İmam Cafer ve Mezhebi

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı gece_mavisi

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Bursa
  • 3684
  • +299/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Uyanan Gençlik
İmam Cafer ve Mezhebi
« : 22 Kasım 2010, 05:40:48 »
İmam Caferi Sâdık (80 -148 H.)

Hicri I. asrın sonunda ve II. asrın ilk yarısında Medineli Münevvere´de nurlu bir irfan kaynağı ve Hz. Ali´nin soyuna mensup bir aile vardı. Şehidoğlu şehid Hz. Hüseyin´in ölümü faciasından beri Ehl-i Beyt mensupları sadece İlimle uğraşıyorlar, atalarının zekâ ve hida­yet nurunu aksettiriyorlardı. Onları sahip oldukları şeref, basit işler­le uğraşmaktan ahkoyardı. Bu sayede onlar, daima acısını tattık­ları ve hiç faydasını görmedikleri siyasetten uzaklaşarak, ilmî çalış­malara yönelmişler, atadan oğula miras kalan ictihad mevkilerini ko­rumuşlardı.

Ali Zeynelâbidin, İlim ve asalet bakımından Medine´nin önderi idi. Oğlu Muhammed Bakır da ondan İlim ve irşat önderliğini miras olarak almıştı. İslâm âleminin her tarafından birçok bilginler ona baş­vurur, Medine´ye gelen herkes, kendisini ziyaret etmeden gitmezdi. Kendisini ziyaret eden ve Ehl-i Beyt taraftarı gözüken sapıklarla, bü­rünmüş oldukları gizlilik kisvesi altında din dışı fikirlere sahip olan­ları azarlar ve hayal kırıklığına uğratarak, yüzüstü geri çevirirdi.

İslam fıkhının büyük İmamlarından Süfyan-i Sevrî, Süfyan b. Uyeyne, Irak fakihîerinin başı Ebu Hanife onu ziyaret eder ve irşat­larından faydalanırdı. Irak´ın re´y ile meşhur olan büyük fakihi Ebu Hanife, Muhammed Bakırla Medine´de ilk karşılaştığı zaman arala­rında şöyle bir konuşma geçmişti:

Muhammed Bakır:

Dedemin yolunu ve hadislerim kııyasla değiştiren sen misin dedi.

Ebu Hanife:

Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur.. Ta ki ben de, ba­na lâyık olan bir şekilde yerime oturayım: Dedeniz Muhammed (S. A.)´e hayatında sahabîleri nasıl saygı duyuyorlarsa, aynı şekilde ben de size saygı besliyorum,´dedi.:

Bunun üzerine her ikisi de oturdu ve. Ebu Hanife söze şöyle baş­ladı:

Size üç sorum var, lütfen cevap veriniz:

1 Kadın mı yoksa erkek mi daha zayıftır Muhammed Bakır:

Kadın, dedi. Ebu Hanife:

Kadının mirasta hissesi erkeğe nisbetle kaçtır diye sordu. O, buna:

Erkeğin hissesi iki, kadının hissesi birdir, diye cevap verdi.

Ebu Hanife:

Dedenizin sözü işte budur. Eğer ben onun dinini değiştirmiş olsaydım, kıyasa dayanarak, erkeğe bir, ,kadma iki hisse verilmesini söylerdim. Çünkü kadın erkeğe nazaran daha zayıftır, dedi.

2 Namaz mı, yoksa oruç mu daha efdaldır

İmam Muhammed Bakır, Ebu Hanife´nin bu sorusuna:

Namaz daha efdaldır, cevabını verdi. Ebu Hanife:

Bu da dedenizin sözüdür. Eğer ben onu değiş tirşeydim, kıyas gereğince kadının ayhâlinden temizlendikten sonra namazı kaza et­mesini, orucu da kaza etmemesini emrederdim, dedi.

3 İdrar mı, yoksa meni mi daha pistir

Ebu Hanife´nin bu sorusuna da Muhammed Bakır:

İdrar daha pistir, diye cevap verdi. Ebu Hanife:

Dedenizin dinini kıyasla değiştirseydim, idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra da abdest alınmasını söy­lerdim. Fakat, kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah´a sığını­rını, dedi.

Bunun üzerine Muhammed Bakır kalkıp Ebu Hanife´yi kucakla­dı, yüzünden öptü ve ikramda bulundu.

Bu olaydan anlaşılıyor ki, Muhammed Bâkır´ın İmamlığını bütün bilginler kabul ediyor, kendi görüşleri hakkında ona bir nevi hesap veriyor ve onun başkanlığını kendi istekleriyle teslim ediyorlardı; tâ ki o, kendilerine doğru yolu göstersin.

Muhammed Bakır, bütün sahabilere saygı gösterir, özellikle Ebu Bekr ve Ömer´i (R.A.) hepsinden üstün tutarak, şöyle söylerdi: «Ebu Bekr ve Ömer´in üstünlüğünü tanımayan Sünneti tanımamaktadır. Muhammed Bakır, bir gün dostlarından Câbir el-Cufî´ye şöyle söyle­miştir: «Ey Câbir, Irak´ta bizi sevdiğini söyleyen, Ebu Bekr ve Ömer´e dil uzatan ve kendilerine benim böyle emrettiğimi iddia eden bir topluluk türemiş. Onlara, benim kendilerinden beri olduğumu söyle. Al­lah´a and olsun ki eğer ben halîfe olsam, onların hepsini Allah için öldürürüm. Eğer Ebu Bekr ve Ömer´e Allah´tan rahmet ve mağfiret dilemesem, Hz. Peygamber´in şefaatından mahrum kalırım. Allah´ın düşmanları onları hakkıyla tanıyamazlar.»

Muhammed Bakır, Kur´an ve îslâm fıkhını, açıklayan, şeriatın hikmetlerini kavrayan ve onun amaçlarını tam olarak anlayan bir zat İdi. O, hem Ehl-i Beytin hadislerini, hem de hiç bir fark gözetmeksi­zin bütün sahabîlerin hadislerini rivayet ederdi.

Ruhi olgunluğu, kalbinin nuru, idrakinin büyüklüğü sayesinde o, ahlâkî ve içtimaî konularda pek çok kıymetli sözler söylemiştir ki bunların her biri, insanı yüceltmeye kâfi gelir. Burada misal olarak onun şu sözlerini naklediyoruz: «Bir insanın gönlüne bir miktar kibir girerse aklından o kadar eksilir*. Oğlu Ca´fer´e yaptığı nasihattan:, Yavrucuğum, tenbellik ve bezginlikten sakın. Çünkü bunlar, her tür­lü fenalığın anahtarıdır. Eğer tenbellik edersen hakkı yerine geti­remezsin. Bezginlik gösterirsen hakka karşı sabredemezsin,» Hik­metli başka bir sözü: «Zenginleri seven bir bilgin görürseniz bilin ki o, dünya ehlidir. Bir zaruret olmaksızın hükümdarın yanından ay­rılmayan bir bilgin görürseniz bilin ki, o da hırsızdır.»

Ona göre, farzları yerine getirerek İlim tahsil etmek, zahitük-ten hayırlıdır. O, İlim adamı hakkında şöyle söylemiştir. «Allah´a and olsun ki bir âlimin ölümü, şeytan için yetmiş ibadet ehlinin ölü­münden daha sevindiricidir.»

Muhammed Bakır, 114 H. yılında ölmüştür. Ebu´1-Fidâ, Tarih´inde onun 115 H. yılının başında öldüğünü söylemektedir.

îşte İmam Muhammed Baku-, bu vasıfta bir insan olup ilmi ve ilmin gayelerini hakkıyla kavramıştır, bayatını anlatmak istediği­miz îmam Ca´fer´in babası işte budur. Muhammed Bâkır´ın duru­mundan, onun hangi sülâleye mensup olduğunu bilmek kolayca mümkündü. Çünkü güzel ahlâk, insanlık ve hakîkata yönelme gibi meziyetlerinin üstünde o, daima gençlere her yönden güzel örnek olurdu.

İmam Ca´fer´in babası olan bu büyük insan Muhammed Ba­kır , kendisine eş olarak şerefli Arap kızlarından el-Kâsım b. Mu­hammed b. Ebi Bekr´in kızı, yani Hz. Ebu Bekr´in torunu Ümmü-Ferve´yi seçmiştir. Böylece îmam Ca´fer´de hem Hz. Ali´nin yiğitli­ği, hem de Hz. Ebu Bekr´in vefakârlığı birleşmiştir. Ayrıca onun ka­nında Hz. Ali´nin İlim dehâsı ile Hz. Ebu Bekr´in sabır ve ağırbaşlılı­ğı kaynaşmıştır. el-Milel Ve´n-Nihal yazarı Şehristânî onun şeceresini şöyle özetler: «Ca´fer, baba tarafından; Hz. Peygamber´e, ana rafından da Hz. Ebu Bekr´e dayanmaktadır.»

Doğumu Ve Gençlîğî

Ebu Abdillah Ca´fer-i Sadık işte böyle şerefli bir baba ve dede­den doğmuştur. Ehl-i Beyt ilminin saf ve berrak kaynağı içerisinde yetişip büyümüş ve böylesine şerefli bir ailenin gölgesinde yaşamış­tır. O devrin âdeti üzerine diğer Ehl-i Beyt mensupları gibi o da ço­cuk denilecek bir yaşta kendisini ilme vermiştir. Bütün Hİcaz´lıların gönüllerinde yaşayan, fazilet, şeref ve güzel ahlâk sahibi olduğu her­kesçe kabul edilen dedesi Ali Zeynelâbidin´i görmüştür. İmam Ca´­fer-i Sadık´ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hicrî 80 veya 83 yılında doğduğu söylenmektedir. Bazıları, onun, bu tarihlerden daha önce doğduğunu ileri sürmektedir. Genellikle Hicrî 80 ya­lında doğduğu kabul edilmektedir ki amcası İmam Zeyd de aynı yıl­da doğmuştur. Bu tarih, aynı zamanda Irak´ın büyük fakîhi îmam Ebu Hanifenin de doğum tarihidir. Buna göre, dedesi Ali Zeynelâbidin öldüğü zaman o, 14 yaşında olup fikrî erginlik çağına ulaşmıştı. Gençliğinde, dedesi Ali Zeynelâbidin ve babası Muhammed Bakır gibi parmakla gösterilen önemli iki kaynaktan feyz almıştır.

O, Medine´nin İlim muhitinde büyük şahabı ve tabiîlerin İlim ve hadisle uğraştığı bir çevrede yetişmiştir. Şüphesiz o, dedesinin ya­nından ayrılmamakla beraber, hadis ile uğraşan tabiilerin meclisle­rine Öalar ve onlardan büyük dedesi Hz. Muhammed´in ilmini al­makta hiç bir tereddüt göstermezdi. Çünkü, Hz. Peygamber´in İlim ve hadisleri bütün sahabîlerin arasında yayılmıştı; Bazı hadisleri, bir lasjm sahabîler işitmemiş olsalar da, sahabîlerin hepsinin onları işitmemiş olması düşünülemez. Dolayısıyla, sahabîlerin bütününün vâkıf olmadığı bir hadis yoktur. Çünkü bir kısmının duymadığı bir hadîsi, diğer bir kısmı işitip öğrenmiştir. Hz. Peygamber´in ilmini almak isteyenler, bu ilme sahip olanlar arasında fark gözetmez. İşte Hz. Ali´nin teiniz soyundan gelen bu yüksek şahsiyetler de, ken­dilerini tamamen ilme vermişler ve bu ilmi kimde bulmuşlarsa on­dan faydalanmışlardır. İlim bir adam şekline girecek olsa, şüphesiz onu mütevazı bir adam olarak görürdük. Bunun içindir ki bu İmam­ların, İlim ehline karşı kibirli davranmaları ve sahabîler arasında şu veya bu şekilde bir fark görmek suretiyle ilmi asıl kaynakların­dan almamaları düşünülemez.

İmam Ca´fer, tahsil çağında hayatta bulunan Ibni Şihab ez-Zührî gibi Medine´de Hz. Ömer´den ve talebesi olan bazı sahabîlerden İlim öğrenmiş bulunan bilgin tabiilerden ders almıştır. Bu tabiîlerin bir kısmı, Ehl-i Beyt´e karşı özel bir ilgi gösteriyordu. Meselâ, Jbni Şihab ez-Zührî ile îmam Ca´fer´in yaşıtı olan îmam Zeyd arasında hususî bir ilgi vardı. Dolayısıyla Ehl-i Beyt ile tabiîlerin il­mî alış-verişl´eri çok sıkı idi. Çünkü hepsi Hz. Peygamber´e dayan­maktaydı.

Burada işaret etmek istediğimiz bir husus da şudur: İmam Ca´fer´in ailesi ile Ebu Bekr Sıddık ailesi arasında önemli bir bağ vardır. Çünkü Ca´fer´in annesi Hz. Ebu Bekr´in torunu el-Kâsım b. Muhammed´in kızıdır. el-Kâsım b. Muhammed, halası Hz. Âîşe´nin yanında yetişmiş ve ondan bir çok hadis rivayet etmiştir. el-Kâsım b. Muhammed, aynı zamanda Medine´Ii yedi fakihten biridir, îlmini bu fakihlerden almış olan İmam Mâlik, el-Muvatta´ adlı eserinde en çok bunların İlimlerini toplamıştır. Kısaca, Medine´deki ilmi ça­lışmalar, İmam Ca´fer´in ailesini de içine almaktadır.

Her tabii, kendisine ulaşan hadisleri topluyor ve onları rivayet etmek isteyenlere aktarıyordu. îmam Ca´fer, annesinin babasına-ye­tişmiş, ondan İlim tahsil etmiştir. Yani,anne - babası olan el-Kâsım b. Muhammed 108 H. yılında öldüğü zaman Ca´fer talebelik- devre­sini geçirmiş ve olgun bir yaşa ulaşmıştı. Daha önce de işaret etti­ğimiz gibi el-Kâsım b. Muhammed, hem Hz. Âişe´den, hem de Ab­dullah b. Abbas´dan İlim almış olup Hz. Ali onun babası Muham­med b. Ebi Bekr´i öz oğlu gibi severdi. Çünkü Hz. Ali, Ebu Bekr Siddîk´dan dul kalan el-Kasım´m baba-annesi ile evlendikten sonra, el-Kâsım´ın babası Muhammedi kendi evine almıştı.

el-Kâsım; halası Hz. Âişe´den ve Hz. Hasan, Hüseyin ve Abdul­lah b. Abbas gibi Hâşimî büyüklerinden hadis rivayet etmiştir. Ay­nı zamanda o, bir fakîh olupL hadisin metnini, Kur´an ve meşhur ha-´ dişlere kıyas ederek, eleştirirdi. Buna göre o, hem fakih hem de muhaddis idi. Talebesi Ebuz-Zinâd Abdullah b. Zekvan, onun hak­kında el-Kâsım´dan daha bilgin bir fakih, Sünneti ondan daha iyi bilen bir kimse görmedim.´» demiştir. O, çok dindar, derin bir fıkıh ve dikkatli bir rivayet metoduna malik olmakla beraber, hâdiseler karşısında himmet, azim ye keskin .bir görüşe sahipti. İmam Mâ­lik, Ömer b. Abdilazîz´den «Eğer elimde olsaydı, el-Kâsım´ı yerime halife olarak gösterirdim.» dediğini rivayet etmiştir.

İşte İmam Ca´fer´in ilmî çalışmalarını ilerlettiği, bir devirde bu dedesi el-Kâsım yaşamakta idi.

İmam, Ca´fer-i Sâdık, İlimle uğraşırken ve bu yolda ilerlerken babası ölmüştür. O zaman kendisi 34 veya 35 yaşında idi. Olgunluk çağı olan 40 yaşına ulaştığı zaman hem hadis, hem de fıkıh il­mini elde etmiş ve bütün fakihlerin görüşlerini ehemmiyetle öğrenip en sağlam olan görüşleri bulmaya çalışmıştır.

îmam Ebu Hanîfe´den şöyle rivayet edilir:

«Halife el-Mansur buna; «Ey Ebu Hanife, halk Ca´fer b. Muhammed´e hayranlık duymaktadır. Ona sormak üzere en zor meselele­ri tesbit et.» dedi. «Ben de, onun için 40 mesele hazırladım.» Bundan sonra iki İmam Hîre´de el-Mansur´un huzurunda karşılaşmışlardır. Ebu Hanife, bu karşılaşmayı da şöyle anlatır:

«el-Mansur´un huzuruna girdiğim zaman Ca´fer b. Muhammed sağında oturuyordu. Onu görünce içimde öyle bir korku belirdi ki bu, el-Mansur´un heybetinden değil, Ca´fer-i Sadık´in heybetinden geliyordu. Selâm verdim ve Halife bana oturmamı işaret ettikten sonra, ona dönüp beni göstererek, îşte Ebu Hanife´dir, dedi. Ca´fer i Sadık da «evet» dedikten sonra Halife bana dönüp, ey Ebu Hanîfe, meselelerini Ca´fer´e sor, dedi. Ben hazırladığım meseleleri ona tek tek sordum. O; sîz bu hususta şöyle diyorsunuz. Medîneliler şöyle diyor, biz de böyle diyoruz... Bâzan aramızda görüş birliği oluyor, bâzan da birbirimize muhalefet ediyoruz, dedi. Nihayet sorduğum 40 meselenin hepsini cevaplandırdı.»

Ebu Hanîfe, bunları anlattıktan sonra, «İnsanların en bilgini, on­ların ihtilâflarını en iyi bilendir.» demiştir.

İmam Ebu Hanife doğru söylüyordu. Çünkü fakihlerin ihtilaf­larını, görüşlerini, işbat için ileri sürdükleri delilleri, en doğru olan görüşe ulaşmak için kullandıkları metodları bilmek şarttır.İşte Ca´fer-i Sâdık, böyle bir bilgiye sahip olduktan sonradır ki, görüşler ara­sında bir karşılaştırma ölçüsü bulabilmiştir. Onun fıkhı, ne Irak ne de Medine fıkhının aynıdır. O, kendine has bir fıkıh meydana getir­miştir. Gerçi Irak, Medine ve îmam Ca´fer´in fıkhı da Kur´an-ı Ke­rim ile Hz. Peygamber in Sünnetinin gölgesinde doğup büyümüştür.
Kozomoloji (Kevniyyât = Evrenbilim) Hakkındaki Görüşü

İbni Hallikân, «Vefeyâtu´l-A´yân» adlı eserinde Ca´fer-i Sâdık´ı şöyle tanıtır: «îmamiyye mezhebinin oniki İmamından biridir. Ehl-i Beyt´in ulularından olup sözünde sadakatli olduğu için «Sâdık» lâ­kabını almıştır. Üstünlüğü herkesçe bilinmektedir. Sufî ve Tarsuslu Câbir b. Hayyan onun talebesi idi. Câbir b. Hayyan, Ca´fer-i Sâdık´ın beşyüz adedi bulan risalelerini bin varaklık bir kitapta toplamıştır. Ca´fer-i Sâdık, Medine´deki Bakî´ mezarlığında yatmakta olan babası Muhammed Bakır, dedesi Ali Zeynelâbidin ve dedesinin amcası Ha­san b. Ali´nin kabrine defnedilmiştir. Onun yattığı mezar işte böyle mübarek ve şerefli bir yerdir»

Bu ifadeden şu iki husus anlaşılmaktadır:

1 Büyük bir kimya bilgini olan; tabiat, kimya ve akaide dair bir çok eserleri bulunan Câbir b. hayyan, Câfer-i Sâdık´ın talebesidir.

2 Câbir b. Hayyan´m neşrettiği bu beşyüze yakın risale as­lında Ca´fer-i Sâdık´a aittir. Fakat bu husus tetkike muhtaçtır. Çün­kü Câbir´e nisbet edilen bu risaleler, Ca´fer-i Sâdık´a ait olsaydı, Câbir´in bunu, açıkça ona nisbet etmesi gerekirdi. Câbir, şiiliğe tema­yülü olan bir kimsedir. O halde, Hz. Ali soyundan olan çağındaki en büyük İmamın sözlerini ona nisbet etmeksizin nakletmesi akla yat­maz. Ancak, Câbir, bu risalelerin Ca´fer-i Sâdık´tan aldığı ilham ve işaretlerin eseri olduğunu söylemiştir.

Bu risalelerin İmam Ca´fer´e nisbet edilişi ne derecede doğrudur, bilemiyoruz. Ancak, İmam Ca´fer´in bu İlimlerle uğraştığı anlaşıl­maktadır. Zira, onun zekâ ve manevi gücü, her çeşit ilmi öğrenmeye kendisini sevketmiştir. İmam Ca´fer´in Kozmoloji (Evren bİlim = Kevniyyât) ile uğraştığına dair elimizde birçok delil vardır. O, bu ilmi Allah´ı bilmek, Otoun vahdâniyyetini isbat etmek hususunda bir vâsıta olarak kullanırdı. O, bu konuda, Kur´an´m kâinat hakkında in­sanları düşünmeye davet ettiği metoda uyardı. Mufaddal b. Amr´e imlâ ettirdiği «Risale tu´t-Tevhîd» adlı eserinde güneş, gece ve´gün­düz, karanlık ve ışık hakkında şöyle söylemektedir:

«Gündüz ve gece devletini ayakta tutmak içîn güneşin doğuş ve batışını düşününüz. Eğer güneş doğmasaydı dünyamız saçma bir şey olurdu. İnsanlar maişetleri için çalışamazlar, kapkaranlık bir dün­yada işlerini yürütemezlerdi. Onlar, ışığın tadını kaybettikten son­ra hayatta hiç bir saadet duyamazlardı. Güneşin doğusundaki fay­dalar açıktır, onları uzun uzun anlatmaya ihtiyaç yoktur... Güneşin batışını düşününüz. O batmasaydı insanlar için huzur ve sükûn ol­mazdı. Halbuki onlar, bedenlerini dinlendirmek, duygularını topar­lamak, yediklerini sindirmek, besinleri organlarına yararlı olacak bir şekilde hazmedecek sindirim cihazlarını harekete geçirmek için hu­zur ve istirahata nekadar muhtaçtırlar. İnsanları yeniden ve sürek­li olarak çalışmaya sevkeden şevk, böyle bir istirahattan sonra or­taya çıkmaktadır. İnsanların çoğu, gecenin karanlığı basmasaydı ka­zanmak, biriktirmek ve mal sahibi olmak için hiç istirahat etmezdi. Ayrıca yer yüzü, güneşin sürekli ışın ve sıcaklığı altında durmadan ısınırdı. Allah, hikmet ve tedbiri ile güneşin belirli vakitlerde do­ğuş ve batışını takdir etmiştir. Tıpkı bir evin lâmbası gibi, ev halkı ihtiyaçlarını gidersin diye bir müddet çevresini aydınlatmakta, son­ra onların istirahat ve huzurlarını sağlamak için sönmektedir. Böy­lece, karanlık ve ışık, birbirine karşıt olmakla beraber, dünyanın ni­zamını sağlamak için biri diğerini desteklemektedir.

«Bundan sonra güneşin yükselişini, yılın dört mevsimini meyda­na getirmek için alçalışını, bunlardaki tedbir ve maslahatı düşünü­nüz! Kışın ağaç ve bitkiler üzerindeki ısı azalıyor, bunlar meyve ve ürün verme hazırlığı yapıyor, hava yoğunlaşıyor, dolayısıyle bulut ve yağmurlar meydana geliyor, hayvanların vücutları kuvvet ve sağ­lamlık kazanıyor. Bahar olunca, canlılara bir hareket geliyor, doğ­rucu unsurlar ortaya çıkıyor, bitkiler filizleniyor, bir süre sonra da çiçekleniyor. Hayvanlar çiftleşerek yavrulamaya hazırlanıyor. Yazın hava ısınıyor, meyveler olgunlaşıyor, vücutlardaki fazlalıklar atılı­yor, yeryüzü kuruyarak iş ve bina yapmaya elverişli bir hale geliyor. Güzün hava berraklaşıyor, hastalıklar gidiyor, vücutlar sağlamlaşı-yor ve geceler uzuyor!.. Hava bu mevsimde gayet güzelleşiyor ve türlü faydalar meydana geliyor... Yılın devretmesini sağlamak için güneşin oniki burcu dolaşmasını ve bundaki tedbiri düşününüz t Dört mevsim işte bu devir sayesinde meydana gelmektedir.»

Bu ifadelerin Ca´fer-i Sâdık´a nisbeti doğru ise onun kozmoloji, burçlar ve yıldızlar hakkındaki İlimlerle uğraştığı bir gerçektir.

Adı geçen risalenin, Ca´fer-i Sâdık´a nisbetini reddedecek bir de­lile sahip değiliz. İmamiyye (Ca´feriyye) mezhebi mensupları, bu ri­salenin İmam Cafer´e ait olduğunu kabul etmektedirler. Kesin bir de­lil olmadıkça bir çok bilginlerin kabullendiği bir görüşü reddetmek doğru değildir. Çünkü bir delile dayanmaksızın herhangi bir fikri ortaya atıp kabul ettirmek, ilmi de İlim geleneğini de temelinden yı­kar. Düşünebilenler, böyle bir yola baş vurarak, delilsiz bir dâvayı ortaya atmazlar.

Tarihçiler, Ca´fer-i Sâdıkla Câbir b. Hayyan arasındaki ilgiyi kabul etmektedirler. Câbir, itikad ve İman esasları konusunda îmam Ca´fer´den ders almış ve onun görüşlerini benimsemiştir, İmam Ca´fer´in, eşyanın mahiyetleri, madenlerin özellikleri ve eşyanın birbiriy­le karışımından çıkan neticeler üzerinde durduğunu yine tarihçiler anlatırlar. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, adı geçen risalenin ihti­va ettiği bilgilerin, hiç olmazsa, büyük bir kısmı İmam Ca´fer´e ait­tir.

İmam Ca´fer, İslâm âleminde felsefî İlimlerin Arapçaya girme­ye, felsefe ekollerinin kurulmaya ye araştırmaların düzenli bîr şe­kil almaya başladığı bir çağda yaşamıştır. Çünkü Emevîlerin so­nuna doğru ve Abbasîlerin ilk devirlerinde, Süryanîler ve başkaları vasıtasıyla İslâm düşüncesine Hint ve Yunan düşüncesi girmeye başlamıştır.

Cefr İlmi[7]

İmam Ca´fer´in propagandasını yapanlar, onun İlim ve incele­meleriyle yetinmezler; ona, çalışıp okumakla öğrenilmeyen, fakat Peygamber (S.A.V.)´in Hz. Ali´ye verdiği ve onun da, Peygamber´-den aldığı vasiyet üzere, kendisinden sonra gelen oniki İmama dev­rettiği bir İlim nisbet ederler, işte onlar oniki İmamdan altıncısını teşkil eden İmam Ca´fer´e nisbet olunan bu ilme «Cefr ilmi» adını vermişlerdir.

Cefr kelimesi, aslında, kemikleri irileşmiş ve sertleşmiş kuzuya denir. Bu kelime, daha sonra deri mânasına kullanılmıştır, İmam Ca´fer´in Cefr ilmine sahib olduğunu iddia edenlere göre bu İlim, tahsille elde edilmeyen ve Allah katından verilen bir ilmin adıdır. Günümüzdeki bazı şiî yazarları bu konuda şöyle derler: «Cefr ilmi, dünyanın sonuna kadar meydana gelecek hâdiselerin bilinmesini sağlayan harflerin ilmidir. İmam Ca´fer´in Cefr ilmine sahip oldu­ğu kendisinden nakledilmiştir. O, bu ilmi şöyle anlatmıştır: Cefr, deriden bir kap olup geçmiş İsrailoğulları bilginlerinin ilmi onun içindedir. O bilginlerden Cefr´e dair birçok şey bize kadar gelmiştir. Bu ilmi ve onunla ne kasdedildiğini bilmesek de, Cefr ilminden bah­seden bazı hadisleri biliyoruz. Bu İlim, îsrailoğulları bilginlerinin faydalandığı kaynaklardandır. Allah, bu şerefli ilmi onlara ihsan et­miştir»

Muhammed b. Yakub el-Kuleynî (el-Kulînî, Öl. 328 H.) «el-Kâfi» adlı eserinde bu eser, İsnâ-Aşeriyye mezhebine göre kaynak vazi­fesi gören dört hadis kitabından biridir şöyle demektedir: «Cefr1-de Musa´nın Tevratı, isa´nın İncili ve bütün Peygamber ve vasilerin, geçmiş îsrailoğulları bilginlerinin İlimleri, helâl, haram, olmuş ve olacak şeylerin ilmi mevcuttur. Cefr iki kısma ayrılır: Birinci kısmı keçi derisi üzerine yazılmış kitaplar, diğeri de koç derisi üzerine ya­zılmış kitaplardır.»

el-Kuleyni, el-Kâfi´sinde aynen şunları da söylerler: «İmam Ca´fer-i Sâdık şöyle demiştir: Bu gün sabahleyin, Allah´ın Hz. Mu-hammed´e ve O´ndan sonra gelecek olan İmamlara özel olarak ver­miş olduğu Cefr kitabına baktım. Orada bizim gaib İmam (bu onikinci İmanıdır)´m doğuşunu, Sâmmarra´da kayboluşunu, geri dönü­şündeki gecikişini, ömrünün uzunluğunu, o zaman mü´minlerin kar­şılaşacağı belâları, kalblerinde şüphelerin doğuuşnu, çoğunun din­lerinden dönüşünü ve Kur´anda Allah´ın, «Her insanın amelini ken­di boynuna doladık»âyetiyle işaret buyurduğu İslâm bağını, yani velayeti omuzlarından atışını düşündüm.»

«Ey Peygamber´in torunu, bildiğin bu İlimle bizi birazcık şeref­lendirmez misin dedik. O da bize şöyle cevap verdi: Allah, bizden gelecek kaim´e peygamberlerinin sünnetlerinden bazı şeyler ihsan etmiştir. Meselâ, Nuh´un sünnetinden uzun ömürlülüğü, İbrahim´in sünnetinden gizlice doğmayı ve insanlardan uzak yaşamayı, Musa´­nın sünnetinden başkalarını korkutma ve gözden gaip olmayı, İsa´­nın sünnetinden kendisi üzerinde insanların ihtilâfa düşmesini, Eyyub´un sünnetinden sıkıntıya uğradıktan sonra ferahlığa kavuşmayı, Muhammed´in sünnetinden de kılıçla ortaya çıkmayı vermiştir. Kaim, işte O´nun hidayetine uyar ve O´nun yolundan gider.»

Bundan sonra el-Kâfî´de, Cefr´in İmam Ca´fer´e verilen bir kitap olduğu ve onun zaman zaman bu kitaba başvurarak olmuş ve ola­cak şeylere ait gayb ilmini gerek harfler, gerek remzler, gerekse ha­berler vasıtasıyla bildiği anlatılmaktadır. Bir kısım Ca´ferüerin iddi­asına göre Cefr, her İmamın kendisinden sonra gelen İmama bırak­tığı bir kitap veya İlimdir. Daha sonra el-Kuleynî, el-Kâfî´sinde ay­nen şöyle demektedir:

«Allah Tealâ, Peygamberine bir kitap indirdi. Bu kitabı getiren Cebrail, ey Muhammed, bu senin asil (necib)´lere vasiyyetindir, de­di. Muhammed de, ey Cebrail, asiller kimlerdir diye sordu. O da: Ali ve evlâtlarıdır, dedi. Bu kitap üzerinde altın mühürler vardı. Hz. Muhammed, aldığı bu kitabı Ali (R.A.)´ye verdi. Ona mühürlerden birini açıp onunla amel etmesini söyledi. Sonra Hz. Ali, bunu oğlu Hasan´a verdi. O da bunun bir mührünü açıp onunla amel etti. Son­ra Hasan, onu kardeşi Hüseyn´e verdi. Hüseyn de onun bir mührü­nü açınca kendisine; ailenle birlikte şehid olmaya çık; onlara şehid-lik, ancak seninle nasip olacaktır. Canını Allah´a sat ...denildiğini gördü.»

«Daha sonra o, bu kitabı oğlu Ali Zeynelâbidin´e verdi. O da, bu­nun bir mührünü açınca kendisine; başını eğerek sus, evine çekil, ölünceye kadar Rabbma ibadet et, diye emredildiğini gördü. Sonra o, bunu oğlu Muhammed Bakır´a verdi. Muhammed Bakır da, bu­nun bir mührünü açınca; insanlara anlat, onlara fetva ver, Ehl-i Bey t´in İlimlerini yay, salih atalarını doğrula, Allah´tan başka kim­selerden korkma, sana kimse dokunamaz... sözleriyle karşılaştı. Son­ra onu Ca´fer-i Sâdık´a verdi. O da, bunda;*insanlara anlat, onlara fetva ver, yalnız Allah´tan kork, Ehl-i Beyt´in İlimlerini yay, atala­rını doğrula. Çünkü sen eman ve muhafaza altındasın... sözlerini gördü.»

İslâm bilginleri, İsnâ-aşeriyyeden Cefr ilmi hakkında bir çok şey­ler nakletmişlerdîr. Kimisi bu mezhebe bağlı olanların görüşlerini açıklamak, kimisi de onlarla alay etmek için Cefr´den bahsetmiştir. İbni Kuteybe, «Uyûn´l-Ahbâr» adlı eserinde şöyle anlatır: Talha b. Musarrif der ki: Ben abdestli olmasaydım şiüerin Cefr´e dair sözle­rini size anlatırdım. Zeydîlerin reisi olan Harun b. Sa´d el-İclî de bir manzumesinde şöyle demiştir:

«Görmez inisin Rafizîleri, bölük bölük oldular! Hepsi de kötü sözler söyler Ca´fer hakkında Onlardan bir bölük, ilâh dedi ona.[12] Diğer bir bölük de tertemiz peygamber dedi. Eğer onların sözünden razı olursa Ca´fer, Allah için ben Cafer´i bırakırım. Cefr derisine şaşarım onların. Cefr´le uğraşanlardan Allah´a sığınırım.» Bu şiirde yer alan şu beyt dikkati çekmektedir: «Onlar fil sırtlandır, zinci kızıldır Deselerdi daha doğru söylemiş olurlardı».Ebu´1-Alâ el-Maarrî de, Cefr hakkında şöyle söylemiştir: «Hayret ettiler Ehli Beyte, İlimleri Cefr derisinde gelince. Küçük olduğu halde müneccimin aynası, Çöl olsun, mamur olsun gösterir her yeri.»

Cefr hakkında söylenilenlerin bir kısmı bunlardır. Burada şu üç noktayı belirtmek bizim için bir vazifedir:

1 Biz, Cefr ile ilgili sözlerin İmam Cafer-i Sâdık´a nisbetini kabıü etmiyoruz. Çünkü Cefr, gayb ilmi ile alâkalı bir şeydir. Gayb ilmini ise, Allah kendi zatına hasretmiştir. Kur´an-ı Kerim´de Hz. Peygamber´e şöyle buyurulmuştur: «De ki: ben nefsim için ne bir hayra, ne de bir kötülüğe mâlikim. Ancak Allah´ın dilediği müstesnadır. Ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak is­terdim. BaAa hiç bir kötülük de dokunmazdı.»

Allah, Peygamberine gaybe ait bir takım bilgiler vermiştir. Fa­kat, O´na bunları mu´cize olmak üzere vermiştir. Nitekim Kur´an´-daki şu âyetler böyledir: «Elif Lâm Mim, Rumlar (Bizanslılar) ye­nilgiye uğradı, yakında bir yerde. Halbuki onlar, bu yenilgilerinin ardından galip olacaklar, bir kaç yıl içinde, Önünde de sonunda da emir Allah´ındır. Ogün mü´mlnler de sevinecek, Allah´ın yardımıy­la. O, kimi dilerse ona yardım eder. O, pek güçlüdür ve pek esirge­yicidir.»

Cefr´i kabul etmemek, îmam Ca´fer´in değerini azaltmaz. O, Al­lah´ın dininde bir İmam ve hüccet olup İmam Ebu Hanife ve Mâlik gibi büyük fakihler, Süfyan-ı Sevrî ve Süfyan b. Uyeyne gibi bü­yük muhaddisler ondan İlim almışlardır.

2 İmam Cafer´e nisbet edilen Cefr ile ilgili rivayetlerin çoğu el-Kuleynî yoluyla gelmektedir. Bu el-Kuleynî, aynı zamanda İmam Ca´fer´in Kur´an´da eksiklik bulunduğunu söylediğini de rivayet et­miştir. El-Kuleynî´nin Kur´an´la ilgili bu rivayetinin yalan olduğu­nu, İmam el-Mardî ve öğrencisi et-Tusî gibi Isnâ-Aşeriyye´nin büyük İmamları ortaya koymuş ve İmam Ca´fer´den bu rivayetin tam aksi­ni nakletmişlerdir. Asılsız bir şeyi böyle bir İmama nisbet ederek rivayet eden kimsenin bütün rivayetleri, hakikat araştırıcıları na­zarında kabul edilmeye lâyık değildir.

3 Ca´ferî Mezhebi bilginleri, şimdi de İmam Ca´fer için yaz-dızları haltercemelerinde Cefr ile ilgili rivayetleri ona nisbet ediyor­lar. Fakat bunları teyid edecek herhangi bir şey ortaya koyamıyor­lar, sadece onları nakille yetiniyorlar.

Bana göre Cefr fikrini, Îsnâ-Aşeriyye mezhebine sokanlar Hat-tâbîlerdir. Makrîzî´nin «el-Hıtat» adlı eserinde şöyle denilmektedir: «Hattâbilerin hepsi Ca´fer-i Sâdık b. Muhammed´in kendilerine «Cefr» denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb İlimleri ile birlikte Kur´an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişler­dir.»

Hattâblerin başı olan Ebu´l-Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb´in sözlerini İmam Ca´fer´in nasıl reddettiğini ileride göreceğiz.

İmam Cafer İlmî Île Çağdaşlarına Feyz Veriyor

İmam Ca´fer´e, kendisinin de reddettiği bir takım sıfatlar veren­leri bir yana bırakalım ve onun gerçek sıfatlarıyla yüksek meziyet­lerini anlatalım. İmam Ca´fer´in öyle yüksek meziyet ve sıfatları var­dır ki, kendisinden sonrakilerin hiç birisi bunlara sahip olamamış­tır. O, gençliğinde atalarından ve çağındaki büyük bilginlerden İlim tahsil etmiştir. Babasından ayrıca güzel sohbeti, iyi insanlarla düşüp kalkmayı öğrenmiştir. Babası îmam Muhammed Bakır, kendisine şu öğütlerde bulunmuştur:

«Fâsıkla arkadaşlık etme. Çünkü böylesi, seni tamah ettiği bir lokmaya değişir. Cimri ile de arkadaşlık etme. Çünkü o da, en çok ihtiyaç içinde olduğun bir anda, malım elimden gider diye, seninle ilgisini keser. Yalancı ile de arkadaşlık etme. Çünkü o, serap hük­mündedir; sana uzaktan yakın, yakından da uzak görünür. Ahmakla da arkadaşlık etme. Zira o, sana iyilikte bulunmak istediği hal­de kötülük eder. Akraba tanımıyanla da arkadaşlık etme. Çünkü ben, böylesini Allah´ın kitabında lanetlenmiş olarak gördüm.»

Rivayet edildiğine göre Irak´ın hadis bilgini ve Kûfe´nin vaizi Süfyan´ı Sevri, bir gün îmam Ca´fer´in meclisinde bulunuyordu. Ca´fer ise hiç konuşmuyordu. Süfyan-ı Sevri:

Benimle konuşmadıkça buradan kalkıp gitmem, dedi. îmam Ca´fer de şöyle cevap verdi:

Ben seninle konuşuyorum. Ey süfyan, sen, çok konuşmaktan ne iyilik bekliyorsun. Allah sana bir nimet verirse, sen de bunun devamını arzu edersen, Allah´a hamd ve şükrü artır. Çünkü Allah Kur´an´da:«And. olsun ki şükrederseniz elbette size (nimetimi) art­tırırım»[19] buyurmuştur. Rızk´ın gecikirse istiğfarı arttır. Zira Allah; «Rabbımzdan mağfiret dileyin. Çünkü O, çok yarhgayıcıdır. O, gök­ten bol bol yağmur salıverir. Mallarınızı, oğullarınızı çoğaltır. Size bağlar, bostanlar verir ve sizin için ırmaklar akıtır.»[20] buyurmuştur. Ey Süfyan, sultan veya başka birinin işi seni iyice üzerse «Lahavle velâ kuvvete illâ billâh = Her türlü güç ve kuvvet Allahmdir» sö­zünü çok söyle. Çünkü bu düa, kurtuluşun anahtarı ve cennet hazi­nelerinden biridir.

Bunun üzerine Süfyan-ı Sevri, elini sıktı ve «Nekadar önemli üç öğüt!» dedi.

İmam Mâlik, Ca´fer-i Sâdık´tan İlim almıştır. O, îmam Ca´fer´in meclisine sık sık gelir, fıkıh ve hadis öğrenirdi. İmam Ebu Hanife de, Ca´fer´den bir kısım rivayetlerde bulunmuştur. İmam Ebu Yu­suf ve Muhanımed´in «el-Âsar» adlı eserlerini okuduğumuz zaman Ebu Hanife´nin Ca´fer-i Sâdık´tan yaptığı rivayetleri görürüz. İmam Ca´fer, güvenilir büyük bir insandı İmam Ebu Hanife kendisiyle ya­şıt olan İmam Ca´fer´den istifade etmekten çekinmemiştir. Şii mü­elliflere göre Ebu Hanife, tam iki yıl Ca´fer-i Sâdık´m yanından ay­rılmamıştır. Ebu Hanife´nin bu iki yılı işaret ederek «İki yıl olma­saydı Numan heiâk olurdu» dediği rivayet edilir.

Ebu Nuaym el-İsfehânî, «Hilyetu´l-Evliyâ» smda şöyle demekte­dir: «Ca´fer-i Sâdık´tan birçok tabiîler rivayet etmiştir. Yahya b. Sâid el-Ensarî, Eyyub es-Sahtiyânî, Ebân b. Taglib, Ebu Amr b. el-Alâl Yezid b. Abdillah b. el-Hâdî bunlar arasındadır. Mâlik b. Enes, Şu´be b, el-Kâsım, Süfyan b. Uyeyne, Süleyman b. Bilal ve İsmail b. fer gibi büyük İmamlar ondan hadis rivayet etmiştir».

Çok tuhaftır ki bu büyük şahsiyetler, Ca´fer-i Sâdık´tan rh ettikleri halde, hicrî üçüncü yılda gelen hadisçilerin çoğu, Ca Sâdık´tan rivayet edilen şeylere şüphe ile bakmışlardır. Elbettt jriezhep taassubundan ileri gelmektedir. Gerçi Şiilerin bir kısmı: Ca´fer´e, söylemediği bazı şeyleri nisbet etmişlerse de, bu, onu: refini eksiltmez. Keza, îmam Ca´fer vasıtasıyla Hz. Ali´ye nisbet len bir takım yalancıların sözleri, Hz. Ali´nin de şerefini düşül Nitekim ifratçılarm Meryem oğlu Hz. İsa´ya Tanrılık isnatları da, çekte O´nun değerini aşağı düşürmemektedir.

İmam Cafer Ve Siyaset

Şehristânî, Ca´fer-i Sâdık hakkında şöyle söyler: «O, dinde de-. riii bir İlim, hikmet´de kâmil bir edep, dünya hususunda büyük bir züht sahibi ve şehevî arzulardan tamamen uzak idi. Medine´de uzun müddet oturmuş, kendi taraftarlarına çok faydalı olmuştur. O, ken­disine bağlı olanlara ilmin sırlarım öğretmiştir. Sonra Irak´a gelmiş, orada bir müddet oturmuştur. Bu sırada hiç bir kimse ile hilâfet ve İmamet meselesini tartışma konusu yapmamıştır. Çünkü İlim deni­zine dalan, sahil aramaz. Hakikatin doruğuna çıkan, düşmekten korkmaz. Allah ile dost olan, insanlardan uzaklaşır. Allah´dân baş­kasıyla dostluk eden kimseyi de, şeytan arkasına takıp götürür.»

Bu sözler açıkça göstermektedir ki, îmam Ca´fer, hilâfet peşine düşmediği gibi onunla ilgili sözleri dahi dinlememiştir. Bu, ittifakla kabul edilen bir husustur. Fakat înıamiyye Mezhebine bağlı olanlar, Ca´fer-i Şâdık´ın, çağının İmamı olduğunu, «Takiyye» prensibini be­nimsediğini, hattâ: «Takiyye benim ve atalarımın dinidir» dediğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre takiyye, mü´minin inandığı bazı şey­leri, baskı ve işkenceden korktuğu veya gayesine bu yolla ulaşma imkânını elde etme duygusuna sahip olduğu için gizlemesi ve açığa vurmamasıdır. Bu görüşün dayandığı temel, Kur´an´m, «Müminler, mü´minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık ona Allah´tan hiç bir şey yoktur. Meğer ki onlardan gelebile­cek bir tehlikeden dolayı korkmuş olasınız. Allah, size kendisinden korkmanızı emrediyor» âyet-i kerimesidir.

İmamiyye mezhebine mensup olmayanlar da, Ca´fer-i Şâdık´ın hilâfet istemediğini İsrarla ileri sürmektedirler. Bu ihtilâfın iki se­bebi vardır.

1 İmamiyye mezhebine göre İmamete veraset veya Peygam­ber (S.A.V.)´in vasiyyeti ile erişilir. Ötekilere göre ise İmamet, biat ve bilfiil iş başına geçmekle olur.

2 İmamiyye mezhebine göre İmam, fiilen iş başına geçmese ve kendisi için bir davetçi (dâî) çıkarmasa dahi İmameti muteber sayılır. İmam Zeyd bahsinde de söylediğimiz gibi, Zeydiler bu görü­şe muhalefet etmişlerdir.

îmam Ca´fer, kendisinin İmam olduğunu iddia etmediği halde Irak´taki şiîler gizli toplantılarında onu İmam olarak anıyorlar ve mezhebine bağlanıyorlardı. Fakat, Ca´fer-i Sâdık´ın tamamen uzak olduğu bir takım fikirleri onun adına ortaya atmaktan çekinmiyorlardı. Şiîlik satan bu gibi insanlara karşı Ca´fer-i Sâdık´ın almış ol­duğu vaziyeti söz konusu etmeden önce, onun gözleri önünde Ehl-i Beyte yapılan mihnetleri anlatmak istiyoruz.

Ca´fer-i Sâdık; amcası Zeyd b. Ali Zeynelâbidin´in, Emevi halife­si Hişam b. Abdilmelik devrinde hak talebiyle ortaya çıkışını, Ehl-i Beyt´den bilgili ve tecrübeli insanların uyarmasına ve Hz. Hüseyin´i ailesiyle birlikte iş ciddileşince Ibni Ziyad´m pençesine bırakıp ka­çan Irak´lılara güvenmemesini hatırlatmasına rağmen, meydana atıldığında feci şekilde öldürülüşünü, daha sonra kabri, eşilerek te­miz cesedinin bir hurma kütüğüne asılısını gözleriyle görmüştür. Yi­ne o, İmam Zeyd´in zürriyetinin, oğlu Yahya dâhil olmak üzere, da­ha sonra ard arda nasıl öldürüldüğünü müşahede etmiştir.

Ru acıklı olaylar sona ermiş; fakat, Ca´fer-i Sâdık´m ruhunda çok ağır etkiler bırakmıştır. O, çağındaki şiîlerin kendilerini nasıl aldattığını, gerekince onlara yardım etmediğini, bol bol konuşup hiç­bir iş yapmadığını, teşvik edip iş sıkıya binince kaçtığını iyice öğ­renmiştir. Fakat aslında, Hz. Ali´nin de daha önce dediği gibi, on­ların tuzağına düşen gerçekten aldanmıştır.

Abbasî devleti kurulunca bu devletin başına geçenlerden, amca­ları Hz. Ali´nin evlâtlarına karşı daha yumuşak ve daha lûtufkâr davranmaları bekleniyordu. Ebu´l-Abbas es-Seffah devrinde bunun belirtileri de görülmeye başlamıştı. Fakat el-Mansur tahta çıkınca Medine´de Hz. Ali´nin torunlarından Muhammed b. Abdillah b. el-Hasen, Irak´ta da kardeşi İbrahim ayaklandılar. Bundan sonra Hz. Ali evlâtlarına karşı yine baskılar şiddetlendi ve hepsi göz hapsine alındı. Daha sonra iş, kanlı bir facia ile nihayete erdi. Bu arada, Mu­hammed en-Nefs-üz-Zekiyye (Muhammed b. Abdillah b. el-Hasen) Medine´de, kardeşi İbrahim de Irak´ta öldürüldü. Ebu Hanife´nin ho-caşi ye Ehl-i Beyt´in en yaşlısı, adı geçen Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye ile İbrahim´in babası olan Abdullah b. el-Hasen, türlü işken­celere uğradı ve Halife el-Mansur tarafından atıldığı hapishanede tazyik altında 145 H. yılında hayata gözlerini yumdu.

îmam Ca´fer-i Sâdık, bütün bunları gözleriyle gördüğü için si­yasetin dolambaçlı yollarından uzaklaşarak kendisini ilme verdi. İlimde teselli, nur, şeref ve dünya arzularına karşı ululuk buldu. Zi­ra İlim ve marifette yükselenlerin gözünden dünya arzuları silinip gider; hele bu arzular çeşitli hilelerle karışmış olursa.. Başkalarının başına gelenlerden ibret alan îmam Ca´fer, «Devlet reisi olmak is­teyen helak olur» demiştir.

Fakat siyasetten uzaklaşmış, idari işlere karışmamış, hilâfet id­diasında bulunmamış ve bu yolda bir gayret göstermemiş olmasına rağmen, îmam Ca´fer´in siyasî hiç bir görüşü yoktur diyebilir mi­yiz İmam Ca´fer´in hayatını incelediğimiz zaman kesin olarak görü­rüz ki o, hilâfet iddiasında bulunmamış ve bu maksatla ne açık, ne de gizli hiç bir faaliyet göstermemiştir. Fakat, samîmi talebe ve dost­ları arasında onun kendine özgü siyasî bir görüşü yaymak İsteme­diğini iddia edemeyiz. Çünkü, propaganda şeklinde yayılmayan ve fiili bir durum almayan inanç ve kanaatlara zincir vurulamaz. İma-miyye mezhebine bağlı olanlara göre Ca´fer-i Sâdık´ın bu davranışı, takiyye (korku ve gizlilik = Sır tutma) prensibine uymasından ile­ri gelmiştir. Bize göre ise bu, onun fiili olarak siyasetten uzaklaşmış olmasına bağlıdır.

Bununla beraber İmanı Ca´fer, kendisine bağlı olduğunu iddia eden bir kısım dâîlerin yüzünden çeşitli imtihanlar geçirmiştir. Irak´ta ve İslâm ülkelerinin doğu bölgelerinde bulunan bir takım Ehl-i Beyt dâî´leri (propagandacıları) arasında çeşitli sapık ve çü­rük fikirler doğmuştur. Bu fikirlerin en ehveni sahabüeri kâfir say­mak, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´e lanet etmek; en kötüsü de Ehl-i Beyt mensuplarının Tanrı olduklarını ortaya atmaktır. Nitekim bu dâiler, Muhammed Bakır ve Ca´fer-i Sâdık için bu türlü iddialarda bulunmuşlardır.

îmam Ca´fer zamanında Irak´ta sapık bir dâî vardı. İmamları takdis eden, haramları mubah sayan bu dâî Ebu´l-Hattab Muham­med b. Ebi Zeyneb el-Ecda´ el-Esedîdir. Bu dâî, îran asıllı olup 143 H. yılında öldürülmüştür. Makrizinin «el-Hıtat» ında yazdığına göre Cefr´i ortaya atan bu sapık dâî´yi îsa b. Mûsâ öldürmüştür. El-Eş´a-rî, «Makalâtu´l-îslâmiyyîn» adlı kitabında bu dâîye nisbet edilen Hattâbiyye» fırkasının iddialarını şöyle anlatır:

«Hattâbîler beş fırkadır. Hepsi de İmamların peygamber ve hüc­cet olduklarını ileri sürer. Onlara göre iki peygamber vardır. Biri­si nâtık (konuşan), diğeri de sâmıt (susan) ´dır. Nâtık peygamber Hz.. Muhammed, sâmıt peygamber de Ali b. Ebî Tâlib´tir. Onlar bugün yeryüzundedirler. Olmuş ve olacak herşeyi bilirler. Bütün insanların onlara itaat etmesi farzdır. Hattâbîlere göre Ebu´l-Hattab da peygam­berdir. Yukarıda işaret edilen peygamberler, Ebu´l-Hattaba da itaat edilmesini farz kılmışlardır. Aynı şeyi kendileri için de söylemişler­dir. Onlara göre Hz. Hüseyn´in çocukları Allah´ın dostları ve evlât­larıdır. Daha sonra aynı şeyi kendileri hakkında da ileri sürmüş­lerdir. Hattâ îmam Ca´fer´in kendilerinin Tanrısı olduğunu iddia et­mişlerdir.»

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre Hattâbiler, İmamların pey­gamberliğini, sonra daha ileri giderek onların tanrılığını ve çağlarındaki Tanrının îmam Ca´fer olduğunu iddia etmişlerdir. Fâtimîlerin kadılarından el-Kâdi en-Numan et-Temîmi (öl. 363 H.) «Deâlmu´l-İslam» adlı kitabında Ebu´l-Hattab hakkında şöyle söyler:

«Ca´fer-i Sâdık asrındaki dâîlerden en aşırı giden Ebu´l-Hattab idi. Küfre düşen, hattâ peygamberlik dâvasına kalkışan bu adam, Ca´fer-i Sâdık´ın Tanrı olduğunu da iddia etmiştir. Haramların hep­sini helâl kılmış ve işlenmesine müsaade etmiştir. Kendisine bağlı olanlar, farzların ağırlığından şikâyet ederek «Yükümüzü, hafiflet, ey Ebu´l-Hattab» demişler, o da, bütün farzları terketmelerini em­retmiş, her türlü yasakları ve birbiri için yalancı şahidlik etmeleri­ni mubah kılmıştır. O, İmamı tanıyan kimse için haram olan her şey helâl olur, demiştir. (!) Ebu´l-Hattâb´m bu hali Ca´fer-i Sâdık´a söylendiği zaman o, buna lanet etmiş, ondan tamamen uzak oldu­ğunu bütün talebe ve arkadaşlarına bildirmiş, îslâm ülkelerine mek­tuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmuştur.»

Bu sapık dâinin sözleri etrafa yayılmış, o çağda mevcut olan ibahiHğin tesirinde kalan ve kalplerinde putperestlik kalıntısı bulu­nan bazı kimseler tarafından benimsenmiştir. O devirde Ebu´1-Hat-fcab´ın yaydığı görüşlere benziyen daha başka sapık fikirler de ol­dukça çoğalmıştır. Belki bunların hepsi, aynı kaynaktan besleniyor­du. İmam Ca´fer´i siyasetten uzaklaştıran şey, kendi adına ortaya atılan bu görüşleri reddetmek ve düzeltmek mecburiyetinde oldu­ğunu hissedişidir. Burada sözü, el-Kâdi en-Numan´a bırakalım. O, bu konuyu «Deâimu´l-îslâm» da şöyle anlatmaktadır.

«Bize gelen rivayetlere göre Ebu Abdilİah Ca´fer-i Sâdık b. Mu­hammed, kendisine daha önce dâî olduklarını, ileri sürenlerin duramlarını, Allah´ın tâyin etmiş olduğu sınırları aştıklarını, haram-´ lan helâl kıldıklarını, şerîatin zahirini kabul etmediklerini bildiren bir dostuna şöyle yazmıştır: Sen, onların namazı, zekâtı, Ramazan orucunu, haccı, umreyi, Mescid-i Haram´ı, Şehr-i haramı ve mukad­des yerleri, cünüplükten gusletmeyi, Allah´ın kullarına farzettiği her şeyi birer adam diye iddia ettiklerini söylüyorsun. Yine, onlara gö­re, bu adamları tanıyan kimsenin bütün amellerden muaf tutulaca­ğını; namazı kılmış, zekâtı vermiş, orucu tutmuş, hac ve umreyi yapmış, cünüplükten temizlenmiş, Allah´ın haramlarına, Şehr-i ha­rama ve Mescid-i harama saygı göstermiş olacağını; keza, o adamla­rı kalben tanıyanlar için başı boşluğun ve nefislerini yormamaları­nın caiz olduğunu söylüyorsun. Yine, o adamları tanıyan kimsenin kendisi bilmese de, Allah´ın emirlerini vaktinde yapmış kabul edile­ceğini ileri sürdüklerini yazıyorsun. Keza onlar, senin öğrendiğine göre içki, kumar, zina, faiz, murdar hayvan (meyte), kan, domuz eti gibi Allah´ın yasakladığı kötü şeylerin de birer adam olduğunu iddia ediyorlarmış. Onlar; anaları, kızları, kız kardeşleri, hala ve teyzeleriyle evlenmeyi Allah´ın haram kılmadığını, ancak mü´minlere Peygamberin hanımlanyla evlenmeyi yasakladığını,ötekilerle evlenmenin mubah olduğunu söylüyorlarmış. Onların bir kadına sı­ra ile peş peşe temas ettiklerini, birbiri için yalancı şahitlik yaptık­larını, dinin bir iç yüzü bir de dış yüzü olduuğnu, iç yüzünü ken­dilerinin tanıdığını ve asıl istenilen şeyin bu iç yüz (bâtın) olduğu­nu iddia ettiklerini öğrenmişsin. Bu türlü şeylere inananlar, bana göre, apaçık müşriktir, kâfirdir ve bunda hiçbir kimsenin şüphesi olmamalıdır.»

Bu yüce dîni bozmak isteyen azgın ve sapıklara karşı tmam Ca´fer´in aldığı vaziyet işte budur. O, gücünün yettiği kadar bütün yan­lış görüşleri düzeltmeye çalışmıştır. Fakat, İslâmın esaslarını kökün­den yıkmak isteyen ve onun mübarek adını sömüren bu türlü sa­pıkların niyeti elbette islâh değil, kötülük etmekti. İslâmı akîde ve esaslarıyla birlikte yok eden ve nefsî arzuların meydana getirdiği böyle bir ortamda kuvvet kazanan buna benzer sapık propaganda­lar, İslâm düşüncesine son derecede baskıda bulunuyor ve onu çı­ğırından çıkarmak için zorluyordu. Îbnu´1-Esîr, «el-Kâmil» adlı ta­rih kitabında bu konuyu şöyle anlatır:

«İslâm düşmanları zor kullanarak îslâmı kökünden yok etmek­ten ümitlerini kesince; muhaddisler tarafından tesbit edilmiş oldu­ğu gibi, uydurma hadisler ortaya atmaya, bazı meseleleri ileri süre­rek, zayıf akıllıları dinleri hakkında şüpheye düşürmeye, tevil ve tenkit´etmek suretiyle doğruyu yanlış göstermeye başlamışlardır.

Bu işi ilk defa Beni Esed kabilesinin azatlısı olan Ebu´l-Hattab Muhammed b. Ebî Zeyneb yapmıştır.»[24]

Şüphesiz, İmam Ca´fer-i Sâdık in bu sapıklarla yaptığı mücade­le çok verimli olmuş ise de, onların nüfuzunu tamamen kıramamış­tır. Fakat samimî insanların, bu türlü sapıkların tesirinde kalmasını önlemiştir. Ne var ki îslâmı esasları yıkmak isteyen kötü niyetliler, yine de ifsatlarına devam etmişlerdir.

îşte kendisine veya Ehl-i Beyt´e karşı bağlı olduklarını iddia eden sapıklara karşı Ca´fer-i Sâdık´ın fikri budur. O, her türlü sa­pık fikirlerle mücadele etmek ve gerçeği ortaya koymak için çok zahmet çekmiştir.

Buna rağmen Halife el-Mansur ondan şüpheleniyordu. Çünkü, bir anne yavrusunu korumak için nasıl hırs ve gayret gösterirse, hükümdar da tahtını korumak için öyle hırs ve gayret gösterir. Tah­tını korumak için her şeyini, hattâ kendi varlığını bile feda etmek­ten çekinmez. Halife el-Mansur da, işte bu endişe ile îmam Ca´fer´in bütün hareketlerini şiddetle kontrol etmeye başlamıştır. Fakat o, tu­tumunu bu büyük İmama hissettirmek de istememiştir.

El-Mansur, her hacca gidişinde görüşmek için tmam Ca´fer´i ya­nına çağırıyordu. Bazan onu hürmetle dinliyor, bazan da şüpheli gözlerle onun durum ve tutumunu tetkik ediyordu. Her.iki halde de İmam Ca´fer´den ayrılırken içindeki şüpheleri dağılıyor ve onun herhangi bir fitneye sebebiyet vermiyeceğinden emin oluyordu. Fa­kat, İmamdan ayrılır ayrılmaz içine yine de bir şüphe düşüyor, ve onun aleyhindeki söylentilerin tesirinden kurtulamıyordu.

îmam Ca´fer taraftarlarının kendisi adına zekât topladıklarını ve bu zekâtla onun Abdullah b. el-Hasen´in oğulları İbrahim ve Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye´ye ayaklandıkları zaman yardım ettiği­ni öğrenen halife el-Mansur, onu bir kere Bağdad´a çağırdı, İmam Ca´fer huzura çıkınca, Halife söze şöyle başladı:

Ey Ca´fer b. Muhammed, Muallâ b. Hüneys´in[25] senin adına topladığı bu mallar nedir

Ca´fer-i Sâdık ona şu cevabı verdi:

Ey Emiru´l-Mü´minin, Allah´a sığınırım, benim böyle bir şey­le ilgim yoktur. Bunun üzerine Halife:

Suçsuz olduğunuzu isbat için karınızı boşayacağınıza ve kö­lelerinizi âzâd edeceğinize yemin eder misiniz dedi. İmam Ca´fer de:

Allah´a yemin ederim ki böyle bir şey yoktur, dedi. Bunun üzerine Halife:

Hayır! Karınızı boşayacağınıza ve kölelerinizi âzâd edeceğinize yemin edeceksiniz, dedi. Ca´fer-i Sadık da:

Âlemlerin Tanrısı olan Allah´a ettiğim yemine razı değil mi­siniz dedi. Bunun üzerine Halife:

Bana fıkıh mı öğretiyorsunuz, dedi. İmam Ca´fer de:

Ey Emirü´l-Mü´minîn, fıkıh benden ayrılır mı dedi. Halife:

Bırak bunu, ben şimdi seni şikâyet eden adamı karşına di­keceğim, dedi.

Biraz sonra şikâyet eden adam´ı getirdiler ve İmam Ca´fer´in hu­turunda sorguya çektiler. Adam:

Evet, doğrudur, bu zat da şikâyet ettiğim Ca´fer b. Muhammed´dir, söylediklerim de gerçektir, dedi.

İmam Ca´fer:

Ey adam, bu söylediklerinin doğruluğuna yemin eder misin , dedi ve ilâve etti:

Ey adam, ben Allah´ın güç ve kuvvetinden kendisine sığına­rak doğru olduğumu söylüyorum, de.

Adam:

Ben kendi güç ve kuvvetimden Allah´a sığınırım ki söyledik­lerim doğrudur, dedi.

Halife el-Mansur adama yönelerek:

Ca´fer b. Muhammed´in verdiği yemini aynı şekilde tekrar et, dedi.

Adam da aynı şekilde yemin etti.

Bu olayı anlatan râvî, sözlerine şunları ilâve etmektedir: Adam, yemin eder etmez kapkara kesilmiş ve ölü olarak yere devrilmiştir. Bu manzara karşısında ürpererek titremeye başlıyan Halife:

Ey îmam, yarından itibaren dedenin mübarek memleketine dönebilirsin. İstersen burada da kalabilirsin. Bizden size iyilik ve ik­ramdan başka bir şey dokunmaz. Allah´a and olsun ki bundan son­ra aleyhinizde hiç bir kimsenin sözünü kabul etmiyeceğim, demiş­tir.[26]

Ca´fer-i Sâdık, Halife el-Mansur ile karşılaştığı zaman gerçeği bazan açıkça, bazan da imâ yoluyla söylerdi. Rivayet edildiğine gö­re; el-Mansur´un yüzüne bir sinek musallat olmuş ve onu sıkıntıya düşürmüş. Bu sırada İmam Ca´fer de huzurda bulunuyormuş. Ha­life:

Ey Abdullah´ın babası, Allah, sineği niçin yaratmıştır diye sormuş. İmam Ca´fer buna :

Ululuk satanları küçültmek için yaratmıştır, cevabını ver­miştir.

Bir defasında el-Mansur, ona şöyle yazmıştır: «Niçin diğer in­sanlar gibi siz de bizim etrafımızı sarmıyorsunuz » Buna Ca´fer şu cevabı vermiştir: «Bizim sizden bir korkumuz yoktur ki onun için yanınıza gelelim. Sizin de bir âhiret meseleniz yoktur ki onu size anlatalım. Sizi bir nimet içinde görmüyoruz ki tebrike gelelim. İçin­de bulunduuğnuz nimeti felâket de saymıyoruz ki taziyede buluna­lım.»

Bunun üzerine Halife ona; «Bize öğüt vermek için yanımızdan ayrılmayınız» diye yazmış, İmam Ca´fer de şu karşılığı vermiştir: «Dünyayı isteyen sana öğüt vermez, âhiret isteyen de seninle arka­daşlık etmez.»[27]

Yazışma işte burada sona ermiştir. İmam Ca´fer´in son mektu­bu üzerine Halife şöyle söylemiştir: «Allah´a and olsun ki o yanımdakilerden kimin dünyayı, kimin âhireti istediğini ve kimin âhireti dünyaya tercih ettiğini ortaya koydu.»

İşte Halfe el-Mansur, İmam Ca´fer-i Sâdık´ı, kimi zaman şüphe­li gözlerle, kimi zaman da böyle saygı ile karşılardı, îmam Ca´fer´i itham etmek, insanların ona daha çok saygı ve bağlılığım sağlıyor­du. Fakat İmamın âhirete yönelişi, dünya işlerini ehline bırakışı, çı­kacak fitneleri önlüyordu. Esasen sonunda Hahfe, İmamı daima takdir ve saygı ile karşılamaya başlamıştır. Belki de o, tahtına iyice yerleşerek iktidarını kökleştirip hiç bir rakibi kalmayınca içindeki vesveselerden de kurtulmuştur.

İmam Ca´fer," 148 H. yılında Medine´de Ölmüştür. Rivayete gö­re Halife, onun ölüm haberini duyduğu zaman sakalı ıslanıricaya kadar ağlamıştır. el-Yakûbî, bu hususu, «Tarihlinde şöyle anlatır: «İsmail b. Ali der ki: Bir gün Halife el-Mansur´un yanına girdim. O ağlamış ve göz yaşlarıyla sakalı ıslanmıştı. Bana: Ehl-i Beytini­zin başına geleni bilmiyor musun dedi. Nedir, ey Emiru´l-Mü´mi-nîn dedim. Şöyle cevap verdi: Ehl-i Beytin ulusu, bilgini ve onların en hayırlısının sonuncusu vefat etti. O kimdir, ey Emiru´l-Müminin diye sordum. O da: Ca´fer b. Mühammed´dir, dedi. Ben de: Allah Emiru´l-Mü´minîn´in ömrünü uzun ve ecrini çok etsin, dedim. Ha­life de bana: İmam Ca´fer, Allah´ın «Sonra biz, o kitabı kuüarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık»[28] buyurduğu âyetindeki kimseler­dendir. Evet o, Allah´ın seçkin ve iyilikte yarışı kazanan kulların­dan idi.»[29]

Gerçekten İman, takva, ululuk, tslâmuı birliğini bozacak felâ­ketleri doğuran fitnelerden uzak oluş... İmam Ca´fer gibi bir şahsi­yete çok yaraşmaktadır. Onu, sevenler de, sevmeyenler de saygı ile anarlar. Herkes onun makamını kıskanır ve hiç bir kimse îslâm. üm­metinin yararlarını bozacağından korkmazdı. O, iyilikte başı almış bir kişidir. Allah, ondan da onun tertemiz atalarından da razı ol­sun.[30]

İmam Cafer´in Şahsiyet Ve Karakteri

Yukarıdan beri anlattığımız tarihi olaylar, îmam Ca´fer-i Sâ-dık´m hem baba tarafından dedesi Hz. Ali´ye, hem de ana tarafın­dan dedesi Hz. Ebu Bekr´e yakışır bir şahsiyete sahip olduğunu gös­termiştir. Burada kısaca, onun daha çok ilmi şahsiyet ve karakteri­ni anlatacağız. Bu anlatacaklarımız, bir bakıma yukarıda anlattık­larımızın neticeleri mahiyetinde olacaktır.

Okuyucunun ilk öğrenmek istediği şey, îmam Ca´fer´in fizyono-nıisidir, sanırım. Haltercemesini yazanlar onu şöyle anlatırlar:

«îmam Ca´fer orta boylu, iri gövdeli, ak ve parlak benizli idi. Yüzünde nur parıltıları vardı. Saçı siyah ve kıvırcıktı. Burnu narin ve büyük, alnı açık idi. Yüzünde bir ben vardı..»

İşte İmam Ca´fer´in fizyonomisi kısaca bundan ibarettir. Karak­ter ve ruhi yapısı ise, son derecede yüksekti. Halifelerin dahi gıpta ettiği îmam Ca´fer´in yüksek sıfatları şunlardır:[31]

İhlası

İmam Ca´fer samîmi, iyi niyetli, yüksek gaye sahibi ve hakikat âşıkı idi. Dünya işlerine düşkün olmadığı gibi, şehvetine düşkün ve­ya ne idüğü belirsiz kimselerden uzak dururdu. O, fedakâr ve açık kalbli kimseleri arardı. Şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaöıan ihlası, kendisini hakîkata ulaştırırdı. Onun basireti şüpheleri giderir ve gerçeğe nüfuz etmesini sağlardı. Aklının erginliği sayesinde o, şeh­vet gölgelerini dağıtır ve kendisini korurdu. O, ilhamını Peygamber (SA.)´in şu hadisinden alırdı. «Şüpheli şeylerle karşılaştığı zaman basiret gösterenleri, şehevî arzularla karşılaştığı zaman akıllı dav­rananları Allah sever.»

Onun ihlas sahibi oluşunun birçok âmilleri vardır. Bunların ba­şında mensup olduğu temiz aile gelir. Zira ihlas, bu ailenin göze çar­pan en büyük özelliğidir. Esasen ihlas, Peygamber Evine mensup olan ve Hz. Ali´nin torunu bulunan insanlarda olmazsa kimlerde olabilir Onlar, ihlası babadan ´oğula miras olarak almışlardır. On­lar, bir şeyi severlerse, ancak Allah için severler ve bunu İmanın esaslarından sayarlardı. Nitekim Peygamber (S.A.) şöyle buyurmuş­tur. «Sizden biriniz bir şeyi Allah için sevmedikçe gerçekten İman etmiş olmaz.»

îmam Ca´fer´in ihlasını kuvvetlendiren öteki unsurlar şunlar­dır :

a) Kendisini ibadete, ilme verişi ve dünya arzularından yüz çevirişi: Bu hususu İmam Mâlik´ten dinleyelim : «Ca´fer b. Muhammed´e gelir İlim alırdım. O çok gülümserdi. Peygamber´in adı anı­lınca yüzü sararırdı. Ona uzun zaman devam ettim. Her görüşüm­de onu şu üç şeyden biri ile meşgul bulurdum: Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur´an okurdu. Abdestli olmadan Peygamber (S.A.)den dahis rivayet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. Ö, Allah´dan korkan zâhid ve âbid âlimlerden idi. Yanına geldiğim za­man dayandığı yastığı mutlaka alır bana ikram ederdi...»[32]. İmam Mâlik, onun ve diğer büyüklerin faziletlerini uzun uzun anlatır.

b) Takva sahibi oluşu: îmam Ca´fer, haramdan son derecede sa­kınır, helâl şeyleri israfa düşmeksizin sarfederdi. Peygamber (S.A.)´in «İsrafa ve gurura kapılmaksızın yeyiniz, içiniz ve giyiniz» hadis-i şerifine tam olarak uyardı.

İnsanların karşısına güzel bir kılıkla çıkar, nefsini gösteriştan arıtmak için zühd sahibi olduğunu gizlerdi. Bir lokma ve bir hırka ile yaşadığını gösteren niceleri vardır ki, riyakârlıkları yüzünden çetin bir hesaba çekileceklerdir. Bir kere Süfyan-ı Sevri, îmam Ca´­fer´in yanma gelmiş ve onu çok güzel bir kıyafet içerisinde görmüş­tü. O, bu durumu şöyle anlatır: «İmam Ca´fer´e hayran hayran bak­maya başladım. Bana, niçin bize böyle bakıyorsun ey Sevri Her halde gördüklerine hayret ediyorsun, dedi. Ben de, ey Peygamber (S.A.)´in torunu, bu elbiseler ne senindir ne de atalarından kalma­dır, dedim. O da bana, ey Sevrî, onların çağı kıtlık ve darlık zama­nı idi. Onlar da bu kıtlık ve darlığa göre hareket.ediyorlardı. Bizim çağımız ise her türlü ikbal ile geldi, dedi. Sonra cübbesinin yenini kaldırdı; bir de gördüm ki, altında kısa etekli ve kısa yenli beyaz yünden bir cübbe daha var. Bunun üzerine şöyle dedi: Ey Sevri, bunu Allah için giyindik, şu üstündekini de sizin için giyindik. Al­lah için olanı gizledik, sizin için olanı da açığa çıkardık.»[33]

c) Allah´dan başka hiç, bir kimseyi düşünmeyişi.O, yalnız Allah´dan korkar ve Allah yolunda hiç bir kimseden korkmazdı. Emî-rin emirliğinden, halkın da çokluğundan çekinmezdi. Onu övgü al­datamaz, yergi de bükemezdi. O, İslâmın esaslarını bozmak için uğ­raşanlardan beri olduğunu ilân etmiş, Halife el-Mânsur´a ´da yar­dakçılık etmemiştir. O, gerçekten takvası ve hidayet üzere oluşu ile ulu bir er idi.[34]

Basiret Ve Îlmi


İhlaslı olunca hikmet nuru kişinin ruhunu aydınlatır; söz, dü­şünce ve işi dosdoğru olur. Dolayısıyla o, açık bir basiret, gerçeği doğrudan doğruya kavrayan keskin bir zekâ, geniş bir anlayış ve derin bir İlim sahibi olur. Ca´fer de Ehl-i Beytin asalet ve zekâsına vâris olmuş, ruhunu marifetle cilalayarak hakikati kaynaklarından öğrenmiştir. O, şeriatın mânalarını, maksat ve gayelerini aydın gön­lü, düşünen aklı ve geniş araştırmaları sayesinde hakkıyla kavra­mıştır. Ona bir kere, faizi Allah niçin haram kılmıştır diye sorul­duğunda, «İnsanların birbirine karşı cimrilik etmemesi için* diye cevap vermiştir. Onun bu sözü gerçektir. Çünkü insanlar, ancak bir fayda karşılığında birbirine borç verirlerse yardımlaşma ortadan kalkar. Yardımlaşmadan kaçmıldığı zaman cimrilik baş gösterir. Cimrilik artınca da ruhlar kararır. Cimrilik veya sıkılık, ister tü­ketim isterse üretim için olsun, zarara katılmaksızın borç olarak ve­rilen bir şey üzerinden kazanç sağlamak gibi bir sonuca varır. Hal­buki zarara katılmakta yardımlaşma vardır; cimrilik veya sıkılık yoktur.

İmam Ca´fer, hazırcevaptı, sürat-i intikal sahibi, keskin görüşlü büyük bir bilgin idi. Irak´ın büyük fakihi İmam Ebu Hanife´nin sor­duğu kırk meseleyi tereddütsüz bir şekilde nasıl cevaplandırdığını, bu meselelerdeki bütün fakihlerin görüşleriyle birlikte kendi görüş­lerini nasıl açıkladığını düşünürsek, onun İlim ve zekâsının büyük­lüğünü daha iyi anlamış oluruz.[35]

Cömertliği

Hz. Ali´nin torunlarındaki cömertlik şaşılacak bir şey değildir. Çünkü; «Allah sevgisiyle yoksulu, yetimi ve esiri doyururlar»[36] ve «Malı Allah sevgisiyle akrabaya, yoksullara, yoldakabmşlara, dile­nenlere, köle ve esirlere verenler...»[37] âyetlerinin Hz. Ali ile eşi Hz. Fâtima hakkında nazil olduğu rivayet edilir. İşte böyle bir soydan olan îmam Ca´fer, israfa sapmaksnzn, iyilik edilmeye lâyık olanla­ra bol bol ihsanda bulunmuştur. O, yakınlarına, insanlar arasındaki anlaşmazlıklar mala dayanıyorsa kendi malından verilmek suretiy­le bu anlaşmazlıkların kaldırılmasını emrederdi. Rahmetli şöyle söylerdi: «İyilik ancak şu üç şeyle tamamlanır:

a) İyilikte acele etmekle,

b) iyiliği gözde büyütmemekle,

c) İyiliği gizli tutmakla.»

O, çoğu zaman iyiliği gizli olarak yapardı. Dedesi1 Ali Zeynel-âbidin gibi gecenin karanlığında ekmek, et ve para dolu bir dağar­cığı omuzuna alır, Medine´deki fakirlere dağıtırdı. Fakirler kendile­rine ihsanda bulunan kişinin kim olduğunu ölünceye kadar bile­mezlerdi. Hilyetu´l-Evliyâ´da şöyle anlatılır: «Ca´fer-i Sâdık b. Muhammed, yoksullara o. derecede yardım ederdi ki, elinde kendi aile­sine harcıyacak bir şeyciği kalmazdı.»[38]

Hilim Ve Müsamahası

İmam Ca´fer, âlicenap ve hİlim sahibi bir insandı. Kötülüğe iyi­likle mukabele ederdi. «Ne iyilik ne de kötülük bir olmaz. Sen en güzel olanla mukabele et. O zaman görürsün ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse ile sanki yakın bir dost olmuştur»[39] âye­tinde belirtilen sıfatlara lâyıktı. O, şöyle söylerdi:

«Bir kardeşinin seni kötülediğini işitirsen üzülme. Çünkü, onun söylediği doğru ise bu senin başına çabucak gelen bir cezadır. Eğer dediği doğru değilse bu da, senin için işlemediğin bir iyiliktir.»

İmam Ca´fer, kendisiyle münasebeti olan akraba ve hizmetçi­lerine karşı çok şefkatli davranırdı. Söylendiğine göre o bir defa bir iş için uşağını göndermiş; uşağın gecikmesi üzerine onu aramaya çıkmış ve bir yerde uyur vaziyette bulmuştur. Onun başucuna otu­rarak uyanincaya kadar rahatını sağlamıştır. Uyanmca ona, «Sana ne oluyor ki gece gündüz uyuyorsun Geceyi kendine, gündüzü de bize ayıracaksın» demiştir.

Müsamaha ve yumuşak muamele onu, kendisine kötülük eden­lere Alîah´dan mağfiret dileyecek kadar büyük bir dereceye yük­seltmiştir. Rivayet edildiğine göre gıyabında kendisine kötü bir şey söylendiğini işitince kalkar, abdest ahr, namaz kılar ve Allah´dan kendisine dil uzatanı affetmesini dilerdi. Çünkü kendisinin haklı olduğunu bildiği halde, kendisine haksızca davranan kişinin bağışlan­masını büyüklük sayardı. Güçlü olduğu zaman düşmandan intikam almak ona göre küçüklüktür. Bağışlamakta bir küçüklük yoktur. Fakat, güçlü bir insan için zayıf bir kimseden intikam almak büyük bir zillettir. Bu doğrudur. Çünkü Peygamber (S.A.) şöyle buyurmak­tadır. «Affetmek, şerefi, sadaka da malı azaltmaz.»

Sabır Ve Şükrü

Ebu Abdillah Ca´fer-i Sâdık, şükredici bir er idi. Sabır ve şü­kür mü´minin ruhunda birleşen manevî iki haslettir. Nimete şük­reden^ felaket karşısında da sabreder. Hattâ nimete şükür bile sab­ra muhtaçtır. Felâket karşısında sabır da ancak şükürle gerçekle­şir. Rızâ ile sabır, en güzel sabırdır.

îmam Ca´fer sabırlı, huşu sahibi ve ibadete düşkün idi. O felâ­ketler karşısında sabırlı, dostlarından ayrılırken sabırlı, yavrusunu kaybettiği zaman da sabırlı idi ...Küçük yaşta ölen bir çocuğu için üzülerek ağlamış ve «Allahım, alan da sensin veren de sensin, has­talık da sağlık da sendendir!» demiş, sonra ölü oğlunu kadınların yanına götürmüştür. Kadınlar onu görünce feryada başlamışlar, îmanı Ca´fer de, onlara ağlamamaları için yemin vermiş ve çocuğu def­netmek üzere götürürken, «Yavrularımızın ruhunu alan Allah´ı ten­zih ederim. Bu, bizim ancak Allah´a karşı olan sevgimizi arttırmak­tadır.» demiştir. Çocuğun üzerini toprakla örterken de şöyle söyle­miştir: «Biz, o insanlarız ki Allah´dan sevdiğimiz kimselere hoşumu­za giden şeyleri isteriz, O da verir. Sevdiğimiz, kimseler hakkında Allah hoşumuza gitmeyen bir şey murad ederse ona da rızâ göste­ririz»[41]

O, Allah´ın dilediği her şeye rızâ gösterirdi. Felâketlere şükret­mek işte budur. İnleyip sızlanarak yapılan sabır, aslında sabır değil şikâyettir. Zira, sabır ile sızlanmak birbirine zıt şeylerdir. Kısaca di­yebiliriz ki, şükürle sabır hallerini kendisinde birleştiren en büyük insan, îmam Ca´fer´dir.

Yîğîtlîğî

Hz. Ali´nin torunları gerçekten yiğit kişilerdir. Onlar ölümden korkmazlar. Hele Ebu Abdillah Ca´fer´i Sâdık gibi kalbi İman ile do­lu plan, kendisini nefsî ve şehevî arzulardan uzaklaştıran, ruhunu yalnız Allah korkusu sarmış, gönlü yalnız Allah´a İman ile mamur bulunan bir kişi, güç ve azameti ne olursa olsun, hiçbir kuldan korkmaz. O, kendisine taraftar olduklarını iddia ettikleri halde îslâm dî­nini bozmaya çalışanlara yiğitçe karşı koymuştur. Halife el-Man-sur, bütün şiddet ve heybetiyle, «Allah, sineği niçin yaratmıştır » diye sorduğunda o, korkmadan, «ululuk satanları küçültmek için ya­ratmıştır.» cevabını vermiştir. Daha önce de geçtiği gibi ImanvCa´-fer, bazı iftira ve dedikodular sebebiyle Halifenin huzuruna çıka­rılmıştı. Halife ile karşılaştığı zaman gösterdiği metanet ve açık bir dil ile verdiği cevaplar, onun yiğitliğini isbat eden en büyük tanık­tır. Bakınız o, kendisini itham eden Halifenin yüzüne karşı nasıl na­sihat etmektedir:

«Senin, yumuşak ve hİlim sahibi olman gerekir. Çünkü hİlim, ilmin esasıdır. Kudretli olduğun zamanlar nefsine hâkim ol. Çünkü sen, gücünün yettiği bir şeyi yaptığında saldırganlıkla anılmayı se­ven birine benzemiş olursun. Bil ki sen, müstahak olan birini cezalandırırsan, ancak adaleti yerine getirmiş bulunursun. Şükrü icap ettiren hal, sabrı icap ettiren halden daha üstündür.»

Söylendiğine göre valilerden biri hutbesinde Hz. Ali´ye dil uza­tınca, Ca´fer-i Sâdık, ayağa kalkarak, onun sözünü reddetmiş ve ko­nuşmasını şu cümlelerle bitirmiştir: «Dikkatli olunuz, size söylüyo­rum, kıyamet günü mizanı en çok boş olan ve en çok ziyana uğra­yan kimse, âhiretini başkasının dünyası için satandır, işte böylesi fâşıktır.»

İmam Ca´fer´in kendisi için hilâfet dâvasından kaçınması yiğit­liğine bir zarar getirmez. Çünkü yiğit, yapacağı davranışın sonu­cunu düşünmeden ortaya atılmaz. Yiğit kişi, olayları değerlendirir ve sonuçlarını görür. Eğer o ileri atılmakla faydalı bir netice elde edeceğini görürse, kendisini kuşatan kılıçları ve çevresini saran ölüm vâsıtalarını hiçe sayarak ileri atılır.

Firasetî

İmam Ca´fer kuvvetli bir, firaset sahibi idi. O, keskin firaseti ve ileri görüşlülüğü sebebiyle siyasî olay ve propagandalara kendisini kaptırmamıştır. Çünkü, bol bol konuşan ve iş ciddileşince yan çizen Iraklı şiîlerin durumunu iyi biliyordu. Hz. Hüseyn´e, Zeyd ve evlât­larına, onların yaptıklarından ibret almıştı. Bu yüzden o, isyana teş­vik edenlere uymamış, hattâ kendi zamanında devlete karşı ayak­lanmak isteyenleri de bu işten vazgeçirmeye, çalışmıştır. Amcası Zeyd, amca oğullan Muhammed en-Nefsüz Zekiyye ve İbrahim´i is­yandan vazgeçirmek için hayli uğramıştır.

İmam Cafer´in firasetiyle ilgili olaylar pek çok olup bunlardan birisi şudur: Abbasî Devletini doğuran şü faaliyetinin başına geçmek üzere çağrıldığı zaman o, keskin görüşü sayesinde, «Bu bizim işimiz değildir.» cevabını -vererek kendisini kurtarmıştır. Zira, kar­şılaştığı olaylar, herkesten çok, onu uyanık ve firaset sahibi yap­mıştır. O, firaseti mü´minlerin sıfatı olarak kabul eder ve «Elbette bunda firaseti olanlar için ibret vardır»[44] âyetindeki «firaseti olan­lar mütevessimler» sözünü, olayları ve olanların ötesini sağlam bir görüş ve keskin´bir sezgi ile kavrayanlar, diye açıklardı.

Heybeti

Allah, îmam Ca´fer-i Sâdık´a kendi celâlından bir heybet ve kendi nurundan bir nur vermiştir. Çünkü İmam Ca´fer, Allah´a, çok ibadet eden, mânâsız lâflardan sakınan, halkın düşkünlük göster­diği şeyl