İtikadi Mezhepler

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı gece_mavisi

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Bursa
  • 3684
  • +299/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Uyanan Gençlik
İtikadi Mezhepler
« : 22 Kasım 2010, 05:57:06 »
İTİKADÎ MEZHEPLER [1]


Giriş


Muhacir ve Ensardan oluşan ilk müminler ve samimiyetle bun­lara tâbi olanlar, inançlarını, doğrudan Kur´an-ı Kerim´den alıyor­lardı. Allah Tealâ´nin zatına nelerin yakıştığını ve nelerin yakışma­yacağını, âyet-i kerime´lerden öğreniyorlardı. Bu sebeple, ilk müslümanlar arasında herhangi bir itikadı meselede tartışma olmamıştı.

Makrizî, «Hıtat» adlı eserinde şöyle der: «Şunu bil ki, Allan Tealâ, Arapların içinden elçisi Muhammed´i, bütün insanlara pey­gamber olarak gönderince Ruhüleniin Cebrail´in, Peygamber´e getir­diği Allah Tealâ´mn kitabında ve Allah Tealâ´nm doğrudan Peygam­berine gönderdiği vahiyde Allah Tealâ, kendisini bizzat nasıl sifat-landırmışsa, Peygamber de insanlara rablerini o şekilde anlattı. Bu sebeple köylü olsun, şehirli olsun hiçbir Arap, Peygamber Efendimiz´-den, itikadı mevzular hakkında herhangi bir şeyin açıklanmasını iş­lememişti. Halbuki namaz, zekât, hac ve Allah Tealâ´nm emir ve yasağı bulunan diğer hususlarda, kıyametin durumu, cennet ve cehennem hakkında çeşitli sorular soruyorlardı.

Eğer, itikadi meseleler hakkında da herhangi bir açıklama istenseydi, helal-haram hakkında, teşvik ve sakındırma hususunda, kıya­met, savaş ve fitne mevzularında nakledilen hadîsler gibi, Allah Te­alâ´nm sıfatları hakkında da, sorulara cevap olarak, bir kısım.hadis­ler rivayet edilmiş olurdu. Diğer mevzularda rivayet edilen hadîsler, hadîslerin mânâlarını izah eden, nakil yollarını açıklayan ve hadislerin metinlerini toplayan hadîs kitaplarında mevcuttur. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in hadîslerini toplayan kitapları dikkatle incele­yen ve selefi salihin´den gelen eserleri tedkik eden kimse görür ki, tabaka ve sayıları çok olmasına rağmen, herhangi bir sahabînin Resulullah (S.A.V)´den, Aliah Tealâ´nın Kur´an-ı Kerîm´de veya Pey­gamberinin lisanıyla kendisini vasfetttiği herhangi bir sıfat hakkın­da Peygamberimiz (S.A.V.)´den birşey sordukları, sağlam veya za­yıf bir yolla rivayet edilmemiştir. Bilâkis, hepsi Allah Tealâ´nın sı­fatları hakkındaki metinleri anlamışlar ve Allah Tealâ´nm sıfatları hakkında konuşmaktansa susmayı tercih etmişlerdir.

Evet, hiçbir şahabı, Allah Tealâ´nm sıfatları arasında, sifat-ı zatiyye veya sıfat-ı fiiliyye şeklinde herhangi bir ayırım yapmamıştır. Bütün sahabîler, Allah Tealâ´ya, ilim, kudret, hayat, irade, semi´, ba­sar, kelâm, celal, ikram, cûd/ inam, izzet, azamet gibi ezelî sıfatlar nisbet etmişlerdir. Sıfatların hepsi hakkında aynı sözü söylemişler­dir.»

İşte Makrizî bunları anlatmaktadır. Bu anlatılanlar, muhacir, ensar ve onlara samimiyetle tâbi olanlar hakkında tamamen doğru­dur. Ancak, kendilerini tamamen Allah´a vermiş bu zatlar dışındaki bazı müslümanlardan fitne çıkarmak için ortaya soru atanlar gö­rülmüştür. Allah Tealâ, bu gibi insanların durumlarını açıklayarak şöyle buyuruyor: «Sana kitabı indiren O´dur. O´nun bir kısım âyet­leri muhkemdir, mânâsı açıktır. Bu âyetler, kitabın esasıdır. Diğer bir ktsım âyetleri de müteşabihtir, anlaşılması güçtür. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak ni­yetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise -Biz bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimizin katmdandır.» derler. Bunları ancak, akıl sahipleri düşünür.» «Onlar, Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten son­ra kalbimizi haktan çevirme bize kendi katından rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen, çok bağışta bulunansın derler.»[2]

Ortaya atılan meselelerden birincisi «Kader» meselesiydi.[3]



1- Kader Meselesi:


Zaman zaman bazı tartışmalara yol açan meselenin, kader me­selesi olduğu görülmektedir. Bu mesele, İslâmdan önceki dinlere men­sup olanları da meşgul etmiştir. Hatta Allah´a ortak koşanlar bile, kader hususunda tartışmaya girişmişler ve Allah´a ortak koşma su­çunu kadere yüklemeye kalkışmışlardır.

Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyuruyor: -Allah´a ortak koşan­lar şöyle diyecektir. «Eğer, Allah dileseydİ ne biz, ne de babalarımız ona ortak koşardık. Ve ne de bir şeyi haram kılardık.» Bunlardan Öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Nihayet azabımızı tattılar. On­lara deki: «Meydana çıkararak bize göstereceğiniz bir bilgi var mı Siz sadece zanna tâbi oluyorsunuz ve siz yalan söylüyorsunuz.»[4]

Âlûsî tefsiri bu âyet-i celüenin izahında şunları söyler: Müşrik­ler bu sözleriyle, işledikleri suçlardan dolayı özür dilemek istemiyor­lardı. Çünkü onlar Allah, yaptıklarını yüzlerine çarpsın işle­diklerinin suç olduğuna inanmıyorlardı. Halbuki yaptıkları şeyler, onlar için sokucu bir yılan idi. Onlar, âyet-i celilenin de beyan etti­ği gibi «Oysa kendileri, iyi bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.»[5] Onlar, kendilerini Allah´a yaklaştırması için putlara tapıyorlardı. Onlar, birşeyi haram kılmadıklarını, haram kılanın Allah olduğunu iddia ediyorlardı. Onların, bu sözlerden maksatları, yaptıklarının hak ve meşru olduğuna ve Allah´ın razı olduğuna dair delil getirmekti. On­lara göre, Allah onların yaptıklarının olmasını diliyordu. Bir şeyi di­lemek ise, emretmeye eşitti. Ve o işten razı olmayı gerektirirdi.

Hasılı bunlar, kısaca şunu demek istiyorlardı. Onların, Allah´a ortak koşmaları, birtakım şeyleri kendiliklerinden haram saymala­rı ve benzeri davranışlarda bulunmaları, Allah´ın dilemesiyle gerçek­leşiyordu. Onlara göre, Allah´ın dilediği şey ise meşru idi ve Allah´ın razı olmasını icabettiriyordu.»[6]

Görülüyor ki, bu müşrikler, kader meselesini ortaya atıyorlar ve Peygamber´e karşı bunu delil olarak ileri sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in devrinde de, eskiden kalma bazı bilgilerin te­siriyle, kader meselesi dışında bir kısım meselelerin ortaya atıldığı görülmektedir.

Şehristanî, «el-Milel ve en-Nihal» adlı eserinde şunları söyle­mektedir : «Allah Tealâ´nm zatı hakkında tartışmaya girişen, işle­rine karışmaya çalışan bir taifenin durumunu gözönüne getir. Al­lah Tealâ onları şu kelamıyla bu davranışlarından men etmiş ve kor­kutmuştur. «...Allah, yıldırımlar gönderir, onu dilediğine çarptırır.

Kâfirler, Allah haktada mücadele ederler. Halbuki Allah, büyük kudret sahibidir.»[7]

Bu durum, Peygamber" Efendimiz (S.A.V.) zamanında cereyan etmiştir. Halbuki, o dönemde Peygamber Efendimiz duruma hakim, güçlü, kuvvetli, sıhhati tam yerinde idi. Münafıklar ise, içlerinde ni­fak tohumlarını taşımalarına rağmen, korkularından müslüman ol­duklarını açığa vurma zorunda kalıyorlardı. Münafıklıklarını her fır­satta Resulullah´ın davranışlarına itiraz etmekle belli ediyorlardı. Bu itirazlar birer çekirdek oluşturdu ve bu itiraz çekirdeklerinden, bitkiler misali şüpheler doğdu.

Ortaya atılan ve insanlar arasında tartışmalara sebep olan bu meseleler ne kadar çok olsa da, bunlar içerisinde en büyüğü «Ka­der» meselesiydi. Öyle ki, Peygamber Efendimiz (S.A.V.), kadere iman etmenin farz olduğunu beyan etmiş ve kader meselesi hakkın­da tartışmayı ise yasaklamıştır.

Cibril hadisinde, Cebrail aleyhisselâmın, Peygamber Efendimiz (S.Â.V.)´den şunları sorduğu rivayet edilmiştir: Cebrail: «Söyle bana iman nedir » diye sordu. Peygamberimiz de: «Allah´a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah´dan geldiğine iman etmendir.»[8] dedi.

Evet, kadere iman etmek, Allah´a boyun eğmek, onun ilminin şeyi ezelde takdir ettiğine inanmaktır. Bunun içindir ki, Peygamber şeyi ezelde takdir ettiğine inanmaktır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (S.A.V.) insanları kadere iman etmeye davet etmiş, fa­kat kader meselesini tartışmayı men etmiştir. Zira kader meselesi­ni tartışmak, düşünceleri saptırır, ayakları kaydırır, mezhep ve gö­rüşlerin çelişmesi ile akılları şaşırtır. Bu durum ise, bölünmelere ve ayrılmalara sebep olur.

Diğer taraftan, kader meselesi hakkında tartışmaya girişmek, tartışanların gücünü aşan bir meseleye girişmek demektir. Çünkü, hiçbir kimsenin elinde, ihtilafları sona erdirecek ve konuyu kesin bir hükme bağlayacak herhangi bir delil yoktur.

Peygamber Efendimiz (S.AV.)i, âhirete irtihal ettikten sonra müslümanlar, başka dinden olanlarla münasebetlerde bulundular. Bu dinlerin sahipleri arasında kadere inanan, kadere inanmayan ve kader hakkında ileri-geri konuşanlar bulunmaktaydı. Bunun neti­cesi olarak kader hakkında, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in, ka­der meselesine dalmayı yasaklamasına rağmen, bir takım tartışma­lar ortaya çıktı.

Bu hususta şu hâdise anlatılır: Hz. Ömer (R.A.)´e bir hırsız ge­tirildi, Hz. Ömer ona «Niçin hırsızlık yaptın » diye sorunca hırsız «Bunu Allah takdir ettiği için yaptım.» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, hırsıza ceazsını verdi. Hırsızlık cezasının dışında ayrıca, ada­mı kamçı ile dövdü. Bu fazla cezasının sebebi kendisinden sorulun­ca, şu cevabı verdi: «Elinin kesilmesi, hırsızlığının cezasıdır. Dayak, ise, Allah´a bir yalan İftira etmesindendir.»

Bazı insanlar, kadere iman etmenin, tedbirli olmaya ters düş­tüğünü zannetmişlerdir. Hz. Ömer (R.A.) Şam´a, gitmek üzere yola çıkmıştı. «Serğ» demlen yere varınca, ona, Şam´da kolera bulunduğu haberi ulaştı. Abdurrahman b. Avf (R.A.) Hz. Ömer (R.A.)´e Resu-iullah (S.Â.V.)´ın şöyle buyurduğunu haber verdi: «Koleranın, her­hangi bir yerde bulunduğunu işittiğiniz zaman, oraya girmeyin. Bu­lunduğunuz yerde meydana geldiğinde ise, ondan kaçmak için ora­dan çıkmayın.» Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) insanlara şöyle ses­lendi :«Ben, sabahleyin bineğime binerek Medine´ye dönüyorum.» Bu kararla sabahlayınca Ebu Ubeyde b. Cerrah (R.A.) Hz. Ömer (R.A.) ´e şunu sordu: «Allah´ın kaderinden kaçmak için mi dönüyorsun » Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.), şöyle dedi: «Ey Ebu Ubeyde, bunu başka biri söylemeliydi. Evet, Allah´ın kaderinden, yine Allah´ın kaderine kaçıyoruz.»[9]

Hz. Ömer (R.Â.) bu sözüyle, "Allah Tealâ´nm kaderinin, kulu her yerde ve her zaman kuşattığını, bunun ise sebeplere başvurmaya en­gel teşkil etmediğini, sebeplerin de takdir edilen şeylerden olduğunu, bizlerin, emirleri yerine getirirken, işlerin zorluklarını üstlenirken, se­beplere başvurmamızın gerekli olduğunu ifade etmektedir.

Şehit halife Hz. Osman (R.A.)´in öldürülmesine katılan bazı in­sanlar, Hz. Osman´ı kendilerinin öldürmediğini, Allah Tealâ´nm öldür­düğünü zannetmişlerdir. Hz. Osman (R.A.)´a taş atarken, bazıları şöyle demiştir: «Sana bunları Allah atıyor.» Hz. Osman (R.A.) ise şöyle cevap vermiştir: «Yalan söylüyorsunuz. Eğer Allah atsa, taşlar hedeften hiç şaşmaz.»

Evet, bu gibi şüpheler, diğer dinlerde olan insanların, nıüslü-mainlar arasına saçtıkları karışıklık tohumlarından başka birşey değildi.

Kader meselesi, her tartışma konusu olduğunda hava elektrik­leniyor, akıllar bocalıyor, tartışma ve mücadele için bir ortam bulu­yordu. İnsanlar kader meselesinde çeşitli yönlere yöneliyor, bu yol­la tartışma arzularını tatmin ediyorlardı. Fakat, diğer yandan in­sanları akli ve ruhî bakımdan kararsızlığa ve çelişkilere düşürüyorlardı.

Dinin, ruhlarına işlemediği bazı kişiler, kader meselesinde, yap­tıkları kötülüklere bahane bulmaya ve bozgunculuklarını örtbas et­meye bir yol buldular. Herşeyi helâl sayma ve dinî yükümlülükleri ortadan kaldırmaya varacak bir yol izlediler. İslâmdan önce bazı müşriklerin ve putperestlerin yaptıkları gibi...

Kader meselesindeki münakaşalar, fitne yayıldıkça güçleniyor­du. Bu sebeple kader çekişmeleri, Hz. Ali (R.A.) döneminde en had safhaya ulaşmıştı. İbn-i Ebil Hadid´in «Şerh-i Nehcül Belağa» adlı eserinde şunlar zikredilmektedir: Şamlı bir ihtiyar ayağa kalkarak Hz. Ali (R.Â.)´ye şunları sordu : «Söyle bana Şam´a gidişimiz Allah´ın akza ve kaderiyle midir » Hz. Ali (R.A.) şu cevabı verdi. «Tohumu ya­rıp ondan bitkiyi çıkaran, varlıkları yaratan yüce mevlaya yemin olsun ki, ayağımızı herhangi bir yere basmamız veya herhangi bir vadiye inmemiz mutlaka Allah´ın kaza ve kaderiyledir.» İhtiyar, tek­rar şunları söyledi: «O halde yorulmamın mükâfatını Âllah´dan iste­rim. Ben, herhangi bir ücret almış değilim.» Bunun üzerine Hz. Âli (R.A.): «Yeter ihtiyar! Allah Tealâ, yürüdüğünüz vakit yürümenize, geri döndüğünüz vakit dönmenize karşılık büyük bir mükâfat vere­cektir. Siz, herhangi bir durumda mecbur edilmiş veya zorlanmış de­ğilsiniz.» dedi. İhtiyar ise şöyle dedi: «Bu nasıl olur Bizi bu işe ka­za ve kader sevketmedi mi » Hz. Âli (R.´A.) de şunları söyledi: «Vay haline! Sen, kaza ve kaderi, kulun iradesini elinden alan bir vası­ta mı zannediyorsun Eğer böyîe olsaydı, ceza ve mükâfat, vaad ve tehdit, emir ve yasaklar bâtıl olurdu. Günah işleyen için, Allah ta­rafından herhangi bir kınama, sevap işleyen için de herhangi bir övülme sözkonusu olmazdı. İyilik yapan övülmeye, kötülük yapan­dan daha lâyık olmaz, kötülük yapan da yerilmeye, iyilik yapandan daha müstahak olmazdı. Bu söylediğiri, putlara tapanların, şeytanın askerlerinin, yalan yere şahitlik edenlerin ve gerçeğe karşı gözleri kör olanların sözleridir. Bunlar, bu ümmetin kadercileri ve mecusîleridir. Allah Tealâ, kulu serbest bırakarak ona emirde bulunur ve sakınması için bazı şeyleri yasaklar ve onu, gücünün yettiği seyir­le sorumlu tutar, Allah´a ne zorla karşı gelinebilir, ne de ona zorla itaat edilir. Peygamberlerini, yarattıklarına boşuna göndermemiş, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunan şeyleri boşuna yaratma­mıştır. «...Bu, kâfirlerin kanaatidir. Cehennem ateşinden, vay o kâ­firlerin haline!»[10]

Bunun üzerine ihtiyar, şunları söyledi: «O halde bizi yürüten kaza ve kader nedir » Hz. Ali (R.A) şu cevabı verdi: «Bu, Allah Tealâ´nm emri ve hükmüdür.» Sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: -Rabbin, ancak ona ibadet etmeni emretti.»[11] İhtiyar sevinerek kalktı.[12]

Evet, îbni Ebil Hadid ve Şerif er-Radi, Hz. ´Ali (R.A.)´den bu hâ­diseyi naklederler. Şayet bu rivayet doğru ise, Hz. ÂH (R.A.) döne­minde kader hakkında münakaşaların yoğunlaştığını ve Hz. Âli (R. Â.)nin, nasslarm zahirine baş vurarak bu meseleye dalmayı önle­meye çalıştığını gösterir.[13]



2- Büyük Günah İşleyenin Durumu:


Hz. Ali (R.Â.)´nin döneminde, kader meselesi yanında, büyük günah işleyenin durumu da, tartışmalara konu olmuştur. Büyük gü­nah meselesini, hakem olayından sonra Hariciler ortaya çıkarmış­lardır. Bu fırka, hakeme başvurmayı büyük günah kabul ederek bu­na başvuranların kâfir olduğuna hükmetmiştir.

Bunlar, bu noktadan hareket ederek, Hz. Âli ve taraftarlarını kâ­firlikle itham etmişlerdir. Bu davranış, büyük günah işleyenin mü­min olup olmadığı, cehennemde ebedî olarak kalacağı veya Âllah´ım rahmetinin herşeyi kuşatması sebebiyle affedileceği hususlarında tartışmalara yol açmıştır. Giderek ihtilaflar daha da büyümüş, bir kısım âlimler, bu meseleyi. Mutezile´nin en çok önem verdiği ve on­ların «Mutezile» diye adlandırılmalarına sebep olan mesele olarak kabul etmişlerdir.

Emevîler dönemi gelince, daha başlangıçta, siyasi durum istik­rarsız bir vaziyetteydi. Bu istikrarsızlık içinde, siyasî çalkantılardan geri kalmayan birtakım fikrî çalkantılar da ortaya çıktı. Daha doğ­rusu, bunlardan herbiri diğerini takviye etmekte ve ona canlılık ka­zandırmaktaydı.[14]



3- Düşüncelerin Felsefî Bir Mahiyet Alması :


Bu dönemde müslümanların, Fars, Yunan ve Romalılarla müna­sebette bulunmaları dolayısiyle, aralarında felsefî görüşler yayılma­ya başladı. Müslümanlarla ilişki kuran bu milletlerin nezdinde fel­sefî ilimlerin büyük bir önemi vardı.

îslâmdan önce, iran´da bulunan felsefi okullar gibi, Irak´ta da felsefi okullar meydana getirildi. Haris b. Kelede ve oğlu Nadr gibi bir kısım Araplar bu felsefî okullarda tahsil gördü. Bu ülkelere îs-Iâm geldiğinde ülke halkından, felsefî ilimleri bilenler vardı ve bun­lar müslümanlara bu bilgileri aktarıyorlardı.

Süryanilerin, bu hususta büyük rolleri olmuştu. İbn-i Hallikân şunları anlatır: «Halid b. Yezid b. Muâviye, Kureyş kabilesinden, çe­şitli ilim dallarını en çok bilen bir kimse idi. Bu şahsın kimya ve tıp hakkında bir takım görüşleri vardı. Halid, bu iki ilmi çok iyi biliyor­du. Nitekim, Halid´in bilgisinin üstün olduğunu gösteren birçok mi­saller mevcuttur. Halid bu ilmi, Maryanüs er-Rumî adındaki bir pa­pazdan öğrenmişti. Halid´in bu sahada yazılmış üç risalesi bulun­maktadır. Risalelerden biri, Halid´in, Maryanüs ile oîan münasebet­lerini, ondan ilmi nasıl aldığını ve bu ilimlerin sembollerinin neler olduğunu ihtiva etmektedir.»

Çeşitli felsefelerin, müslümanların arasına girmesi neticesinde, itikada dair birçok felsefi meseleler ortaya çıktı. Bazı âlimler, Kur´an-ı Kerîm´de zikredilen, «Allah Tealâ´mn sıfatlarının, zatının aynı­sı mıdır yoksa, ondan başka bir şey midir » Kelam, Allah Tealâ´mn sıfatı mıdır » Kur´an-ı Kerim mahluk mudur » gibi tartışmalara gi­riştiler. Böylece, anlaşmazlık konusu olan meseleler çoğaldı. Daha sonra tartışmalar, kader meselesine ve insanın iradesi meselesine yöneldi.

Ortaya şu soru çıkmıştı: İnsan, yaptıklarında serbest bir ifadeye sahip midir Yaptıklarını kendi gücüyle mi yapar Yoksa insan, ira­desiz olarak hareket eden ve başkası tarafından yönlendirilerek rüz­gârın önünde uçuşan bir kuş tüyüne mi benzer .. İşte böylece, düşün­celer ve görüşler peşpeşe sıralanıp durdu.

Netice olarak, her âlimler topluluğunun, kendisine mahsus bir kısım görüşleri meydana geldi ve bu görüşler okunmaya ve incelen­meye elverişli, hakkında tartışmalar yapılabilecek ilmî mezhepler haline geldi ve ortaya itikadi Mezhepler» çıktı.

Yine, daha önce söylediğimiz kanaatimizi tekrar ederek deriz ki: Hiçbir zaman, itikadı mezheplerin ihtilaf etmesi, inanan cevher ve özüne dokunmamıştır. İhtilaflar, ´Allah´ın birliğine, peygamberlere, âhiret gününe ve meleklere iman etme gibi, inancın temel prensip­lerinden uzak bir takım fer´î meseleler üzerinde felsefî bir üslupla tartışmadan ibaretti.

Yine deriz ki: Peygamber Efendimiz (S.´A.V.)´in getirmiş oldu­ğu dinin hak olduğunda, asla şüphe meydana gelmemiş, ihtilaf şu meselelerde cereyan etmiştir: Kul, yaptığı işleri bir zorlama netice­sinde mi yapar Yoksa kendi iradesiyle mi yapar Büyük günah iş­leyenin durumu nedir Kur´an-ı Kerîm mahluk mudur, değil midir

Böylece Eski Mezhepler, Cebriye, Mutezile, Mürcie, Eş´ariye, Matûridiye, Hanbeli gibi kısımlara ayrılmışlardır. Şimdi, tafsilatlı ol­masa da, her mezhebi kısaca açıklamaya çalışalım:[15]



1- CEBRİYE


Daha Önce de, işaret ettiğimiz gibi, Sahabe-i Kiram ve Emeviler döneminde âlimler, Allah Tealâ´nın kudreti yanında, insanın kudre­ti ve kader meselesi hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.

Bir kısım âlimler, «Kul, yaptığı işlerin yaratıcısı değildir ve ku­la nisbet edilen işlerde kulun hiçbir katkısı yoktur.» demişlerdir.

Bu mezhebin temeli şudur: Herhangi bir iş yapmayı kuldan uzaklaştırıp bunu Allah´a nisbe´t eder. Çünkü bunlara göre kul, her­hangi bir işe gücü yetmekle sıfatlandırılan!az. Çünkü o, yaptığı işle­ri, gücü, iradesi ve seçme serbestisi olmaksızın, mecburen yapar. Al­lah Tealâ, cansız varlıklarda görülen durumları yarattığı gibi, insa­nın diğer varlıklara mecazî olarak nisbet edildiği gibi, insana da me­cazi olarak nisbet edilir. Mesela «Ağaç meyva verdi.» «Su aktı.» «Taş yuvarlandı.» «Güneş doğdu.» «Güneş battı.» «Gök bulutlandı.» «Gök, yağmur yağdırdı.» «Yerler yeşerdi.» «Yer mahsul çıkardı.» de­nildiği gibi...

«İnsan sevap kazanmaya veya ceza görmeye mecburdur.» İn­sanın, mecbur olduğu ortaya çıktıktan sonra, artık kulun birtakım işlerle mükellef oluşu da cebriledir.[16]

İbn-i Hazm, Cebrîyecilerin delillerini izah ederek şöyle diyor: «Cebrîyeciler delil getirerek dediler ki: Allah Tealâ herşeyi yaratan ve yarattıklarında kendisine benzer hicbirşey bulunmayan bir mut­lak güç sahibi olduğuna göre, ondan başka herhangi bir varlığın bir

iş yapmaması gerekir. Yine Cebrîyeciler dediler ki: «Bir işin yapılı­şını insana nisbet etmek «Zeyd öldü.» «Bina dikildi.» sözüne benzer. ´Aslında Zeyd´in kendisi öîmemiştir, O´nu Allah öldürmüştür. Bina dikilmemiştir, onu Allah dikmiştir.»

Tarihçiler, bu düşünceyi ilk önce kimin ileri sürdüğünü izah et­meye girişmişler ve mezhebe dönüşen bir düşüncenin, önce kimler tarafından ileriye atıldığını tesbit etmenin zor olduğu inancına var­mışlardır. Bu sebeple, bu düşüncenin ne zaman başladığını veya ilk önce kimin ortaya attığını tayin etmemiz güçtür. Bununla beraber, Cebr hakkında söylenen sözlerin, Emeviler devrinin başında mey­dana çıktığını, yine Emevîîer devrinin sonunda bir mezhep halini aldığını kesinlikle söyleyebiliriz.

Elimizde «Murtaza» adlı âlimin «el-Münyetu vel-Emel» adlı ese­rinde zikrettiği, Emevilerin ilk dönemlerinde yaşayan iki büyük âli­min iki mektubu bulunmaktadır. Mektuplardan biri, Abdullah b. Abbas´a aittir. Abdullah bu mektubunda-, Şam´da bulunan Cebrîyecilere sesleniyor ve onları bu gibi sözleri söylemekten men ediyor ve şöyle diyor: «İnsanlara takvayı mı emrediyorsunuz Halbuki takva sahipleri, sizin bu görüşlerinizle yoldan salmıştır. İnsanları kötü­lükten sakındırmak mı istiyorsunuz Halbuki isyankârlar, sizin bu görüşlerinizle ortaya çıkmışlardır. Ey, geçmiş münafıkların çocuk­ları, zalimlerin yardımcıları ve fâsıklarm mescitlerinin bekçileri! İçinizden Allah´a iftira eden, suçlarını O´na yükleyen ve yaptıklarını O´na nisbet edenden başka kimse çıkmaz mı »

İkinci mektup ise, Hasan´ı Basri (R.A.) tarafından, Basra´da Ceb­riye mezhebinin görüşlerini benimseyen bir kısım insanlara yazıl­mıştır. Mektupta şunlar yazılıdır. «Kim, Allah´a, kaza ve kaderine iman etmezse, o kişi küfre girmiştir. Kim, kendi günahını rabbine yüklerse, o da kâfir olmuştur. Allah Tealâ, kendisine zorla itaat edi­len veya zorla isyan edilen değildir. Çünkü Allah, kullarına verdiği şeylerin gerçek sahibidir. Kullarının gücünü yettirdiği şeylere ken­disi daha kaadirdir. Eğer kullar O´na itaat ederlerse, yaptıklarına ma­ni olmaz. Şayet isyan ederlerse, dilerse yaptıklarına mâni olur. Eğer birşey yapmamışlarsa, onları birşey yapmamaya O zorlamış değildir. Eğer, Allah yarattıklarını itaat etmeye zorlamış olsaydı, onlardan se­vabı kaldırırdı. Şayet onları günah işlemeye zorlamış olsaydı, onlar­dan cezayı düşürürdü. Eğer, onları başıboş bırakmış olsaydı, (hâşâ) kudretinde eksiklik olması icabederdi. Fakat, Allah Tealâ´nın, ya­rattıklarından gizli tuttuğu bir sırrı vardır. Eğer, kulları itaat eder­lerse bu, Allah´ın kullarına bir lütfudur.

Bu anlatılanlardan anlaşıldığına göre,, Cebrîyeciler o zamanda da bulunmuş, Abdullah b. Abbas ve Hasan-ı Basrî gibi büyük zatlar, bunlara cevap vermiş ve meselenin esasını açıklamaya çalışmışlar­dır. Abdullah b. Abbas´ın oğlu Ali´nin, şunları söylediği rivayet edi­lir : Bir defasında babamın yanında oturuyordum. Bir adam geldi ve şunları söyledi: «Ey Abdullah b. Abbas, surda bir kısım insanlar var. Yaptıklarının, Allah tarafından yapıldığını söylüyor ve Allah´ın, on­lara cebren günah işlettiğini iddia ediyorlar.» Babam buna şu ceva­bı verdi: Eğer, burada onlardan biri bulunsaydı, boğazını sıkar, ca­nı çıkıncaya kadar bırakmazdım. «Allah, kulları-günah işlemeye zorlar» demeyin. «Allah, kullarının yaptıklarını bilmez» de deme­yin.»[17]

Daha önce de izah ettiğimiz gibi bu görüş, sahabe döneminde ortaya çıkmıştı. Hatta, daha önce de, müşriklerin dilinde dolaşıp dur­maktaydı. Nitekim, biraz Önce de zikrettiğimiz gibi, Kur´an-ı Kerîm bu hususu beyan etmiştir.

Fakat, Emeviler dönemindeki Cebriyeciliğin önemi şuradan gel­mektedir. Cebir hakkındaki sözler bu dönemde teorileşmiş ve mez­hep haline gelmiştir. Bu mezhebi benimseyenler, başkalarım da ona davet edenler ve onu okuyup diğer insanlara açıklamaya çalışanlar bulunmuştur.

Cebriyeciliği ilk önce Yahudilerin icadettiği, daha sonra onu müs-lümanîara öğrettikleri, müslümanlann da onu yaydıkları ileri sü­rülmektedir.

Müslümanlardan Cebriyeciliğe davet eden ilk adamın Ca´d b. Dirhem olduğu, bu adamın Cebriyeciliği, Şam´da bulunan bir Yahudiden öğrendiği ve Basra´da halk arasında yaydığı ve Cehm b. Safvan´ın da Cebriyebliği bundan öğrendiği söylenilmektedir.

«Sarh el-Uyûn» adlı eserde Ca´d b. Dirhem hakkında şunlar an­latılmaktadır : Cehm b. Safvan, kendisine nisbet edilen Cehmiyye Cebriyeciliği bu Ca´d´den öğrenmiştir. Ca´d´in de İban b. Sem´an´dan, tban´m da Talût b, A´sam adlı bir Yahudiden öğrendiği söylenmek­tedir.[18] Bu sözlerden, bu görüşün Yahudilerden çıktığı ve Sahabe devrinde başladığı anlaşılmaktadır. Çünkü yukarda adı geçen Talût, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in döneminde hayattaydı, sahabe ve tabiîn devrini de gördü. Talût, zehirlerini kusmak için fitne döneminde büyük bir fırsat bulmuş ve nifak tohumlarını saçmıştır. Fununla beraber, bu düşüncenin, sadece Yahudi kaynaklı olduğu söyleyemeyiz. Çünkü daha önceleri, Farslar arasında da bu gibi dü­şünceler vardı. Bunlar, «Zerdüştlük» «Mani» lik ve benzeri mezhep­lerin uğraştıkları meselelerdendi. «el-Munye ve´1-Emel» adlı kitapta şunlar anlatılmaktadır:

Hasan-ı Basri´den rivayet edilmektedir ki, Parslardan bir adam, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´e geldi ve şöyle dedi: «Farsların, kız­larıyla ve kızkardeşleriyle evlendiklerini gördüm. Onlara «niçin böy­le yapıyorsunuz » dendiğinde onlar, «Bu, Allah´ın kaza ve kaderi­dir.» diyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöy­le buyurdu : «Her ümmetin «mecusî» olanları vardır. Benim ümme­timin mecusîleri de «kader yoktur» diyenlerdir. Eğer hasta olurlar­sa, onları ziyaret etmeyin. Ölürlerse, onlara şahadette bulunmayın.»

Cebriye mezhebini, Cehm b. Safvan benimsemiş, kendisini o yo­la adamış ve insanları ona davet etmiştir. Cehm b. Safvan, Horasan­lıdır, «Beni Rasip» kabilesinin dostlarındandır. Şüryh b. el-Haris´in kâtipliğini yapmıştır. Cehm, Şüreyh ile birlikte «Nasr b. Seyyar´a» isyan etmiştir. Ve Emevîlerden Mervan oğullarının son zamanların­da, «Müslim b. Âhvaz el-Mâzinî» tarafından öldürülmüştür. Cehm, dâvasını yaymak için, Horasan ve havalisini seçmiştir. Öldürüldük­ten sonra, kendisine tâbi olanlar «Nihavend» şehrini karargâh edin­mişlerdir.

Cebriye mezhebi bu havalide devam etmiş, nihayet «Ebu Man-sur el-Matüridî» mezhebi bu civarda ona galip gelmiştir. Bu konuyu ilerde, inşAllah daha tafsilatlı olarak anlatacağız.

Cehm´in mezhebi, sadece cebr meselesiyle kalmayıp kendisine ait başka görüşleri de içine almaktadır. Bu görüşlerden bazıları şunlar­dır:

a) Cehm´in iddiasına göre, cennet ve cehennem fânidir. Hiçbir-şey ebedî olarak kalmayacaktır. Kur´an-ı Kerîm´de zikredilen «Ebe­dilik» ten maksat, uzun süre kalmaktır ve yok olduktan sonra, yok­luğunun ebedi olmasıdır. Yoksa ebedilik «devamlı kalmak» demek de­ğildir.

b) Yine onun iddiasına göre, iman, bilmek demektir. înkâr ise, bilmemek demektir.

Cehm´in mezhebinin dış görünüşüne göre, Resulullah (S.A.V.)´in sıfatlarını bilen Yahudiler, ve peygamberin peygamberliğini yaki-nen bildikleri halde onu inkâr eden müşrikler mümin sayılırlar. Ne var ki Cehm, «Boyun eğip kabul etmek bilgiyi gerektirir, iman ka­bul edilen bilgi, sadece bir tahmin değil, kabul edip boyun eğmeyi icabettiren kesin bir bilgidir.» der.

c) Cehm´in iddiasına göre, Allah´ın kelâmı kadîm (Başlangıcı olmayan, ezelî) değil, hadistir. (Sonradan meydana gelmiştir.) Bazı âlimlerin, Kur´an-ı Kerîm´in, mahluk (yaratılmış) olduğu görüşleri, buna dayanmaktadır. Gerçi bu meselenin, inşAllah yeri geldiğinde de izah edeceğimiz gibi, başka bir yönü daha vardır.

d) Cehm, Allah Tealâ´yı herhangi bir sıfatla tavsif etmez. Me­selâ O´na «Dirilik» ve «ilim» sıfatını vermez. Ve der ki: «Ben, Allah´ı, yaratılmışlarda bulunan, bir sıfatla sıfatlamam.»

e) Cehm, kıyamet gününde Allah Tealâ´nın, kullan tarafından görülmesini reddeder.

Birçok kimseler bu görüşlerde Cehm´e tâbi olmuşlardır. Ancak, Cehmiye mezhebini meşhur eden ve onu diğerlerinden ayıran özel­lik, bu mezhebin Cebrîyeciliği ve «İnsanın ne iradesi, ne de bir fiili vardır.» görüşüdür. Bunun haricindeki görüşlerinde bunlara daha başkaları da katılmaktadır. Meselâ: Kur´an-ı Kerîm´in mahluk (ya­ratılmış) olduğunu Mutezile de ileri sürmüştür. Allah Tealâ´nın «Ke­lam» sıfatının bulunmadığını, yine Mutezile de iddia etmiştir.

Eski ve yeni birçok âlim, Cehmiye taifesine cevap vermeye gi­rişmiştir. Biraz önce Hasan-ı Basrî´nin ve ondan evvel de Abdullah ibn-i Abbas´m, bunlara verdikleri cevapları nakletmiştik.

Evet, birçok büyük âlim, fıkıhçı ve hadisçi, «Cebir» düşüncesini reddetmiştir.

İbn-i el-Kayyım «Şifaul Alü» adlı kitabında, cebriyeciliğin, Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.)´in getirdiği İslama nasıl ters düştüğünü, bir cebriyeci ile bir Sünnî arasında tartışma şeklinde açıklıyor. Tar­tışmada şu hususlar anlatılıyor:

Cebriyeci Allah´ın birliğine gölge düşürmemek için, kulun cebir altında bulunduğunu söylemek gerekir. Allah´ın birliği, ancak bu takdirde doğru olarak ifade edilmiş olur. Çünkü bizler, kulun cebir altında bulunduğunu kabul etmezsek, hâdiselerin, ´Allah r bir­likte başka bir yapıcısının da bulunduğunu ve bu yapıcının, dilerse birşeyi yapacağını, dilemezse yapmayacağını ispat etmiş oluruz. Bu da açıkça, Allah´a ortak koşmaktır. Kurtuluş yolu ise, ancak kulun cebir altında bulunduğunu söylemektir.

Sünni Bilakis, kulun cebir altında bulunduğunu söylemek, Allah´ın birliğine ters düşer. Bu iddia, ilâhî dinlere, peygamberlerin davetlerine, sevap verme veya cezalandırma hükmüne aykırı düşer.

Eğer, kulun cebir altında bulunduğu kabul edilirse, bütün ila­hi nizamlar hükümsüz olur, emir ve yasakların mânâsı kalmaz, dolayısiyle ceza ve mükâfat diye birşey de söz konusu olmaz.

Cebriyeci Kulun cebir altında bulunmasının, emir ve yasak­lara, sevap ve cezalara ters düşmesini iddia etmen, şaşılacak birşey değildir. Çünkü, bu eskiden beri söylenmektedir. Şaşılacak husus, ce­bir meselesinin, Allah´ın birliğine ters düştüğü şeklindeki iddialıdır. Halbuki cebir, Allah´ı birlemenin en güçlü belirtilerindendir. Nasıl olur da, birşeyi güçlendiren şey o şeye ters düşer

Sünnî Kulun cebir altında olduğunu söylemenden, Allah´ın birliğine ters düştüğü en açık meselelerdendir. Bu meselenin, Allah´ın birliğine ters düşmesi, ilâhî emir ve yasaklara ters düşmesinden daha açıktır. Bunun izahı şöyledir:

Tevhid inancının temeli, Allah´dan başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed´in, Allah´ın peygamberi olduğunu kabullenmektir. Ku­lun cebir altında bulunduğunu söylemek ise, bu inanca ters düşmek­tedir. Çünkü, ilâh demek, kemâl ve azamet sıfatlarıyla muttasıf olan demektir.

İlâh, kalblerin gerçekten ilâh kabul ettiği, severek, korkarak ve ümit ederek bağlandığı zat demektir. Peygamberlerin getirdiği tev­hid ilâhlığm yalnız âlemlerin rabbi olan Allah´a ait olduğunu orta­ya koymak ve yalnız O´nun ilâh olduğunu kabul etmektir. Bu da Allah´a boyun eğmeyi, O´na karşı aczini itiraf etmeyi, O´nu tam bir muhabbetle sevmeyi, O´na itaat etmek ve rızasını kazanmak için en son gayreti kullanmayı, O´nun sevdiği ve dilediği şeyleri herhangi bir kulun sevdiği ve arzuladığı şeylere tercih etmeyi gerektirir.

Evet, peygamberlerin davetlerinin temeli budur. Onlar, insanlı­ğı buna davet etmişlerdir. Tevhid de, işte budur. Allah, geçmişlerden de geleceklerden de bundan başka bir din kabul etmez. Allah, pey­gamberlerine bunu emretmiş, kitaplarında bunu indirmiş, kullarını buna davet etmiş vs tunun için kullarına mükâfat ve ceza yurdu ya­ratmış ve bunun kemale ermesi ve gerçekleşmesi için bir nizam gön­dermiştir.

Ey Cebriyecil Hal böyle iken, sen de kalkmış diyorsun ki; «Kulun bunda ne bir kudreti vardır, ne de bir tesiri. Kul, bunu yapmış da değildir. Allah Tealâ kula bunu emrederken ona, gücünün yetmedi­ği birşeyi emretmiştir. Daha doğrusu, Rab kula, Rab olarak kendisi­nin yapması icabeden işi yapmayı emretmiştir. Yahut Allah Tealâ kula emirler vermiş de, daha sonra kulu, verdiği emirlerin aksini yap­maya zorlamış, kul ile kula emredilen işlerin arasına girmiş, onun bu emirleri yerine getirmesini engellemiş, kula bu emirleri yerine ge­tirmesi için hiçbir yol.bırakmamıştır.

Ey Cebriyeci! Sana göre kaîbler, sevgi, muhabbet, aşk, istek ile Allah´a ulaşamaz, O´nun rızasını isteyemez.

Allah´ı birlemek, ilâhlık ve kulluğu ispat ve kabulle mümkün­dür. Sen ise ey cebriyecif Allah´ın, sevilen, sevgisinde ve rızasına ulaşmada ve cemalini müşahade etmede kalblerin yarıştığı en bü­yük sevgili olduğunu inkâra kalkışarak ilâhlık mânâsını reddediyor­sun. Kulun, bir iş yapan, ibadet eden ve Rabbini seven bir varlık ol­duğunu inkâra kalkışarak da kulluk mânâsını reddediyorsun. Böy­lece Allah´ı birleme meselesi, cebir ile Allah´ın sevgisini inkâr ara­sında kaybolup gidiyor. Çünkü sen, Allah´ı kula, yapmaya gücünün yetmediğini emreden ve terketmeye gücünün yetmediğini bırakma­yı emreden bir zat olarak sıfatlandırıyorsun. Daha doğrusu, Allah Tealâ kula, kendisine ait olan işi yapmayı veya yapmamayı emret­tiğini, daha sonra kul, emredileni, yapmadığı takdirde onu ağır bir şekilde cezalandırdığını, yani, kulu kendisine ait bir işi yapmadığın­dan dolayı cezalandırdığını ileri sürüyorsun.

Allah´ın, kulu, emrettiğini yapmadığı veya yasakladığını yaptı­ğı takdirde cezalandırması, O´nun gökte uçmayı terketmesinden, dağları yerinden oynatmamasından, denizlerin suyunu boşaltmama­sından dolayı cezalandırmasına benzediğini açıkça ileri sürüyorsun. Başka bir ifade ile, Allah´ın, kulu, bunlardan dolayı ceza alan dırması­nın, kulun hiçbir payı bulunmadığını renginden, boyundan ve kilo­sundan dolayı cezalandırmasına benzediğini iddia ediyorsun.

Yine, Allah´ın, kendisine hiçbir şekilde isyan etmeyen bir kulu en şiddetli bir azapla cezalandırmasının mümkün olabileceğini, Al­lah´ın hikmet ve merhametinin buna mâni olmayacağını, hattâ, Al­lah, kendisine karşı gelmeyeni cezalandırmayacağını vaad etse bile, yine de cezalandırabileceğini iddia ediyorsun. Allah Tealâ´yı "böy­le bir sıfattan tenzih etmiyorsun.

Yine sen, Allah´ın, kullarını yükümlü tuttuğu meselelerde, oku­yup yazması olmayan bir körü okumakla mükellef tutması, kötürüm bir insanı koşmakla mükellef tutması gibidir, diyorsun. Böylece, da­vet ettiğin bu inanç metoduyla, Rabbi gazaplandırıyorsun. Ve insan­ların, yüce mevladan uzaklaşmasına sebep oluyorsun. Ayrıca, bu sö­zünle Allah´ın birliğini ifade ve ispat ettiğini zannediyorsun. Halbu­ki, sen, tevhid ağacını kökünden sölcflp atıyorsun

Kulun, cebir altında bulunduğu şeklindeki iddianın, şeriata ters düşmesi meselesi açık ve seçiktir. Çünkü sanatın temeli, emir ve ya­saklara dayanır. Emredenin, bir şeyi başkasına değil, bizzat kendisi­ne emretmesi ve bir işi başkasına değil, yine kendisine yasaklama­sının, mânâsız olduğu açıktır. Çünkü emir ve yasaklar, kulun fiili ile, onun itaat ve isyanı ile ilgilidir. Fiili olmayan bir kimseden itaat ve­ya ir,yan nasıl beklenebilir İtaat ve isyan bahis konusu olmayınca da, mükâfat ve ceza sözkonusu olmayacaktır. Allah Tealâ´nm, kıya­met gününde kullarına bahşedeceği nimetler ve vereceği cezalar, ku­lun itaat veya isyanının karşılığı olmayıp, sadece, Allah Tealâ´nın irade ve kudretinden doğan bir muamele olacaktır.

Cebriyeci Kul, herhangi bir davranışta bulunduğunda bu dav­ranış, ya sadece Allah tarafından takdir edilmiş olur veya kul, sa­dece kendi gücüyle bunu yapmış olur. Yahut da, davranış, Rab ve kulun ortaklaşa katkılarıyla meydana gelir. Bu üç ihtimalden en so­nuncusunun bâtıl olduğu kesindir.

Ne var ki, bu üç görüşten herbirini belirli bir gurup savunmuş­tur.

a) Eğer davranışın sadece Rabbin takdiriyle meydana geldiği görüşü kabul edilecek olursa ki, biz bu kanaatteyiz, bu durum ceb­rin tam kendisidir.

b) Şayet davranış, sadece kul tarafından yanılmış bir fiil ka­bul edilecek olursa, bu takdirde bazı şeylerin, ´Allah Tealâ´nm kudre­tinden uzaklaştırıldığı söz konusu olur. Böylece Allah Tealâ, herşeye kadir olmuş sayılmaz. Yaratılan âciz kul ise, yaratıcının kadir ola­madığı bir kısım işlere kadir olmuş sayılır.

Kaderiyeciler, işte bu noktada tevhid inancından ayrılmışlar ve mecusîlere benzemişlerdir.

el Eğer «davranış, Rab ile kulun ortaklaşa katkısıyla meydana gelmiştir» denirse, Allah´a eş koşulur. Bir işin iki yapıcı tarafından meydana getirildiği ve iki gücün katkısıyla oluştuğu ve bir eserin iki sanat sahibi tarafından yapıldığı kabul edilmiş olur ki, bu da im­kânsızdır. Çünkü, iki eser sahibi bir eser üzerinde birleştikleri tak­dirde, o eser, kendisini meydana getirenlerden birinin bulunması ha­linde, diğerine muhtaç olmaz. Böylece birbiriyle çelişik iki durum or­taya çıkar. Bir eser, hem iki eser sahibine muhtaç kabul edilir, hem de hiçbirine ihtiyacı yokmuş kabul edilir.

Sünnî Allah´ın kudretinin, zat, sıfat ve fiillerden mümkin olan herşeyi kapsadığını, herhangi bir şeyin, Allah Tealâ´nın kudre­tinin haricinde olmayacağını deliller göstermektedir. Keza, kulun kendi işini kendi güç ve iradesiyle yaptığını, yaptıklarının ise ger­çekten kendisine ait bir fiil olduğunu, bu sebeple, akla, örfe ve dine göre bazen övülüp bazan da verildiğini ve Allah Tealâ´nın, akıl sahi­bi kullarını, hatta hayvanları bu tabiatta yarattığını yine deliller göstermektedir.

Yine delillerle sabittir ki, muayyen bir işin, iki fail tarafından yapılması, belirli bir eserin iki müessir tarafından ayrı ayrı meyda­na getirilmesi mümkün değildir.

Yine deliller göstermektedir ki, olayı meydana getiren bulunma­dıkça, olayın meydana gelmesi ve tercih eden bulunmadıkça birşeyin Fercih edilmesi imkânsızdır. Allah Tealâ, bütün bunları akıllara yerleştirmiştir. Akl-ı selimden kaynaklanan deliller, asla birbirleriy­le çelişmez ve birbirlerine ters düşmezler. Bunların bazılarına daya­narak, diğerlerini çürütmenin imkânı yoktur. Bilakis, bunların hep­sine birden dayanılır ve bunların icabı yapılır. Çünkü bunlar, bir­birlerini destekler mahiyettedir. Akl-ı selime dayanan.delillerin bir birleriyle çelişik olduklarını, ancak basireti zayıf, şüpheci olanlar, tutarsız olarak çokça konuşanlar zannederler. İlim, şüphelerden ve tutarsızlıklardan beri olan bir şeydir.

Bu mesele hakkında doğru olan şudur: Kulda görülen fiil, Allah Tealâ´nın, kula verdiği kudret ve irade ile meydana gelmiştir. Allah Tealâ, kulun, bir işi yapmasını dilediği zaman kulda, o işi yapacak bir kudret ve o işe sevkedecek bir sebep yaratır ve kulda görünüş, kula nisbet edilerek ona «kulun işi» denir. Bu ifade şekli, eseri, se­bebe bağlama kabilindendir.

Diğer taraftan, kulda görülen bu fiil, yaratılma bakımından Rabbîn kudretine nisbet edilir. O halde iki kudretin tesiriyle bir işin mey­dana gelmesi imkânsız değildir. Çünkü, iki kudret sahibinden ku­lun kudreti, Rabbin kudretinin bir eseri ve O´nun bir cüz´üdür. Rabbin kudreti ise müstakildir, başka bir güce dayanmaksızın tesirini gös­terir.

Bu meseleyi ifade ederken «İki kudret sahibinin bir eseri» şek­linde izaha kalkışmak, yanlış bir ifadedir ve işi karıştırmaktan iba­rettir. Çünkü bu ifade şekli, her iki kudretin, eşit olduğu kanaatini verir. «Bu elbise, şu iki adamındır.» «Bu ev, şu iki ortağındır.» misa­linde olduğu gibi...

Kulun fiili, kulun, sonradan yaratılan kudretiyle meydana gelir. Bu mesele, bir işin, sebebi tarafından meydana getirilmesine benzer. Sebep, sebebin meydana getirdiği olay, fail, vasıta... bütün bunlar, Allah Teaîâ´nın, ezeli ve ebedi olan kudretinin bir eseridir. Böylece, Allah Tealâ´mn kudreti, kapsamından ve kemalinden uzaklaştırıl­mış olmaz ve mümkin olan herşeyi kapsamına almaktan beri kılın­mış olmaz. Kâinatta yüce R-abbin irade ve kudretinden başka, kendi başına etken olan hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bütün varlıklar, Allah Tealâ´mn yarattığı mahluklardır. Bunlar, Allah Tealâ´nın kud­retinin ve iradesinin bir eseridir. Bunu inkâr eden kişi, Allah Tealâ´dan başka bir yaratıcının varlığını veya yaratıcısız olarak yaratılan­ların bulunduğunu ispat etmek zorundadır.

Cebriyeci Kaderiyecilere göre, kâfirin sapıklığı ve cehaleti, kâfir tarafından yaratılmış ve kâfirin isteği ile meydana gelmiş bir hadisedir. Bu ise imkânsızdır. Çünkü, böyle olacak olsaydı, kâfirin, bunları, kasıtlı olarak yapması icabederdi. Zira, kasıt, istekle yapı­lan işlerin gereklerindendir. Kâfirin sapıklık ve cehaletinde bile bile kasıtlı olması imkânsızdır. Çünkü akıl sahibi bir insan, kendisinin, sapıklık ve cehalet içinde olmasını istemez. O halde kâfir, kendi is­teğiyle kendisinde görülen fiilin faili değildir.

Sünni Sana şaşıyorum ey Cebriyeci! Kulu inkâr ve zulmü ya­pan bir kişi olmaktan tenzih ediyorsun ve bütün bunları Allah Tea-lâ´ya. nisbet ediyorsun. Şu sözün de çok acaip. Diyorsun ki: «Akıllı bir kişi kendisi için inkâr ve cehaleti tercih etmez.» Halbuki sen, bir­çok insanların, sırf inat, taşkınlık ve çekemezlikten dolayı inkâr ve cehaleti kasıtlı olarak, kendisi için seçtiğini, hak ve doğruluğun, bun­ların dışında bulunduğunu bildiği halde heva ve hevesine, cehaleti­ne ve insafsızlığına boyun eğdiğini, .onu doğru yola ve hidayete gö­türecek sebeplere muhalefet ettiğini, sapıklık yolunu tuttuğunu, hi­dayet yoluna sırt çevirdiğini görmektesin. Söz söyleyenlerin en doğ­rusu olan yüce Allah şöyle buyurur-.«Yeryüzünde haksız yere bö­bürlenenleri, âyetlerimden uzalclaştıracağım. Onlar her âyeti görseler yine ons, iman esmezler. Doğru yolu gördükleri zaman onu ken­dilerine yol edinmezleri. Fakat azgınlık yolıftıu gördüklerinde onu kendilerine yol edinirler. Bunun sebebi ise, âyetlerimizi yalanlama­ları ve onlardan gafil kalmalarıdır.»[19] Diğer bir âyet-i kerîmede : «Se-mud´a gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar, körlü­ğü, hidayete tercih ettiler...»[20] buyurmuştur.

Yine, Allah Tealâ, Firavun´un kavmini anlatırken şöyle buyu­rur : «Vicdanları, doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulümle­ri ve büyüklenmeîeri yüzünden o mucizeleri inkâr ettiler. Bozgun­cuların akıbeti nasıl oîdu bir bak.»[21] Diğer bir âyet-i celilede de şöy­le buyurur: «Biz, Âdi ve Senıud kavimlerini de helak ettik. Bu, geri­de kalan yerlerinden de size belli olmaktadır. Şeytan, yaptıkları kö­tülükleri, kendilerine süsleyip güzel göstererek, onları doğru yoldan uzaklaşünnışti. Halbuki kendileri bunu anlayacak durumdaydılar.»[22] Bir başka âyet-i kerîmede: «... Halbuki onlar, o sihri satın alan kim­senin, âhiretten bir nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı...»[23] buyur­maktadır. Yine diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: «Al­lah´ın, kullarından dilediğine iütfundan birşey indirmesini kıskana­rak, O´nuiı indirdiklerini inkâr etmekle, kendilerini, karşılığında sat­tıkları şey, ne kötüdür!..»[24] Başka bir âyet-i celilede: «Ey kitap ehli, gözünüz gördüğü haîde, Allah´ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsu­nuz »[25] «Ey kitap ehli, niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hak­kı gizliyorsunuz »[26] Yine bir âyette: «...Ey kitap ehli, niçin iman edeni Allah´ın yolundan men ediyorsunuz Hak olduğuna şahitken, o yolu eğri göstermeye çalışıyorsunuz.»[27] buyurulmaktadır.

Kur´an-ı Kerîm´de bu gibi âyetler pek çoktur. Allah Tealâ, bun­larla inkarcıların, bile bile, kasten, sapıklık ve inkârı tercih ettikle­rini beyan etmektedir. Diğer yandan, herhangi bir şeyin sapıklık ve körü körüne bir saplantı olduğu ortada açıkken kişi, bunun doğru birşey olduğunu sanarak, kasten onu yapmak [28]ister.[29]



2- KADERİYE


Daha önce de anlattığımız gibi, Müslümanlar, Hulefa-i Raşidîn döneminin sonlarında ve Emeviler döneminde «Kaza ve Kader» mese­lelerini tartışmaya girişmişlerdi. Bunlardan bazıları çok aşırı gide­rek, insanın, yaptığı işlerde hiçbir iradesi olmadığını ileri sürmüş­lerdir. Bunlar, daha önce açıkladığımız Cebriyecilerdir.

Bunlara mukabil, Kaderiyeciler de, diğer bir cihetten aşırı git­mişler, insanın yaptığı bütün işlerin, -Allah´ın iradesinden müstakil olarak, tamamen kulun kendi iradesinden kaynaklandığını ileri sür­müşlerdir. «Mutezililer» de bu görüştedirler. Ancak «Mutezilîler» ilmi kelâmın başka meselelerinde de meşhurdurlar. Bu sebeple, «Mutezilik» ayrı.bir mezheptir. Kaderiye mezhebine dahil değildir. «Kade­riyeciler» «Mutezilîlerle» birleştikleri bu aşırıhklanyla kalmamışlar, içlerinden, daha aşırı giderek, «ilim ve takdir» anlamına gelen ilâhi kaderin bulunmadığını iddia edenler çıkmış ve «İşler, kendiliğinden, takdirsiz olarak meydana gelir ve onu Allah, meydana geldikten sonra bilir» diyenler bulunmuştur.

Bunların liderlerinden Ma´bed b. Halid el-Cühenî´nin, «Kadere-sarılarak günahlardan kurtulmak isteyen bir kişinin sözlerini duyun­ca ona şu cevabı verdiği rivayet edilir: «Kader diye bir şey yoktur. îşler, takdirsiz olarak, kendiliğinden meydana gelir.» Cüheni, bu sö -leriyle, ´Allah Tealâ´nm, ezeli iradesini ve ezeli ilmini inkâr etmiş olur. Buda Kur´an ilmini, yüce Yaratıcı´nm kudretinin dışına çıkar­mak olur.

Bazı tarihçiler, bu fırkanın, «Kaderiye» diye adlandırılmasına hayret etmişlerdir. Çünkü bunlar, kaderi inkâr eden kişilerdir. Na­sıl olur da, kader´e nisbet edilerek «Kaderiyeciler» denir

Bazıları, bunların söylediklerinin tam aksi ile isimlendirilmelerine engel bir durum bulunmadığını, zira bazı şeylerin, zıtlanyla isimlendirilmesinin bir vakıa olduğunu söylemişlerdir.

Diğer bir kısım insanlar ise bu durumu, şöyle izaha çalışmışlar­dır. «Kaderiyeciler kaderin Allah Tealâ tarafından olmadığını ve kul­lara ait olduğunu iddia ettikleri için «Kaderiyeciler» diye adlandırıl­mışlardır. Çünkü bunlar, herşeyi, insanın irade ye kudretine dayan­dırmışlar ve böylece bir nevi insanı kadere hakim olan bir varlık ka­bul etmişlerdir.»

Bazı yazarlar ise, bunlara «Kaderiyeci» adının, muhalifleri tara­fından takıldığını «Bu ümmetin mecûsîleri de Kaderiyecilerdir.»[30]

hadis-i şerifinin kapsamına girmeleri için böyle yaptıklarını ileri sür­müşlerdir.

Türkiye´nin eski Şeyhülislâmı merhum üstad Mustafa Sabri ho­ca efendi, Kaderiyecilere bu ismin verilmesine başka bir sebep gös­termektedir. O sebep te şudur; «Kaderiyecilerin inançlarının, mecû-silere benzemesidir. Mecûsiler, ilâhın iki tane olduğunu, hayırı yara­tan ilâhın NUR, şerri yaratan ilâhın ise KARANLIK olduğunu iddia etmektedirler. Kaderiyeciler ise, hayır ile şerrin arasını ayırmakta, hayrın Allah´tan olduğunu, şerrin ise şeytandan kaynaklandığını ve ´Allah´ın, şerri dilemediğini ileri sürmektedirler.[31]

Tarihçiler, insanları bu mezhebe davet eden kişinin kim oldu­ğu ve bu mezhebin nerede meydana çıkıp yayıldığı hakkında derin araştırmalara girişmişlerdir.

Bizim kanaatimize göre, insanlar arasında ortaya çıkıp yayılan görüşlerin, bir takım tahminlere dayanmaksızın, başlangıç noktası­nı kesin olarak tesbit etmek çok zordur. Kaderiyecilik konusunda da durum bundan ibarettir. Ancak, araştırıcıların çoğu, bu dvşüncenin, görüşlerin çarpıştığı, fikirlerin çeliştiği ve inançların karmakarışık olduğu bir dönemde ilk defa Basra şehrinde ortaya çıktığını ileri sür­müşlerdir.

Bütün Irak toprakları bu tip çatışmalara sahne olmuştu. «Sarh el-Uyûn» adlı kitapta, şunlar anlatılır: «Kader meselesinde ilk önce konuşan kişi Irak´h birisidir. Bu adam daha önce hristiyan idi. Son­radan müslüman oldu. Ma´bed eî-Cuhenî ve Ğaylan eltımışkî, Kaderiyeciliği bu adamdan öğrenmişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki, Kaderiyecilik düşüncesi sonradan îslâma sokulan bir fikirdir. Müs­lümanlar arasında, yabancı birisi tarafından, îslânı adına yayılmış­tır. Bu fikri yayan yabancı ise, art niyet taşımaktadır.»

Daha önce hristiyan olan bu Iraklı adamdan «Kadercilik» düşün­cesini iki kişi almıştır. Bunlardan biri, bu düşünceyi Irakta yayma vazifesini üzerine alan Ma´bed el-Cühenî´dir. Diğeri ise, Samda halkı bu mezhebe davet eden Ğaylan el-Dımışki´dir.

Ma´bed el-Cühenî, insanları kısa bir süre bu fikre davet etme imkânı buldu. Abdurrahman b. el-Eş´as´m isyanı ortaya çıkınca, hemen ona katıldı. Eş´as mağlup olunca Ma´bed, bu fikre davet eden ve yardım eden.bir kişi olduğu için Haccac tarafından öldürülen ki­şiler arasında bulunuyordu. Görülüyor ki, Ma´bed, ortaya çıkan her fitnede sinsice yer alıyor ve çeşitli tuzaklara başvuruyordu. Nihayet boynu vuruldu.

Ğaylan el-Dımışki´ye gelince : Bu adam, Şam´da halkı kaderci­liğe çağırmaya devam etti. Bu mevzuda Ömer b. Abdülaziz ile dahi münakaşa etmişti. Ğaylan, Ömer b. Abdülaziz´e mektuplar yazarak , onu adaletli olmaya davet etti. Ona yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyordu : Ey Ömer! Bakıyorsun fakat göremiyorsun, farkedi-yor ama tam anlamıyorsun. İyi bil ki Ömer, sen, İslâmda çürümüş kalıntılara ve silik bir takım izlerentiştin.

Ey ölüler arasında bulunan ölü! Ne takibedecok bir iz bulabili­yorsun, ne de faydalanacak bir ses işitebiliyorsun. Sünnetler çiğnen­di, bid´atlar ortaya çıktı, âlimler sindirildi konuşamaz oldular, cahil­lere nasihat edilecekken, meseleler onlardan sorulur oldu. Halife var­dır ki, ümmet onunla kurtuluşa erer. Yine halife vardır ki, ümmet onunla helak olur. Ey Ömer! Sen, bunların hangisindensin Allah Tealâ buyuruyor ki-, «Onları, emrimizle, doğru yolu gösteren önder­ler yaptık.»[32]

İşte bu sıfatta olan bir halife, hidayet Önderidir. Ona uyanlar da hidayettedir. Bunun aksi olan halife hakkında ise, Allah Tealâ şöyle buyuruyor: «Biz onları dünyada cehennem ateşine çağıran ön­derler yaptık. Kıyamet günü de yardım edilmeyeceklerdir.»[33]

«Ateşe gelin» diye çağıran hiçbir davetçi bulamazsın. Aksi tak­dirde ona kimse uymaz. Burada «ateşe davet edenler» den maksat, insanlar: Allah´a isyana davet edenlerdir.

O halde ey Ömer! Ayıpladığı bir şeyi- yapan veya yaptığı bir şe­yi ayıplayan yahut uyguladığı hükümlere uyanları cezalandıran, ya­hut da suç saydığı hükümleri tatbik eden herhangi bir hikmetli dav­rananı gördün mü

Yine sence, kullarını, güçlerinin yetmediği şeylerle mükellef tu­tan yahut, takdirine boyun eğenleri cezalandıran bir merhametli yü­ce mevla olur mu

Yine sana göre, insanları zulmetmeye, zulme karşı zalimce dav­ranmaya sevkeden, adaletli bir ilâh bulunur mu

Ve yine sana göre, insanları yalan söylemeye, birbirlerini aldat­maya sevkeden, doğru sözlü bir mevla mevcut mudur

Bu kadar izah, açıklama olarak yeter. Kör´ün körlüğünü artır­mak için de kâfidir.»[34]

Evet, işte bunlar, Ğaylan el-Dımışkî´nin Ömer b. Abdülaziz´e yazmış olduğu mektup veya mektuplardan bir kısmıdır.

Ömer b. Abdülaziz´in Ğaylan´ı davet ederek, düşünceler: hak­kında onunla tartıştığı, neticede Ömer´in, Ğaylan´ın delillerini çü­rüttüğü ve Ğaylan´ın, Ömer´e şunları söylediği anlatılır. -Ey mümin­lerin emiri, ben sana sapık bir kişi olarak geldim, sen ise beni hida­yete erdirdin. Kör olarak geldim, basiretimi açtın. Cahil olarak gel­dim, bana ilim öğrettin. Allah´a yemin olsun ki bu mesele hakkında artık hiçbirşey konuşmayacağım.»

Ancak, anlaşılmaktadır ki Ğaylan, müminlerin emiri Ömer b. Abelaziz öldükten sonra tekrar eski düşüncelerine dönmüştür. Murtaza, «el-Munye vel Emel» adlı eserinde Ömer b. Âbdülaziz´in Ğaylan´a şunları söylediğini anlatır. «Yapmakta olduğun vazifede bana yardımcı ol.» Ğaylan ise Ömer´den şunu istemiştir. «Beni, ha­zine mallarını satmaya ve haksızlıkları.giderme vazifesine tayin et.» Ömer, Ğaylan´i, bu vazifeye tayin etti. Ğaylan, hazine mallarını sa­tıyor ve insanlara şöyle diyordu : «Gelin hainlerin malına! Gelin za­limlerin malına! Gelin Resuîullah´m sünnene ve davranışlarına uy­mayarak onun ümmetine halife olanların yığdıkları dünya metama!»[35]

Ğaylan, Ömer b. Abdüîaziz vefat ettikten sonra da insanları bu dâvasına davet etmiştir. Nihayet, Hişam b. Abdülmelik dönemi baş­lamış, bu düşünceler çokça yayılmış, Fars ve Horasan bu düşüncelerin temerküz ettiği yerler haline gelmiştir. Hişam b. Abdülmelik, bu­ralarda devletine karşı tehlikeler hissetmiş, Horasan ve Fars´tan esen her rüzgâra karşı savaş açmıştır. Daha önce, Horasan´da bulunan va­lisinin, Ca´d b. Dirhem´i «Kur´an-ı Kerim mahluktur» dediği için öl­dürdüğünü anlatmıştık. Tabii ki Hişam b. Abdülmelik Ğaylan´ın pe-sini bırakamazdı. Onu, dâvasını yaymaya devam etmekte serbest bı­rakmazdı.

Fakat Hişam, delilsiz, dâvâsız bir şekilde Ğaylan´ı öldürmek is­temiyordu. Bu sebeple onu, zamanının en büyük fıkıhçısı olan İmam Evzai ile tartışmaya davet etti. «Ikd el-Ferid» ve «Şerh el-Uyûn» adlı eserlerde zikredildiği gibi, imam Evzaî, Ğaylan ile tartışmış ve onu susturmuştur. Bu tartışmayı «Mehasin el-Mesaî fî Menakıb-i Ebu Ömer el-Evzaî» adlı kitabın sahibi zikretmiş ve «Bu, bir kaderiyeci ile yapılan münakaşadır.» demiştir.

Bu tartışma «Ikd el-Ferid>ve «Şerh el-Uyûn» adh eserlerdeki ile karşılaştırıldığı zaman, Kaderiyecinin, Ğaylan ei-Dımışkî olduğu an­laşılır. «Mehasin el-Mesaî» adlı kitapta zikredilen tartışma ve o tar­tışmanın girişi şöyledir:

«Hişam b. Abdülmelik döneminde Kaderiyeci bir adam vardı. Hişam, birgün ona bir kişi göndererek onu huzuruna çağırdı ve şun­ları söyledi: «Senin hakkında çok, dedikodu edildi.» Kaderiyeci şu cevabı verdi: -Evet, Ey müminlerin emiri, dilediğini çağır onunla tartışalım. Eğer onun vasıtasıyla benim hatalı olduğumu ortaya koyabilirsen boynumu sana teslim ederim.» Hişam, «İnsaflı konuştun. dedi. İmam Evzaî´ye bir kişi gönderdi. Evzaî gelince, Hişam ona «Ey Ebu Ömer, bu Kaderiyeci ile bizim adımıza tartış.» dedi. Bunun üze­rine :

Evzaî (Ğaylan´a hitaben) İster üç, ister dört, istersen tek bir mesele seç.

Kaderiyeci Ğaylan Üç mesele olsun.

Evzaî Söyle bakalım. Allah Tealâ yasakladığı birşeyin yapıl­masına müsaade eder mi

Kaderiyeci Ğaylan Bu mesele hakkında hiçbir fikrim yoktur.

Evzai Birinci mesele bu idi. İkinci olarak, söyle bakalım Al­lah Tealâ emrettiği bir şeyin yapılmasına mâni olur mu

Kaderiyeci Ğaylan Bu mesele birincisinden daha zor. Benim, bu hususta da bir fikrim yoktur.

Evzaî Ey müminleri emiri, bu ikinci meseledir, dedi ve Ka-deriyeciye hitaben şöyle söyledi. «Söyle bakalım, Allah Tealâ, haram kıldığı birşeyin yapılmasına yardım.eder mi

Kaderiyeci Ğaylan Bu mesele birinci ve ikinci meseleden da­ha zordur. Benim, bu hususta da herhangi bir düşüncem yoktur.

Evzaî Ey müminlerin emiri, işte üç mesele, bundan ibaret.

Bunun üzerine Hişam emretti ve Kaderiyecinin boynunu vurdurdu. Sonra da Evzaî´ye yönelerek «Bize bu üç meseleyi izah et ba­kalım.» dedi. Evzaî: «Peki, ey müminlerin emiri!» dedi ve şöyle de­vam etti: «Ey müminlerin emiri bilmiyormusun ki, Allah Tealâ, ya­sakladığı bir şeyin yapılmasına müsaade etti. Hz. Âdem´in, ağaçtan yemesini yasakladı, daha sonra ise ondan yemesine müsaade etti. Âdem´de yedi. Ey müminlerin emiri, yine bilmiyor musun ki, Allah Tealâ bir şeyi emretti, sonra da yapılmasına mani oldu. İblis´e, Hz. Âdem´e secde etmesini emretti, sonra da onun secde etmesine mâni oldu. Ve yine bilmiyor musun-ki, ey müminlerin emiri, Allah Tealâ birşeyi haram kıldı, sonra da onun işlenmesine müsaade etti. Leş, kan ve domuz etinin yenmesini yasakladı, sonra da, zaruret halin­de bunların yenmesine müsaade etti.

Bunun üzerine Hişam; «Söyle bakalım, ona soracağın tek me­sele hangisiydi » dedi. Evzaî şu cevabı verdi: «Ona diyecektim ki; «Söyle bakalım, Allah Tealâ, seni yaratırken kendi dilediği gibi mi, yoksa senin istediğin gibi mi yarattı Kaderiyeci; «Kendi istediği gibi yarattı.» diyecekti. Ben de ona diyecektim ki; «Allah seni, senin is­tediğin zaman mı, yoksa kendi dilediği vakit mi öldürecektir » O da diyecekti ki; «Kendisi dilediği zaman.» Bunun üzerine ben ona diyecektim ki; «Söyle bakalım, Allah Tealâ seni öldürdükten sonra nereye gideceksin Onun dilediği yere mi, senin dilediğin yere mi » O diyecekti ki, «Onun dilediği yere.»

Ey müminlerin emiri! Şurası bir gerçek ki, kendi yaratılışını gü­zelce yapmaya, kendi rızkını artırmaya, ecelini ertelemeye ve ken­disini dilediği yere koymaya gücü yetmeyen bir varlığın elinde han­gi güç ve kudret bulunur

Kaderiyeciler ne Allah´ın kelamına, ne peygamberlerin sözleri­ne, ne cennettekilerin sözlerine, ne cehennemliklerin sözlerine, ne meleklerin sözlerine, ne de kardeşleri îblis´in sözüne rıza gösterirler.

Allah Tealâ´nın kelamı şudur: «Rabbi onu seçerek salih kullar­dan eyledi.»[36]

Meleklerin ki işe şudur- «Bize öğrettiklerinin dışında hiçbir bil­gimiz yoktur.»[37]

Peygamberlerin sözüne gelince, Şuayb (A.S.) şöyle demiştir: «...Muvaffakiyetim ancak Allah´tandır. Sadece ona güvenirim ve ona yönelirim.»[38]

İbrahim (A.S.) de şöyle demiştir: «Eğer rabbim beni doğru yo­la sevketmeseydi yemin olsun ki sapık kavimden olurdum.»[39]

Nuh (A.S.) ise şöyle demiştir: «Eğer, Allah sizi azdırmayı diler­se, öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O, sizin rabbinizdir.»[40]

Cennetlikler şöylo demişlerdir: «Bizi, buna erdiren Allah´a hamdolsun. Eğer, Allah bizi doğru yola sevketmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık.»[41]

Cehennemliklerin sözü ise şudur : «... Eğer, Allah bizi doğru yola sevketmiş olsaydı, biz de sizi o yola sevkederdik...»[42]

Şeytanın sözüne gelince; O da; «Rabbim, beni saptırdığın için...»[43] demiştir.

Şayet bu tartışma doğruysa, ki bize göre doğru olmaması için bir sebep yoktur. bu, eşit olmayan iki taraf arasında cereyan eden bir tartışmadır. Taraflardan biri, soru sormakta tam olarak serbest iken, diğeri, hiçbir açıklama isteyemeden sorulara olduğu gibi ce­vap vermek zorundadır. Ya cevap verecektir, yahut da boynu kılıç­la kesilecektir. Tartışmanın başlangıcından da anlaşılmaktadır ki, tartışmaya girişilmeden önce idama karar verilmiş, daha sonra in­sanların huzurunda kararı haklı göstermek için tartışma açılmıştır. Yoksa, Kaderiyecinin öldürülmesinin sebebi bu tartışma değildir. Bu mesele, önce hüküm verip, daha sonra onu uygulamak için şahitleri dinlemeye benzer.

Diğer yandan bütün sorular tek amaca yöneliktir, rumuzlar ka­dar kapalıdır. Öyle ki; Hişam b. Abdülmelik´in kendisi bile soruları anlayamamıştır. Eğer Hişam, meselenin gerçek yüzünü öğrenmek için tartışma açtırmış olsaydı, adamı öldürmeden önce, soruların ne demek olduğunu öğrenmek isterdi. Sorular, soru olmaktan ziyade bilmecelere benziyorlardı. Bu, bir tartışma değil, daha önce karar­laştırılmış ölüme bir bahane ve bir gerekçe hazırlamaktı.

Münakaşa nasıl olursa olsun bu, Evzai´nin," Kur´an-ı Kerim´i in­celikleriyle bildiğini ve tartışmadan önce buna hazırlandığını gös­termektedir. Evzaî, tartışma esnasında, zahirleriyle Kaderiyeciliği reddeden birçok âyet-i kerîme zikretmiştir.

Gaylan öldürüldü ama, mezhep te öldü mü Tek kelimeyle; ha­yır ölmedi. Bazı âlimlerin söyledikleri gibi başka mezhepler içinde de erimedi. Çünkü bu mezhep daha sonraları Mutezile mezhebine karışmasına rağmen, Basra´lıîar arasında uzun süre yaşamış, dalîan-mış-budaklanmış, hatta Kaderiyecilerin bazı fırkalarının «Dualizm» anlayışına benzeyen bir mezhebe dönüşmelerine sebep olmuştur. «Dualizm» mezhebine mensup olanlar, kâinatın, aydınlık ve karan­lık olmak üzere iki güce boyun eğdiğine, hayırın aydınlık, şerrin ka­ranlık tarafından meydana getirildiğine karar vermişlerdir. Ka-deriyeciler ise; hayırın Allah´dan, şerrin ise Allah´ın iradesinin bir katkısı olmaksızın, kendi nefislerinden kaynaklandığına hüküm ver-, mislerdir. Böylece Kaderiyeciler, Allah Tealâ´nm iradesine karşı inatlaşmışlardır. «Allah, onların iddialarından münezzehtir, çok yüce­dir.»[44]

Bir Kaderiyeci ile bir Sünnî arasındaki tartışma[45]

İbnül Kayyım, bir Kaderiyeci ile bir Sünni arasında şöyle bir mü­nazara tasavvur eder. Münazarada taraflardan herbiri, diğerine karşı deliller ileri sürer. İbnül Kayyim, tartışmada her iki mezhebe yer vermesine rağmen, Sünni´yi Kaderiyeciye galip getirmeye çalı­şır. Biz burada bu tartışmanın bir bölümünü zikredeceğiz:

Kaderiyeci Allah Tealâ, amelleri, kullara bazan genel olarak, bazan da özel olarak nisbet etmiştir: Kulun genel olarak her ameli yapmaya gücünün yettiğini beyan eden deliller şunlardır.

a) Allah Tealâ şu âyet-i celilede kulun, amelleri yapmaya güç yetirebileceğini beyan eder: «Sizden hür mümin kadınlarla evlenme­ye gücü yetmeyen kinişe...»[46]

b) Şu âyet-i kerîmede de kulların herhangi bir şeyi dileyip di­lememe gücünün bulunduğunu beyan eder: «Bilhassa, içinizden, doğ­ru yolu bulmayı dileyenler için.»[47]

c) Allah Tealâ şu âyot-i kerîmede de bir şeyi isteyip istememe gücünün bulunduğunu beyan ederek şöyla buyurur: «Onu kusurlu (arızalı) yapmak istedim.»[48]

d) Şu âyetlerde de kulun, birşeyi yapmaya, kazanmaya ve İmal etmeye gücünün yetebileceğini beyan ederek şöyle buyurur: «... Ya­parlar.»[49] «... Amel ederler.»[50] «...o halde kazandıklarınızdan do­layı...»[51] «Bu işledikleri ne kötü bir şeydir.»[52]

Kulun, sadece bazı işleri yapmaya gücünün yettiğini beyan eden deliller ise şunlardır-. Kulun namaz kılması, oruç tutması, hacc öt­mesi, temizlenmesi, zina işlemesi, hırsızlık yapması, cana kıyması, yalan söylemesi, kâfir olması, günahkâr olması ve benzerleri...

Bu çeşit fiilleri, kullara değil de sadece Allah´a nisbet etmek, yahut hem kullara hem de Allah´a nisbet etmek mümkün değildir. O halde, bu fiiller sadece kullara nisbet edilir.

Sünnî Bu sözde hak da var bâtıl da. «Allah fiilleri kullara nisbet etti.» şeklindeki sözün, şüphesiz ki doğrudur. Fakat, «Bu fiil­lerin kullara nisbet edilişi, Allah´a nisbet edilmelerine engeldir.» şek­lindeki sözün, anlaşılmayacak kadar kısa ve karışıktır.

Şayet sen, bu işlerin Allah´a nisbet edilemeyeceği sözünde, bun­ları Allah´ın bizzat yapmadığını, bunlarla sıfat!anamryacağım, bun­lara terettüp eden hükümlerden, Allah´m yükümlü olmayacağını ve bu fiillerden isimler türetilerek, Allah´ın bu isimlerle isimlendirilemiyeceğini kastediyorsan, doğru söylüyorsun. Bu itibarla bu fiille­rin hiçbiri Allah´a nisbet edilemez.

Fakat, Bu fiillerin Allah´a nisbet edilmesi mümkün değildir.» sözünle, Allah´ın, bunları bilmediğini, gücünün bunlara yetmediği­ni, bunları dilemediğini ve bunları yaratmadığım kastediyorsan, şüphe yok ki bu sözün bâtıldır. Çünkü Allah Tealâ bu fiilleri bilmek­te, takdir etmekte ve yaratmaktadır. Bu fiillerin kullara nisbet edi­lişi, bu son izah tarzıyla Allah´a nisbet edilmelerine engel değildir. Bu durum şu misâle benzer: «Bütün mallar Allah Tealâ tarafından yaratılmıştır ve gerçekte onun mülküdür. Buna rağmen Allah Tea­lâ, malların mülkiyetini kullara nisbet eder.»

Evet, bütün ameller ve mallar, Allah´ın yarattığı ve mâlik oldu­ğu şeylerdir. Allah TeaJâ bunları kullarına nisbet eder. Kullarını, mallara sahip kılan ve onlara amelleri yaptıran O´dur. Bu sebeple amellerin, hem Allah´a hem de kullara nisbet edilmesi, doğrudur.

Ameller de, mallar da kulların kesb ve iradeleriyle meydana ge­lir. Mallan ve onları kazananları, amelleri ve onları işleyenleri ya­ratan Allah´tır. O halde kulların mal ve amellerinin gerçek sahibi ve mutasarrıfı, Aİlah´dır. Kulların duymalarının, görmelerinin ve ruh­larının sahibi ve mutasarrıfı olduğu gibi...

Kullarına işittiren, kullarını gördüren ve kullarına amel yaptı­ran O´dur. Duyma ve görme organları ve gücünü, duyma ve görme fiilini kullarına veren O´dur.

Yine, amel etme vasıtasını, gücünü ve amelin kendisini kullara, Allah vermiştir. Bir işin yapılmasını el´e nisbet etmek, bir sözün söy­lenmesini dil´e nisbet etmek, duymayı kulağa, görmeyi göze nisbet etmek gibidir. Görme ve duymanın, gören ve duyan organlara nis­bet edilmeleri, konuşma ve herhangi bir şeyi tutmanın dil ve el´e nis­bet edilmesi gibidir. Şayet kullar, görmeyi ve duymayı yarattıysalar, görme, duyma organlarını ve gücünü ve görmeye duymaya vası­ta o!an birçok sebepleri de kullar mı yaratmıştır Yoksa tek ve kah-har olan, her şeyin yaratıcısı olan Allah mı yaratmıştır

Kaderiyeci Eğer kulların fiillerini Allah yapmış olsaydı, ya­pılan fiillerden isimler türetilerek onların Allah´a nisbet edilmesi ge­rekirdi. Bu fiillerden türetilecek isimlerle anılmaya Allah, kullardan daha lâyık olurdu. Çünkü, dinleri, dilleri ve örfleri değişik olması­na rağmen bütün insanlar, ayakta durana «ayakta» derler. Yemek yiyene «yiyen» derler. Hırsızlık yapana «hırsız» derler. Diğer bütün işler bunlar gibidir.

Siz, işi tersine çevirdiniz. Gerçekleri alt-üst ettiniz. Kullarda gö­rülen fiillerden isimler türetilerek, o fiillerin gerçek yapıcısı olarak kabul ettiğiniz Allah Tealâ´ya, türetilen isimlerin nisbet edilemiye-ceğini, aslında bu fiilleri yapmayan kullara nisbet edilebileceğini id­dia ettiniz. Bu ise, alda, lügatlara ve milletlerin örflerine ters düş­mektedir.

Sünnî Fiilin gerçek yapıcısı kul, onu yaratan ve onun gizli ve aşikâr vasıtalarını halkeden, Allah´tır. Bu fiillerden isimler türe­tilerek onları yapan kullara nisbet edilir ve meselâ: Ayağa kalkana «ayakta», oturana «oturan», namaz kılana «namaz kılan», hırsızlık yapana «hırsız», zina edene «zânî» denir. Çünkü iş, kim tarafından yapılırsa o işin hükmü başkasına değil ona aittir. O fiilden isim türetilerek, onu yapmayana değil, yapana nisbet edilir.