. Fahri Kâinât'ın düşmanları, ictimâî mevkiileri ne olursa olsun, işte böyle insanlıktan uzak kimselerdi.
            Cenâb-u Hakk, Kevser Sûresi'nin son âyetiyle, «Âsıbni Vâil'in kendisinin ebter olduğunu» beyânla zemmetmiştir.
            Ölümü şöyle oldu: Bir defasında eşeğine binmiş Mekke civarında bir dağ geçidinden geçerken, eşeği onu yere düşürüp bacağını ısırdı. Bu yara bacağının şişmesine ve ölümüne sebep oldu.
            Nad'ribni Hâris: Peygamber Efendimiz'e ve Müslümanlara ençok ezâ ve cefâ edenlerden biri de bu adamdı. Acem hikayelerine vâkıftı. "Muhammed size esâtir-i evveliyni (Hâşâ, geçmişlerin masallarını) söylüyor." derdi.
            Bunun hakkında birkaç âyet nâzil oldu. Bedir harbinde esir alınıp Rasûlüllah'ın emriyle öldürüldü.

            Diğer Düşmanlar: Ümmiye'tibni Halef, Utbe ibn-i Rebîa, Übeyy'ibn-i Halef, Hubeyre ibn-i Ebi Vehb, Hakem ibn-i Ebül As ... vs.dir.