İmam Ahmed B. Hanbel (164 — 241 H.)
Hicri III. Asrın 18. yılında insanlar, hadîs dersinden, hadîsleri toplayıp müslümanlara neklederek sünnet fıkhım açıklamadan başka bir işi olmayan yaşlı bir zat görüyorlardı. Fakat O, hakaret ve horluğa mârUz kalıyor; Bağdat'tan, elleri kelepçeli olarak ders meclisinden Uzaklaştırılıyor; sırtında simsiyah izler bırakan kırbaçların altında, Halife Me'mun'un halifelik için ayaklandığı ve ömrünün sonunda ölmüş olduğu Tarsus şehrine götürülüyordu. Bu zat, hapsediliyor ve hapishanede ona durmadan dayak atılıyordu. Fakat, dayak atan ve attıranlar, ona söyletmek istediklerini ve onun, söylenmesine dince müsaade edilmediğine inandığı şeyi söyletmekten âciz kalmışlardı. Hem onlar, hem de o zat bu hal üzere, 18 ay devam etmişlerdi. Bu süre içerisindeki işkence ve baskılarına rağmen O, bunların arzularını yerine getirmemiştir. Sonunda onlar ümitsizliğe düşmüş, O ise boyun eğmemiştir. Nihayet onu yaralar içersinde serbest bırakmışlardır. O, bu yaralardan şifâ bulup ıstırapları dinince dersine tekrar dönmüştür. Fakat onlar, bundan sonra, bu zatı yine hapsederek, Allah'ın yardımı erişinceye kadar dersinden alıkoymuşlardır. İşte bu zat, Dâru's-Selâm (Bağdad)'ın İmamı, çağındaki fakîh ve muhaddislerin üstadı İmam Ahmed b. Hanbel'dir.[2]
Doğumu Ve Gençliği
Ahmed b. Hanbel, 164 H. yılı Rabîulevvel ayında Bağdad'ta doğmuştur. Burası onun yaşadığı, ders verdiği ve şöhretinin yayıldığı yerdir. Annesi onu, babasının ikâmet ettiği Merv şehrinden hâmile olarak getirmiştir. O, hem ana hem de baba tarafından soyca Araptır. Çünkü, ana ve babası Şeyban kabîlesindendir. Bu kabile de, Adnan kabilesinin bir kolu olan Rabî'a kabilesinden ayrılma olup Nizar kabilesinde Peygamber (S.A.)'in soyuna karışır.
Hanbel, babasının adı değildir, dedesinin adıdır, Babası Muham med b. Hanbel b. Hilâl'dir. Bu aile, önceleri Horasan'da oturmakta idi. Ahmed b. Hanbel'in dedesi Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyetinin Valisi idi. Babası da, müslüman kumandanlarından veya kumandanlık rütbesine yakın bir rütbeye sahip bir askerdi.
Bu aile, Ahmed'in doğumuna yakın bir sırada Bağdad'a gelmiş olup Abbasî halîfeleriyle münasebetlerini devam ettirmiştir. Zira Ahmed'in amcası, aynı vazifeyi üzerine almıştır. Çünkü. Ahmed'in babası Muhammed, Bağdad'a gelişinden kısa bir zaman sonra ölmüştür.
Ahmed b. Hanbel'in ailesi himmet sahibi ve cömert idi. Dedesi Emevîlerin valisi idi. Daha sonra Abbasî hareketinin haklı olduğunu ve Emevî idaresinin çöktüğünü görünce vazifesinden ayrıldı. Abbas oğullarının dâvetçileriyle temas kurduğu için işkenceye uğradı. Babası da, cömert ve âlicenap bir insandı. Horasan'daki evi Arap misafirlere açıktı. Onun evine inerler, ikram ve hürmet görürlerdi.
Fakat küçük Ahmed, babasını kaybettiği için bu cömertliğin nurunu görmemişti. Esasen O, babasını bile görmediğini söyler. Çünkü babası öldüğü zaman kendisi, gördüğünü tanıyacak bir çağa ulaşmamıştı. Tarihçilerin anlattığına göre babası, 30 yaşında çok genç iken ölmüştü.
Ahmed'in terbiye ve yetişmesini annesi üzerine almış ve buna amcası da nezaret etmiştir. Çocuk sayılacak bir yaşta annesi, onu ilim tahsiline başlatmıştır. Durum ve çevre de buna müsait idi. Zira ailesi, devamlı olarak İslâm ilimlerinin merkezi olan Bağdad'ta oturuyordu. Bu sırada Bağdad'ta ilim ve sanat bütün çeşitleriyle ürünlerini vermeye başlamıştı. Burada muhaddisler, kıraat bilginleri, mutasavvıflar, dil âlimleri ve filozoflar bulunuyordu. Böylece Bağdad, İslâm âleminin medeniyet merkezi olmuştur.
Ahmed, çocukluğundan itibaren İslâm ilimlerini öğrenmeye başlamıştı. O, önce Kur'an'ı hıfzetmiş, daha sonra Arapça, Hadîs, Sahâbî ve Tabiîlerin rivayetlerini, Peygamber (S.A.)'in sîretini, onun seçkin sahâbîleriyle güzelce onların yolundan gidenlerin (tabiîlerin) hayatlarını öğrenmeye koyulmuştu.
Çocukluk ve gençlik çağından beri onda asalet ve takva emareleri gözüküyordu. Onu, âlimler arasında muttaki bir âlim, gençler arasında da müttakî bir genç olarak görüyorUz. Daha sonra onu, inancı uğruna en büyük imtihanlara katlanan, azim sahibi muttaki insnlardan başkasının dayanamıyacağı işkencelere fütursUzca göğüs geren ortayaşlı bir insan olarak görüyoruz.
Akranı olan çocuklar oyun oynarken Ahmed b. Hanbel, ciddî işlerle uğraşıyordu. Yetimlik ona ciddiyet, dayanıklılık ve çalışma aşkı vermiştir. Aslında bütün babalar, bunları arzu eder ve çocuklarının Ahmed gibi olmasını isterdi. Rivayet edildiğine göre bir çocuk babası şöyle demiştir: «Ben çocuklarım için bol bol masraf ediyorum. Onları, yetişsin diye hususi hocalara (müeddiblere) götürüyorum. Fakat umduğum şekilde yetişmiyorlar. Yetim bir çocuk olan Ahmed b. Hanbel'e bakınız! Onun edep ve güzel gidişatı herkesi hayran ediyor.»[3]
Tahsilî
Ahmed b. Hanbel, büyük adam olma sırrına sahip bir yaradılışta idi. O, biraz büyüyünce ailesinin teşvikiyle ilim tahsiline yönelmiş ve kısa bir zaman sonra, kendisinin takva üzere yetişme tarzına uygun olan bir ilmi seçmiştir. Ne felsefeyi, ne de matematiği tercih etmiştir. O, sadece din ilmini" seçmiş ve bu arada kendisini, memleket memleket dolaşmayı gerektiren hadîs ilmine vermiştir. Hadis ilmi de onu fıkha götürmüş, böylece onda hem fıkıh, hem de hadîs ilmi birleşmiştir. Bâzı âlimler hadîs veya fıkıhtan birini tercih ettiği halde, Ahmed b. Hanbel, bunların her ikisini de aynı oranda kendisinde toplamıştır.
Ahmed b. Hanbel, emsali arasında takva, ciddiyet, sabır, metanet ve tahammülü ile meşhur olmuştur. Belki bu, onun çocukluğunda nöfsine fazla itimadından ve küçük yaştan beri ruhî istiklâlini hissedişinden ileri geliyordu. Ahmed b. Hanbel'in bu hali, çocukken temas ettiği âlimlerin"de dikkatini çekmiştir. Hattâ el-Haysem b. Cemil, onun hakkında şöyle söylemiştir: «Bu çocuk yaşarsa, zamanın-dakilerin hücceti olacaktır.»
Ahmed b. Hanbel, biraz önce söylediğimiz gibi hadîs rivayet ve tedvini ile uğraşan, hadîs ilmini kendisinden sonrakilere devreden bir muhaddis olmak istemiştir. Hadis ilmini tercih edişi rasgele de-ğldir. Önce O, rivayetle dirayeti birleştiren fıkıh tahsiline başlamış, Ebu Hanife'nin talebesi ve o çağın en büyük kadısı Ebu Yusuf'tan ders almıştır. Fakat, onun hadîs ilmine meyletmiş, fıkhına fazla ilgi duymamıştır. Bu itibarla O, «îlk hadîs yazdığım şahıs Ebu Yusuf'tur.» demiştir. Yani Ahmed b. Hanbel, Ebu Yusuf'tan hadîs tahsil ettiği gibi fıkıh zevkini de ondan tatmıştır.
Bu rivayeti, yani Ahmed b. Hanbel'in Ebu Yusuf'tan tahsil görüşünü anlatan rivayeti gözönüne alırsak, onun önce re'y'e dayanan fıkıhtan işe başladığı sonucuna varırız., Re'y'e dayanan fıkıh, o çağda Irak'ta hâkim olan ve Ebu Yusuf'un temsil ettiği fıkıhtır. Ahmed b. Hanbel, hadis çalışmalarını fıkıh çalışmalarıyla birleştirdikten sonra kıyasa bağlı olan fıkıh istinbatını hadîs'e dayandırmıştır. O, hükmü hadisten istinbat eder, bu hükme göre yeni birtakım hükümler çıkarır, kıyaslarda bulunur ve fer'î fıkıh mes'elelerini • ortaya kordu.
Ahmed b. Hanbel, önce hadis tahsil edip fıkıh tahsilini sonraya bıraktı. Hadis bilginleri, bütün tslâm memleketlerine dağılmıştı. Bağdad'ta, Kûfe'de, Basra'da, Mısır'da, Hicaz'da ve Yemen'de muhaddisler vardı. İşte bütün İslâm ülkelerinde böyle muhaddisler bulunuyordu. Hadîs tahsil eden bir kimse, elbette bu ülkelere gidecek ve adım adım buraları dolaşacaktı.[4]
Hadîs Tahsili İçin Yapmış Olduğu Seyahatler
Ahmed b. Hanbel, 179 H. yılında, yâni onbeş yaşında iken hadis tahsiline başladı. 186 H, yılına kadar, yâni yedi yıl Bağdad'ta hadîs tahsiline devam etti. İlk olarak 186 H. yılında Basra'ya gitmek suretiyle seyahatlerine başlamış oldu.[5] Ertesi yıl Hicaz'a gitti. Daha sonra bunları Basra, Küfe, Hicaz ve Yemen seyahatleri takip etti.
Ahmed b. Hanbel'in seyahatleri, hayatta bulunan râvilerden şifahî olarak hadîs tahsîl etmek maksadını güdüyordu. O, hadis nakletmek için kitaplarla yetinmiyordu. Bizzat râvîlerle görüşmek suretiyle rivayet işini daha sağlam tutmak istiyordu.
Söylendiğine göre O, Basra ve Hicaz'a beşer defa seyahat etmiştir. Biraz önce işaret ettiğimiz gibi Hicaz'a ilk defa 187 H. yılında gitmiş ve orada İmam Şafiî ile ilk olarak görüşmüştür. Şafiî ile Mekke'de Mescid-i Harâm'da karşılaşmıştır. Bundan sonra onunla tekrar karşılaşması, Bağdad'ta olmuştur. İbni Kesîr, Ahmed b. Hanbel'in hac seyahatlerini anlatırken şu tafsilâtı verir:
«Ahmed b. Hanbel'in ilk hac seferi, 187 H. yılında olmuştur. Bundan sonraki hac seferleri 191, 196 H. yıllarında olmuştur. Bu son seferinde 197 H. yılına kadar mücavir kalmış ve 198 H. yılı haccmı ifâ etmiş ve yine 199 H. yılma kadar mücavir kalmıştır. İmam Ahmed h. Hanbel şöyle der: Beş defa .hacca gittim, bunun üçünde yaya idim. Bu hac seferlerimin birinde otUz dirhem harcadım. Bir defasında yürürken yolumu kaybettim ve: Ey Allah'ın kulları, bana yolu gösteriniz', diye feryada başladım; sonunda yolu bulabildim.»[6]
Bundan anlıyorUz ki Âhmed b. Hanbel, hacca çok gitmiştir. Fakat onun bu seyahatleri sadece hac için değildi. Diğer bir maksadı daha vardı ki, bu da Peygamber (S.A.V.) "in hadislerini rivayet etmekti.
Ahmed b. Hanbel, hadîs tahsili uğruna her türlü zorluğa katlanarak, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, hadîs râvüerinin yanlarına kadar giderdi. O, bu yolda meşakket çekmeyi, muradına kolayca ermeye tercih ederdi. Çünkü kolayca elde edilen şeyler çabucak unutulmakta, güçlükle elde edilen şeyler ise unutulmamaktadır. Ahmed b. Hanbel, hac farizasını yerine getirdikten ve Beytullah'a mü-câzir olarak (Mekke'de) kaldıktan sonra Yemen'in San'â şehrinde bulunan meşhur muhaddis Abdurrazzâk b. Hemmam (öl. 211 H.)'a gidip hadîs öğrenmek istiyordu. Bu işi, adı geçen muhaddisle hac mevsiminde görüştükten sonra gerçekleştirdi. Ondan hac mevsiminde hadîs öğrenmesi mümkündü. Fakat O, hac mevsiminde Mekke ve Medine muhaddislerinden hadîs tahsilini tercih etmiş, Abdurrazzâk b. Hemmam'dan bundan sonra faydalanmayı kararlaştırmıştır. Maksadı, San'â'ya kadar zahmet çekip gitmek suretiyle sevap kazanmaktı.
O, bilfiil San'â'ya gitmek üzere yola çıktı. Bu uğurda açlık sıkıntısına düştü ve türlü güçlüklerle karşılaştı. Çünkü, yolda nafakası bitmişti. San'â'ya varıncaya kadar nakliyecilerin yanında ham-mallık yapmak zorunda kaldı. Yol arkadaşları ona yardım ellerini Uzatmaya teşebbüs etmişlerse de O, Allah'ın, kendisine bedenî olarak çalışmak suretiyle nafakasını kazanacak kuvveti ihsan etmiş ol-duuğnu ileri sürerek, bu yardımı kabul etmemiştir.
San'â'ya ulaşınca Abdurrazzâk'la görüştü. O da, kendisine yardım etmek teşebbüsünde bulundu ve: Ey Abdullah'ın babası, şunu al faydalan, çünkü bizim memleketimiz ticaret ve kazanç için elverişli değildir, dedi ve eline birkaç dinar Uzattı. Ahmed b. Hanbel de: Benim durumum iyidir, dedi. Bu meşakkatlere tam iki sene katlandı. Çünkü burada, "ez-Zührî ve Îbnu'l-Müseyyib yoluyla daha önce bilmediği birçok hadisleri işitip öğreniyordu.[7]
Hokka Ve Kalem İle Mezara...
Ahmed b. Hanbel, birçok meşakkatlere aldırmadan tahsili için İslâm memleketlerinde dolaşıyor ve kitap çantalannı sırtında taşıyordu. Bir seferinde kendisini tanıyan biri onu görmüş ve hadis rivayetini, hadis hıfzını ve kitaplarını çok bulmuş, bu kadar hadîs yazıp hıfz ve rivayet etmesine itirazda bulunarak: «Bir Kûfe'ye, bir Basra'ya!.. Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?» demiştir. Ahmed b. Hanbel de; «Hokka ve kalem ile mezara kadar...» diye cevap vermiştir.
İmam Ahmed, hafızasının kuvvetli oluşuna ilâveten, işitmiş olduğu Peygamber (A.S.)'in bütün hadîslerini yazmaya çok önem verirdi. Çünkü çağı, telif ve tedvin çağı idi. Bu çağda fıkıh ve dil ilimleri tedvin edilmişti. Hadîs ilimlerinin de tedvini gerekirdi. Gerçi îmam Mâlk «el-Muvatta'» ı, Ebu Yusuf ve Muhammed b. Hasen «el-Âsâr» adlı eserlerini, Şafiî de «el-Müsned»ini tedvin etmişti. Elbette Ahmed b. Hanbel de; işittiği hadîsleri hem hıfzedecek, hem de tedvin edecekti. O, kendisine bir hadîs sorulduğu zaman ezberden rivayet etmezdi. Büyük bir ilim adamı olduğu zaman dahi ancak yazdığı hadîsleri rivayet ederdi. Rivayete göre Mervli birisi kendisine bir hadîs sormuş; o da, oğlu Abdullah'a bu hadîsi bulmak için Kitabu'l-Fevâid'i getirmesini söylemiştir. Fakat oğlu, bu kitabı bulamamıştır. Bunun üzerine kendisi kalkmış ve kitabı bulup getirmiştir. Birkaç cilt olan bu kitapta sorulan hadîsi araştırmaya [8]başlamıştır.[9]
Fıkha Doğru
Ahmed b. Hanbel'in topladığı Sünnet, Peygamber (S.A.)'in hadisleri, sahâbîler ile tabiîlerin fetva ve hükümleri idi. Bu rivayetler sünnet olmakla beraber, aynı zamanda, derin ve ince bir fıkıh idi. Bu itibarla, rivayetle uğraşırken Ahmed b. Hanbel'in, fıkıh, mes'ele ve fetvalardan Uzak kaldığını söyleyemeyiz. Aksine, O, fıkıhla sıkı sıkıya ilgili idi. Hayatının büyük bir kısmını rivayete ayırmışsa da, fıkha karşı ömrü boyunca ilgisiz kalmış değildir.
Onun ilk çalışmaları, Kadı Ebû Yusuf'tan fıkıh tahsiline yönelmişti. Olgunluk çağma ulaşınca sünnet fıkhına meyletmiştir. Belki de O'nu fıkha doğru çeken bu olmuştur. Bilhassa Mekke'de îmam Şafiî ile karşılaşınca Ahmed b. Hanbel, onun aklî kudretine ve fık-hî istinbat hususunda koymuş olduğu ölçülere hayran kalmıştır. Yakut el-Hamevî'nin Mu'cemu'l-Udebâ'smda aynen şöyle denilmektedir:
«İshak b. Rahûye (Rahveyh)[10] der ki: Süfyan b. Uyeyne'nin yanında idik. Amr b. Dinar'ın hadîslerini yasıyorduk. 'Ahmea b. Hanbel geldi ve bana: Ey Ebû Yakub, kalk sana benzerini şimdiye kadar görmediğin bir zatı göstereyim, dedi. Kalktun, beni zemzem kuyusundan tarafa götürdü. Orada beyaz elbiseli,, esmer benizli, yakışıklı, gayet zekî bir zat vardı. Beni onun yanına oturttu. Sonra bu zâta hitaben: Ey Ebû Abdillah, İşte bu îshak b. aRhûye el-Hanzalî'dir, dedi. O da: Merhaba, diyerek beni selâmladı. Karşılıklı müzakerelerde bulunduk. Onda, beni şaşkına çeviren bir ilim gördüm. Meclisimiz Uzayınca Ahmed b. Hanbel'e: Kalk, o söylediğin zâta gidelim, dedim. Ahmed de; İşte: O zat budur, dedi. Ben de: Subhânellah! «ez-Zührî bize şöyle... rivayet etti» diye anlatan bir zatın yanından kalktım ve zannettim ki sen, beni, ez-Zûhrî gibi veya ona yakın bir zâtın yanma götüreceksin. Halbuki sen, beni bu delikanlının yanına getirdin, dedim. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel, bana. Ey Yakub'un babası, bu delikanlıdan (yani Şafiî'den) feyz al. Çünkü ben, bunun benzerini asla görmedim, dedi.»
Burada belirtmeliyiz ki, Ahmed b. Hanbel tahsile başladığı zaman fıkıh ve istinbat ilmini rivayet ilmi ile birlikte tahsil ediyordu. Yukarıda söylediğimiz gibi, tahisle Ebu Yusuf'un yanında başlamıştı. Daha sonra Şafiî ve diğerlerinden tahsil gördü. Şafiî ile 1.98 H. yılında Bağdad'ta tekrar görüşmüştü. Şafiî, ondan, kendisinin ortaya koyduğu mes'elelere muhalif olarak tesbit ettiği her hadîsi kendisine hatırlatmasını rica etmiştir. Şafiî, Mısır'a gittiği zaman, Ahmed b. Hanbel de onun yanına gitmek niyetinde idi. Fakat bunu gerçekleştirememiştir.
îşte böylece Ahmed b. Hanbel'de hadîs, sünnet ve rivayet fıkıhla birleşmiş oldu. îster önce fıkıh tahsiline başlasın, isterse hadîs ve sünnetten sonra fıkha dönmüş olsun, gerçek odur ki, Ahmed b. Hanbel tam manasıyla fıkha yönelmiştir. Bu konuda bşnim görüşüm şudur: Ahmed b. Hanbel, hadîslerin ihtiva ettiği fıkhı incelerken bu derin tetkikleri sayesinde fıkha yönelmiştir. O, sahâbîlerin fıkhını öğrenmek istiyordu. «el-Müsned» adlı kitabında her sahâbî için müstakil bir sened tahsis etmiştir. Ali b. Ebî Tâlib, Zeyd b. Sabit, Resûlüllah'ın Halîfesi Ebu Bekr, Müzminlerin Emîri Ömer b. el-Hattab —Radiyallâhu anhum— gibi fetva vermekle meşhur olan müctehid sahâbîler için ayrı ayrı tahsis ettiği senedlerle bu sahâbîlerin fıkhını incelemeye ve bunların fıkhının gaye ve maksatlarını anlamaya önem vermiştir. Bunlar ve Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr b. el-Âs gibi diğer sahâbilerin fıkhını tetkik etmek, şuurlu bir râvinin aklını keskinleş-tirir; zihnini açar ve ona derin fıkhî bir meleke kazandırır. îmam
Şafiî'nin istinbat ilmi için koymuş olduğu esasları Ahmed b. Hanbel'in öğrenmiş olduğu bunlara ilâve edilecek olursa, şüphesiz onun sünnet fıkhını tam olarak bilen bir fakîh olduğu ve görüşlerinde şeriatın doğru yolundan ayrılmasının imkânsızlığı kendiliğinden anlaşılır.
Bundan sonra Ahmed b. Hanbel, sahâbîlerin fıkhını incelemekle yetinmemiş, tabiîlerin fıkhını öğrenmiş ve fetvalarını toplamıştır. Tabiîler arasında re'y tarafı galip olanlar bulunduğu gibi, bir hadîs bulamayınca fikir beyan etmekten çekmen kimseler de vardı. Ahmed b. Hanbel, tabiîlerin fıkhında öyle fıkhı bir miras bulmuştur ki, kendisi de Kitab ve .Sünnet'te bir nass, yahut da sahâbî veya tabiînin herhangi bir fetvasını bulamadığı zaman bu mirasa uymuş, onların metoduna ve sahâbîlerden intikal eden metodlara göre hüküm çıkarmıştır.[11]
Ahmed B. Hanbel Farsça Bîlir Miydi?
Ahmed b. Hanbel'in ailesi Merv'den gelirken annesi ona hâmile idi. Annesi onu Bağdad'ta dünyaya getirmiştir. Ailesinin Uzun zaman Horasan'da oturduğu anlaşılıyor. Amcasının işinin de Horasan'la ilgili oluşu, bu ailenin farsça bildiğini göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel'in de farsça bildiği ve bu dili konuştuğu anlaşılmaktadır. Bu hususu Zehebî, Târih'inde anlatmaktadır. Rivayete göre Ahmed b. Hanbel'in teyzesinin oğlu Horasan'dan gelmiş ve onun yanma müsafir olmuştur. Ahmed b. Hanbel ona yemek getirmiş, Horasan ve oranın halkıyla ilgili şeyler sormuştur. Müsafiri, kendisinin dilini anlanıaymca, Ahmed b. Hanbel onunla farsça konuşmuştur.
Zehebi, bu olayı Ahmed b. Hanbel'in torunu Züheyr'den rivayet etmiş ve Züheyr'in bu olaya şahit olduğunu söylemiştir. Bu durumda bize düşen, bu haberi kabul etmektir. Çünkü, onu rivayet eden güvenilir bir kimse olup İmam Ahmed b. Hanbel'in ailesiyle yakınlığı bulunan bir şahıstır. Ayrıca bu haberi reddedecek elimizde herhangi bir delil de yoktur. Güvenilir bir kimsenin rivayet ettiği bir haber, ancak, rivayet bakımından daha kuvvetli veya daha sağlam bir delille reddedilir.[12]
Ahmed B. Hanbel'in Hadîs Rîvayetîne Ve Fetva Vermeye Başlayışı
Ahmed b. Hanbel, hadîsi, bütün muhaddislerden tahsil etmiş; Bağdad, Basra, Küfe, Mekke ve Medine ile yetinmemiş, Yemen'e dahi gitmiştir. Hattâ üstadı Şafiî'nin ardından Mısır.a da gitmeye niyetlenmiştir. Hadis ilmine sahip olan kimi işitmişse, gidip ondan hadîs rivayet etmiştir.
O, yalnız rvayet ilmiyle iktifa etmemiştir. Rivayet ilmi, onu derin bir fıkha ulaştırmıştır. Esasen ilk tahsil çağında fıkha karşı bir Cinsiyet kazanmış, din ile ilgili olan çeşitli ilimleri öğrenmiş ve bunların bâzısında oldukça derinleşmiştir. Bilhassa Kitab ve Sünnetle ilgili rivayet ve fıkıh üzerinde ihtisas sahibi olmuştur.
Böyle bir ilim adamının artık aldıklarım verme, yazdıklarını başkalarına yazdırma ve öğretme zamanı gelmişti. Fakat O, hadîs rivayetine ve fetva vermeye ancak kırk yadına ulaştıktan sonra başlamıştır. Acaba O, bu durumda Uz. Peygamber'e mi uyuyordu? Çünkü Peygamber (S.A.V.), ancak kırk yaşından sonra Peygamber olarak vazifelendirilmişti. Gerçekten insan kırk yaşma ulaştığı zaman, tam olgunluk çağma gelmiş olur, nefsî arzular bu çağda azalır, akıl ve irade yükselir. Ebu Hanîfe de, fetva vermeye ancak kırk yaşında başlamıştır.
Ahmed b. Hanbel, bizi yukarıdaki soruya cevap aramaktan kurtarmıştır. Çünkü bu soru, kendisine de sorulmuş, o da; «Hocaları hayatta iken hadîs rivayet etmediğini» söylemiştir. Bir çağdaşı, kendisine, Abdurrazzâk'tan rivayet ettiği hadîsleri yazdırmasını söylediğini, Ahmed b. Hanbel'in de, Abdurrazzâk sağ olduğu için bundan kaçındığını anlatır. Bu ifadelerde Ahmed b. Hanbel'in, niçin 204 H. yılından sonra hadîs rivayetine ve fetva vermeye başlamış olduğunu gösteren açık bir delil mevcuttur. Çünkü bu tarihte, İmam Şafiî Mısır'da ölmüştü. Böyle bir izahı, tarihî olaylar da desteklemektedir.
Burada söylemeliyiz ki Ahmed b. Hanbel, hadîs rivayetine ve fetvâ vermeye başladıktan sonra, hadîs ve fetva konusunda başvurulan bir kaynak olmuştur. Bu demek değildir ki, kendisine daha önce sünnetle ilgili bir soru sorulduğu zaman O cevap vermezdi. Zira, ilmi ketmetmek caiz değildir. Din; irşâd etmeyi, başkalarının bilmediklerini öğretmeyi ve Peygamber'in hadislerini yaymayı emreder. Ahmed b. Hanbel'in 198 H. yılında 34 yaşında iken Mescid-i Hayfda[13] kendisine sorulan bir meseleye fetva verdiği rivayet edilmiştir.
Buna göre Ahmed b. Hanbel'in, kırk yaşına varmadan önce de, mecbur olduğu zaman fetva verdiğini söyleyebiliriz. Çünkü zaruret, onu bazan bu işe zorluyordu. Ancak kendisine ilim tahsili için gelen talebelerine ders vermeye kırk yaşına değdikten sonra başlamış ve Peygamber'in Sünnetine uyarak kırk yaşından sonra irşâd ve fetva verme işini üzerine almayı bir vazife bilerek, mevcut boşluğu doldurmaya karar vermiştir.
Ahmed b. Hanbel'in iffet, nezahet ve takvası, insanlar arasında yayılmıştı. Herkes ona fıkıh -ve hadîs rivayeti için başvuruyordu. O da, bunlara mescidde cevap vermek zorunda kaldı. Şöhreti de, bunun üzerine gittikçe artmaya başladı. Bundan sonra Ahmed b. Hanbel, ileride açıklayacağımız ve onun nefsini olgunlaştıran sabır ve metanetinin derecesini gösteren mihnetlere uğramıştır. Fakat, bu mihnetler onu daha çok yükseltmiş, Allah ve insanlar katında değerini daha çok artırmış ve halka onu daha iyi tanıtmış, halk da onun adını dört yana yaymıştır. O, Allah yolunda insanlara karşı tevazu' gösterdikçe yüceliyordu.
Adının ilim, zühd ve takva ile birlikte yayılışı, dersinde izdihama sebep oldu. Bâzılarının rivayetine göre, onun dersini dinleyen-' lerin sayısı beşbin civarında idi. Bunlardan beşyüz kadarı dinlediklerini yazıyorlardı. Biz, bu kadar talebenin onun dersinde hazır bulunduğunu teslim edemeyiz. Fakat, buna yakın bir miktarda olduğunu söyleyebiliriz. Yahut, talebelerinin sayısı çok kabarıktı, diyebiliriz. Çünkü «Bin» kelimesi şüphesiz «pekçok» mânâsına da kullanılır. Ahmed b. Hanbel'in derslerini dinleyenlerin sayısı zikredilen sayının yansına, hattâ beştebirine dahi indirilse, yine de azımsanamaz ve onun Bağdad'taki mevkiini ve İslâm ülkelerinden kendisine tahsil için gelenlerin çokluğunu gösterir.
Ahmed b. Hanbel'den ders alanların ve işittiklerini yazanların çokluğu, ondan hadîs ve sünnet rivayet edenlerle onun fıkhını nakledenlerin çokluğunu gösterir.
Burada söylememiz gerekir ki, Ahmed b. Hanbel, faziletli muttaki; zühd, sabır ve metanet sahibi idi. Yukarıda dediğimiz gibi, insanlar, O'nu, bu meziyetlerinden dolayı dinlemek istiyorlardı. Şüphesiz onu dinlemek için gelenlerin hepsi ilim tahsil eden talebe değildi. Bir kısmı, Ahmed b. Hanbel'in meclisine, onu sevdikleri ve saydıkları için geliyorlardı. Bir kısmı da, onun yaşayışına göre yaşamak, onu tanımak, ahlâk, edep ve irşadından faydalanmak için geliyorlardı. Îbnul-Cevzî'nin Menakıbu'1-İmam Ahmed b. Hanbel adlı eserinde onun bir çağdaşından şöyle rivayet edilir: «Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'e oniki.sene gelip gittim, o çocuklarına el-Müsned'i okuturdu. Ondan bir tek hadîs yazmadım, ancak ona ahlâk ve irşadı için gelirdim.»
Öyle anlaşılıyor ki, onun iki türlü meclisi (ders halkası) vardı:
1 — Çocuklarıyla özel talebelerine hadîs anlatmak için evindeki meclisi.
2 — Hem talebelerinin, hem de halktan istiyenlerin hazır bulunduğu mescid'deki meclisi. Ahmed b. Hanbel'den hadîs yazan talebelerinin sayısı, mescid'de dersini dinliyenlerin ondabiri kadardı.
Zehebî, Ahmed b. Hanbeî'in mescid'deki derslerinin ikindiden sonra olduğunu söyler. Ebu Hanîfe'nin Küfe mescidindeki dersi de böyle idi. Çünkü ikindiden sonraki vakit, insanın dinlenmiş olduğu, ruhun safa bulduğu ve hayat meşgalelerinden kurtulduğu bir vakittir. Hadîs ve fetva bu vakitte anlatılırken, ruhlar dinlenmiş ve öğrenmeye hazırlanmış bir vaziyettedir. Yorgun ve bıkkın değildir. însanlar ruhî bakımdan hazır bulundukları zaman, dersin tesiri daha büyük ve daha derin olur.
Ahmed b. Hanbel'in derslerinde, dinleyicilerin ruhunda güzel bir tesir bırakan şu üç husus dikkati çekiyordu:
1 — Onun meclisine vakar, ciddiyet, tevazu ve ruhî hUzur hâkim idi. Kendisi şaka ve alay eüneyi sevmezdi. Çünkü ciddî olmak gereken bir yerde şaka etmek, akıl kıtlığından ileri gelir. Böyle bir durumda alay etmek, saçmalıktır. Dersinde hazır bulunanlar bu durumu gözönünde tutarlar ve onun meclisinde, ders vermiyor olsa dahi, şakalaşmazlardı. Ebu Nuaym, Halef b. Sâlim'den şöyle rivayet etmiştir: «Biz, Yezid b. Harun'un meclisinde idik, Yezid şaka yaptığı için Ahmed b. Hanbel kalkıp gitti. Yezid bunun üzerine eliyle
alnına vurdu ve Ahmed'in burada olduğunu bana bildirseniz ya! Tâ ki şaka yapmıyayım, dedi.»[14]
2 — Ahmed b. Hanbel, dersinde ancak hadîsleri rivayet etmesi istendiği zaman anlatırdı. Böylece hadîs rivayetine rağbet artıyordu. O, bir hadis rivayet edeceği zaman kendi yazdığı kitaplardan rivayet ederdi. Râvîlerden almış olduğu hadîsleri anlatırken yanhş olur korkusuyla hafızasına asla itimad etmezdi. Peygamber'in söylemediği şeyi rivayet etmemek için mecbur kalmadıkça ve hadîsin metninden emin olmadıkça ezberden hadîs rivayet etmezdi. Öyle ki talebeleri, kitab'a başvurmaksızın okuttuğu hadîsleri saymışlar ve bunların yüz adedi aşmadığını görmüşlerdir.
Zehebi'nin Tarih'inde, Ahmed b. Hanbel'in talebesi Mervezî'den şöyle rivayet edilir: «Herhangi bir mecliste hiçbir fakir görmedim ki o, Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'in meclisindeki gibi kıymetli olsun. Ahmed b. Hanbel, tamamen fakirlerle ilgilenirdi- Dünya ehli ile ilgilenmezdi. Aceleci değildi. Çok mütevazı idi. Vakar ve ciddiyet sahibi idi. İkindiden sonra dersine oturur ve kendisine birşey sorulmadıkça konuşmazdı.»[15]
3 — Ahmed b. .Hanbel, ancak hadîslerin yazılmasına müsaade ederdi. Hattâ hadîs rivayet ve nakli için îslâm memleketlerinde dolaşırken kendi nefsini mecbur ettiği gibi, hadîsleri yazmaya talebelerini de mecbur ederdi.
Verdiği fetvalara gelince, bunların yazılıp nakledilmesini menederdi. Ona göre yazılmayı icabeden din ilmi, ancak Kitab ve Sünnettir. Bundan başkası yazılmaz. İşte fetvalarının yazılmasını bu sebeple menederdi. Birisi kendisine, Irak fakîhlerinden re'y taraftarlarının kitapları yazılabilir mi? diye sordu. Ahmed b. Hanbel, hayzr, dedi. Soran kimse; İbnu'l-Mübârek onları yazmıştır, deyince, Ahmed b. HanbeŞ; «Îbnu'l-Mübârek gökten inmedi, biz ilmi yukardan almakla emrolunduk.» dedi. Hattâ O, muhaddisleri Şafiî'nin kitaplarını yazmaktan bile menederdi. Halbuki O, îmam Şafiî'ye hocası nazarıyla bakar ve gönlünde ona büyük bir yer verirdi. Ahmed b. Han-bel'e göre Kitab ve Sünnetten başka din ilmi konusunda yazılarak gelecek nesillere nakledilmeye lâyık bir şey yoktur. Çünkü, ilim adamlarının sözleri zamanlarına ait olup çağlarına mahsus olan müşkillerin hallinden ibarettir. Bunların gelecek nesillere intikalinde bir faide yoktur. Yazılması da önemli değildir. İnsanlara İntikali gereken şey, Kur'ân ilmiyle Peygamber, Sahâbiler ve Tabiîlerin ilmidir. Yalnız bu ilimlerin saf bir şekilde intikali gerekir. Âlimleri ve kişileri isimlerine göre taklit etmek gerekmez.
Fakat, bu konuda çok ileri gitmiş olan Ahmed b. Hanbel'i Allah, istemediği bir şeye mâruz bırakmıştır. Yâni talebeleri, kendisinden kocaman ciltler halinde kitaplar rivayet etmişlerdir.
Ahmed b. Hanbel, kendisinden öncekilerin meşgul olmadığı bir şeyle uğraşmamıştır. Kendisinden öncekiler Kitab ve Sünnet ilmi ile, fetva ile, Kitab ve Sünnet'ten faydalanarak müslümanlara dinî meselelerini öğretmekle uğraşmışlardır. Akidenin de kaynağı sadece Kitab ve Sünnettir. Dolayısıyla Kitab ve Sünnet'tn bildirmiş olduğu şeyler, inanılması gereken akideyi teşkil eder. Akîde veya diğer İslâmî ilimlerin delil ve kaynağı, Allah'ın Kelâmı ile Resûlullâh'ın Sünnetidir. Sırf akıl yoluyla akideden bahsedilemez; elbette akîde nakil ile izah edilir ve bu konuda naklin dışına çıkılamaz. Ahmed b. Hanbel devrinde akaid konusunda çok söz ediliyordu. Fakat, Kitab ve Sünnetin metoduna uyulmuyordu. Akîde ile ilgili cebr ve ihtiyar (irade) konusunda münakaşalara girişiliyordu. Allah'ın Kur'-ân'da zikredilen isimleri, Allah'ın sıfatları olup, zâtından ayrı mıdır, yoksa zâtının aynı mıdır? Allah'ın kelâm sıfatı var mıdır. Kur'ân kadîm mi, yoksa mahlûk mudur? İşte kelâmcı (mütekellim) denilen âlimler bu gibi meseleler üzerinde tartışıyorlardı.
Ahmed b. Hanbel, bunların yaptığını yapmadı; derslerinde asla bunların sözlerinden bahsetmedi. Esasen O, bunları sapıklardan sayardı. Bir kimse kendisine mektup yazarak, kelâmcüarla münazara hakkında sormuş, O da şu cevabı vermiştir:
«Allah, senin sonunu iyi eylesin. Bizim, işittiğimiz ve ulaştığımız kimselerden gördüğümüze göre onlar kelâm konusundan hoşlanmıyordu, sapıklarla düşüp kalkmıyorlardı. Mesele, önünde sonunda Allah'ın Kitabına teslim olmak ve bundan öte gitmemektir. İnsanlar, kitap yazmaktan ve bidatçılarla düşüp kalkmaktan hoşlanmamaktadırlar. Böylece onlar, bid'atçüann din konusunda insanın içerisine soktuğu şüpheleri reddediyorlardı.»[16]
İşte Ahmed b. Hanbel'in tuttuğu yol, böyle bir yol idi. Elbette onun bu tutumunu devrin Abbasî Hükümeti teşvik etmiyordu. Bu çağ da Abbasî Hükümetinin başında Abdullah el-Me'mun b. Harun el-Reşîd bulunuyordu. Bu Halîfe, kendisini mu'tezilî âlinılerden sayıyordu. O Mu'tezile mezhebini desteklemek için münazaralar düzenliyor ve Kur’an’ın mahluk olup olmadığına dair mühaddislerden bir kımına bu görüşü kabul ettirmek için zor kullanmaya başlamıştı.Dâru-s-Selam (Bağda)ın İmamı Ahmed b. Hanbel de, işte bu yüzden işkenceye uğramıştır.[17]
Mihneti, Mihnetinin Sebep Ve Devreleri
Kur'ân-ı Kerîmin mahlûk (yaratılmış) olup olmadığı üzerinde birçok söz söylenmiştir. Bu meselenin ortaya atılışında Emevî hanedanının maiyetinde bulunan hristiyanlarm rolü büyük olmuştur. Bunların başında Yuhannâ ed-Dimaşkî gelir. Bu şahıs, İslâm alemindeki hıristiyan âlimleri arasında müslümanları dinlerinde şüpheye düşürecek münazara usûllerini yayıyordu. Müslümanlar arasında da Peygamberleri hakkında yalanlar uyduruyordu. Meselâ Peygamber (S.A.V.), Zeynep Binti Cahş'a âşık olmuş, diyordu. Keza, Kur'-ân'da bildirildiğine göre, îsâ, Allah'ın oğludur ve Meryem'e ilka' ettiği kelimesidir, diyordu. Yine O, Müslümanlar arasında Allah'ın kelimesinin kadîm olduğunu yayıyor ve onlara; Allah'ın kelimesi kadim midir, değil midir? diye soruyordu. Müslümanlar: Hayır, diye cevap verirlerse, O'nun kelâmı olan Kur1 ân da mahlûktur demiş oluyorlardı. Allah'ın kelimesi kadîmdir, derlerse, îsâ'nm .da kadim olduğunu iddia ediyordu.[18] Bunun üzerine müslümanlardan; Kur'ân mahlûktur, diyerek onların hilesini reddetmek isteyenler olmuştur. Meselâ, Ca’d b. Dirhem[19], Cehm b. Safvân ve Mu'tezililer; Kur'ân mahlûktur, demişler, Halife Me'mun da bu görüşü benimsemiştir.
212 H. yılında adı geçen Halîfe, Kur'ân'm mahlûk olduğu görüşünü hak nıezheb olarak ilân etmiştir. Bu maksatla münazara meclisleri tertiplemiş ve bu konuda kesin delil olarak kabul ettiği şeyleri ortaya atmıştır. Fakat, bu konuda münakaşayı serbest bırakmış ve insanların düşüncelerinde hür olduklarını söylemiştir.
Lâkin 218 H. yılında —kendisi bu yılda ölmüştür— bu fikri insanlara zorla kabul ettirmeye karar vermiştir. Gariptir ki, bu işe kendisi Bağdad'ın hâricinde iken başlamıştır. Bu uğurda mücahid olarak ortaya atılmış ve bulunduğu Rakka şehrinde bu maksatla bir kısım mektuplar yazmış ve bu mektupları Bağdad'taki vekili bulunan îshak b. İbrahim'e göndererek, halkı, Kur':n'm mahlûk olduğu görüşünü benimsemeye teşvik etmiştir. Bu. mektupları Mu'tezile üs-tadlarından ve fakîhlerle muhaddislerin amansız düşmanı olan Ah-med b. Ebî Düâd (öl. 240 H)'m yazdığı tahmin edilmektedir. Bu maksatla dînî baskı, önce devlet dairelerindeki vazifelerden hiçbirine, bu görüşü kabul etmiyenleri tâyin etmemekle başlamış ve hiçbir meselede bu görüşü benimsemiyenlerin şahitliği kabul edilmemiştir. Birinci mektupta şöyle denilmektedir:
«Onlara (kadılara) bildir ki, Emîru'l-Mü'minîn, işinde kimseden yardım istememektedir. Raiyyesinden vazifeye tâyin ettiği kimselerden dînî, îmanı ve tevhîd konusundaki ihlâsına güvenilmeyen kimselere, itamat etmemektedir. Eğer onlar, bu görüşü ikrar ederler, Emîru'l-Mâ'minîn'e uyarlar, hidâyet ve kurtuluş yolunda olurlarsa, onlara, insanlar için şahitlik edecek kimselerin Kur'ân hakkındaki düşüncelerini tesbit etmelerini; Kur'ân yaratılmıştır, sonradan meydana gelmiştir, diye ikrar edip bu görüşü kabul etmiyenlerin şahitliğini dinlememelerini emret.»[20]
Bu mektuptan anlıyoruz ki, onun bu görüşünü kabul etmiyenlerin cezası menfî (olumsUz) bir cezadır, müsbet (olumlu) bir ceza değildir.
Fakat iş, böyle menfî bir vaziyet alışla kalmamış, tersine, bâzı insanları sıkı imtihanlar geçirmeye sebep olacak kadar ileri gitmiştir. Bu insanlara, Kur'ân hakkındaki görüşleri soruluyor, Hâlifenin ileri sürdüğü görüşü kabul etmezlerse, elleri kolları bağlanıp Emîru'l-Mü'minîn'in ordugâhına sevkediliyorlardi. Çünkü o mektupta[21] fakih ve muhaddislerin imtihan edilmesi de emrediliyordu. Onlardan bu görüşü kabul etmiyenler, prangaya vurularak Halîfenin yanma gönderilecek ve bu görüşü benimseyenler de, fetva vermeye ve hadîs rivayetine devam edeceklerdi.
Bağdad'ta Halîfenin vekili kendisine verilen emri yerine getirmek için derhal harekete geçti. Fakih ve muhaddisleri çağırttı. Aralarında Ahmed b, Hanbel de vardı. Onlara, istenileni yerine getirmezlerse işkence ve ceza göreceklerini ve hiçbir tereddüt gösteril-meksizin Me'mun'un arzusuna göre muhakeme edileceklerini söyleyerek,'tehditler savurdu. Fakîh ve muhaddisler istenileni yerine getirdiler ve Kur'ân hakkında bu mezhebi benimsediklerini ilân ettiler. Ancak dört kişinin kalbini Allah bundan korudu. Onlar cesaret ve ısrarla inançlarından fedakârlık etmediler. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, el-Kavârîrî ve Seccâde'dir.[22] Bunlar yakalanıp elleri kelepçelendi, ayaklarına zincir bağlandı. Ertesi gün olunca Seccade, Halîfenin vekili îshak'm emrini kabul etti ve bağları çözülerek serbest bırakıldı. Diğer üçü inançlarında direndiler. Öbürgün olunca aynı soru tekrar edildi ve cevap istendi. el-Kavâvîrî'nin tahammülü bitmişti. İstenilen cevabı verdi ve bağları çözülerek o da serbest bırakıldı. Geriye iki kişi kalmıştı. Allah onlarla beraberdi. Bunlar, zincirlerle bağlı olarak Tarsus'taki el-Me'mûn'unun hUzuruna gönderildi. Yolda Muhammed b. Nuh şehid oldu. Ahmed b. Hanbel, tek başına inancı uğruna işkence ve zulme göğüs geriyordu. Fakat halinden memnundu. Ahmed b. Hanbel yolda iken Me'mun'un ölüm haberi geldi. Fakat Halîfe, dünyadan ayrılırken kendisinden sonrakilere bir vasiyetname bırakmış ve bunda fakihlerle muhaddis-lere, Kur'ân'm mahlûk olduğunu söyleyinceye kadar işkenceye devam edilmesini vasiyet etmiştir. Bu vasiyetnamede şunlar yer almıştır.
«İşte bu, Emîru'l-Mü'minîn Abdullah (el-Me'mun) b. Harun er-Reşîd'in yanında bulunanların hepsini şahit kıldığı şeydir. O, kendisi ve yanmdakilerin hepsi şöyle şahadet etmişlerdir: Allâhu Teâlâ birdir, O'nun mülkünde ortağı da yoktur. İşlerini kendisinden başka bir tedbir eden de yoktur. O, Halik (Yaratıcı) dır, O'ndan başka her şey mahlûktur. Kur'ân da, her şey gibi mahlûktur. Hiçbir şey Allah'a benzemez.» Bu vasiyetnamede kendisinden sonra Halîfe olan kardeşi el-Mu'tasım'a şöyle hitabetmektedir: «Ey îshak'm babası, bana yakın ol, gördüklerinden ibret al, Kur'ân'm yaratılmış olması konusunda kardeşinin yolundan git.»
İşte bu yüzden Ahmed b. Hanbel ve inançlarından ayrılmayan diğer fakîh ve muhaddislerin uğradığı mihnet Uzayıp gitti. Bu mihnet Me'mun'un 218 H. yılında ölümüyle sona ermedi, daha da yaygın bir hal aldı ve ıstırap arttı, daha çetin ve daha şiddetli devrelere girdi. Me.mun'un vasiyetleri arasında, insanların şiddet ve baskıyla Kur'ân'ın mahlûk oluşunu kabule zorlanmaları ve Ahmed b. Ebi
Düâd'ın[23] (öl. 240 H.) görevinde kalması yer alıyordu. İşte bu belânın başı o idi. İşkence etmek için Halîfeyi o kışkırtıyordu. Hattâ Halifenin mektuplarını o kaleme alıyordu. Ölüm hastalığında iken Me'mun'un iradesine hâkim olan o idi. Nihayet Halîfe onun tesiriyle bu emirleri vermiş ve bu vasiyetlerde bulunmuştur.
Âhmed b. Hanbel, zircirlerle bağlı olarak kendisine getirilirken Me'mun ölmüştü. Ölüm haberi ilân edilince Ahmed b. Hanbel Bağdad'a geri getirildi. Hakkında yeni bir emir çıkıncaya kadar zindanda kaldı. Sonra Halîfe Mu'tasım (öl. 227 H)'ın hUzuruna çıkarıldı. Ürkütülüp korkutulmak için her türlü yola başvuruldu. Fakat hiçbirisi fayda vermedi. Ahmed b. Hanbel'in hiçbir şeye aldırmadan inancında sebat etmesi üzerine tehditler gerçekleştirildi. Onu nöbet nöbet kırbaçlamaya başladılar. Her defasında bayılmadıkça bırakmıyorlardı. Öyle ki kılıçla dürtüldüğü zaman bile bir şey hissetmiyordu. Bu ameliye, fasılalarla tekrarlanıyordu. 28 ay kadar zindanda bu işkence devam etti. Ümitleri kesilince onu serbest bırakarak evine iade ettiler. Fakat îmanı Ahmed b. Hanbel, zindanda Uzun bir zaman kalışı, çok şiddetli bir şekilde durmadan dövülüşü ve vücudundaki yaralar sebebiyle yürüyecek bir halde değildi. Lâkin O, yine de mUzafferdi.
Ahmed b. Hanbel, yaraları iyi olup mescide gelme imkânına kavuşuncaya kadar ders ve hadîs okutmaktan mahrum kaldı. İyileşince fetva ve hadîs derslerine başladı. Uğradığı mihnet, insanların onu daha çok takdirine sebep oldu. Onu dinlemek için daha çok rağbet ettiler ve onun derslerine koştular. Mu'tasım'dan sonra el-Vâsık (öl. 232 H.) Halîfe oldu. İşkence vasiyetnamesi yürürlükte idi. Bu sebepten Âhmed b. Hanbel'e tekrar mihnet çektirmeye başladılar. Fakat bu sefer, Ahmed b. Hanbel'in Mu'tasım devrinde olduğu gibi kırbaçla dövülmesi emredilmedi. Çünkü bu, halk nazarında onun mevkiini çok yükseltiyor ve Halîfenin fikrinin yayılmasına engel oluyordu. Fikirler, baskı ve zorla yayılmaz. Üstelik ona yapılan işkence, halkın nefretine sebep oluyor ve bu kötülüğün anası olan ı Ahmed b. Ebî Düâd gibi milletin başbelâsmdan intikam almak duygusunu şiddetlendiriyordu. Ahmed b. Hanbel'in karşılaştığı yeni mihnet, onu insanlarla düşüp kalkmaktan, hadîs rivayet etmekten ve fetva vermekten alıkoymaktı. el-Vâsık, ona şöyle demiştir:
«Senin yanma hiçbir kimse gelmeyecek ve sen benim bulunduğum hiçbir yerde oturmayacaksın!» Bunun üzerine İmam Ahmed b. Hanbel, el-Vâsık ölünceye kadar köşesine gizlenmiştir.[24] el-Müte-vekkil (öl. 247 H.) Halîfe olunca bu mihneti kaldırmış, fakîh ve muhaddislere yakınlık göstermiş, Mu'tezilîleri de saraydan uzaklaştarak ellerindeki imkânları almıştır.
Tarihin hakkını yerine getirmek için söylemeliyiz ki, fitne (mihnet) umumî idi. Ahmed b. Hanbel'e mahsus değildi. Diğer fakîh ve muhaddislere de şâmildi. Bunlar arasında İmam Şafii'nin talebesi el-Buvaytî de vardı. O da bu uğurda zindana atılmıştı.[25]
Rivayete göre ömrünün sonuna doğru el-Vâsık bu İşten usan-mıştır. Çünkü bu iş, onu bazan çok gülünç bir duruma düşürüyordu. Söylendiğine göre, kendisiyle alay etmek için komik birisi hUzuruna girmiş ve' Ey Emîru'l-Mü'minin, Kur' ân hususunda Allah senin ecrini artırsın (yâni başın sağolsun), demiş. el-Vâsık da: Vay haline! Kur'ân öldü mü? diye sormuş. O şahıs da: Ey Emiru'l-Mü'minîn, her mahlûk ölür. İnsanlar teravih namazım ne ile kılacaklar? diye cevap vermiş. Bunun üzerine Halîfe gülmüş ve: Allah seni kahretsin, sus, demiştir.
Demiri, Halîfe eKVâsik'm hayatının sonuna doğru işkenceden vazgeçtiğim teyid sadedinde şöyle rivayet eder: Kur'ân'ın yaratılmış olup olmaması meselesinden işkence gören bir bilgin, el-Vâsık'ın hUzuruna gelmiş ve Ahmed b. Ebi Düâd ile mücadeleye tutuşmuş ve bu mücadele sırasında şöyle demiştir:
«Öyle bir şey ki, ona, ne Allah'ın Elçisi, Ne Ebû Bekr, ne Ömer, ne Osman ve ne de Ali (R.A.) davet etmiştir. Sen, insanları ona davet ediyorsun. Onlar ya bunu biliyorlardı veya bilmiyorlardı diyebilirsin. Eğer onlar biliyorlardı, fakat söylemediler dersen, bu konuda sana da bana da susmak düşer. Fakat onlar bilmiyorlardı, ben biliyorum, dersen (Ahmed b. Ebî Düâd'a hitaben), ey hayvan oğlu hayvan, Peygamber ve Hulefâ-i Raşidîn'in bilmediği şeyi sen mi biliyorsun?» demiştir. Bu sözü işitince el-Vâsık yerinden sıçramış ve aynı kelimeleri tekrarlamaya başlamıştır. Bunun üzerine o bilgini affetmiş ve bu işkenceden vazgeçmiştir.
İşte bunlar, bütün mihnet tarihini özetleyen kısa ifadelerdir. Bu tarih, muttaki İmam Ahmed b. Hanbel için çok sıkıcı geçmiştir. 14 sene kadar O, böyle üzücü bir hayat yaşamıştır. Bu 14 yılın en az yansı işkence ile geçmiştir.
Ahmed b. Hanbel, namaz kılmak için camiye dahi gidemiyordu. Bak : Muhammet! Ebû
Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir.- Bu büyük mü'min için, görünüşte onların re'yine muvafakat ederek ve doğru bildiği şeyi kendi içinde gizleyerek, hem nefsini işkenceden kurtarmak, hem de fetva ve hadis rivayetini aksaİmamak daha iyi olmaz mı idi? Çünkü kendi inancında açıkça direnmesi, Kur'ân'ın yaratılmış olduğunu söylemesinden çok daha zararlı olmuştur. Halbuki Kur'âri yaratılmıştır, demek, insanı kâfir de etmez. Belki, Kur'ân yaratılmıştır dememek, istidlal ve tetkik bakımından ona göre daha sağlam bir yoldur.
Buna şöyle cevap verilebilir: İslâmî hükümlerin tatbik edildiği bir İslâm diyarında takiyye (inancını korktuğu için gizleme), emri bi'1-ma'ruf ve nehyi ani'I-münker esasına aykırı düşer. Ahmed b. Hanbel gibi hadîs ve fetvada büyük bir mevki işgal eden kimse için susmak caiz değildir, iyiliği emr ve kötülüğü nehyetmek, onuiı vazifesidir. İsterse bu uğurda O, en ağır işkenceye uğrasın, görüşünde ısrar etmesi gerekir. Müslümanların iktidâ ettiği İmamlar için takiyye caiz değildir. Çünkü bu, insanların sapıtmasına sebep olur. Öte yandan İmamlar, inançlarına muhalif olan şeyleri söylerse halk tabiatıyla onların kalblerinin içini bilmemektedir onlara uyar, söylediklerini hakikat sanır ve böylece fesat umumileşmiş olur. Kanaatimizce bu yüzden îmanı Ahmed b. Hanbel'in işkenceye sabretmesi daha iyi olmuştur. Gerçi işin başında biz, onun düşüncesine katılmamıştık.[26]
Kur'ân'ın Yaratılmış Olup Olmamasıhakkında Ahmed B. Hanbel Ve Diğerlerinin Görüşleri
Bu mihnet hikâyesini burada bırakıp Ahmed b. Hanbel'in görüşüyle Mu'tezilîlerin görüşlerinin hakîki mahiyetini anlaİmamız daha iyi olacaktır.
Mu'tezilîler, Kur'ân'ın yaratılmış olduğunu söylüyorlardı; onlara göre, Kur'ân'ın yaratılmış olması, onun Allah kelâmı ve Peygam-ber'in mu'cizesi oluşuna engel teşkil etmez. Çünkü onu yaratan ve Peyganıber'e vahiy suretiyle gönderen Allah'dır. O, Kur'ân'ı Peygamber'ine parça parça 23 senede, beşer kudretinin üstünde bir kitap olarak göndermiştir. Bütün insanlık birleşerek bu kitabın bir benzerini yapmak isteseler, bunu gerçekleştiremezler. Mu'tezilîlerin Kur'ân'ın yaratılmış olduğuna dair ileri sürdükleri deliller şu üç esasa dayanır:
1 — Allah'dan başka her şey mahlûktur. Sonradan yaratılmıştır. Şüphesiz Kur'an da, Allah'dan başka bir şey olduğuna göre, o da ancak mahlûk olabilir.
2 — Kur'ân, insanlar tarafından okunan (telâffuz edilen) harf ve kelimelerden meydana gelmiştir. Bu harf ve kelimeler olmaksızın Kur'ân var olamaz. Bu da, onun ancak yaratılmış olduğunu gösterir. Çünkü hem okunurken, hem de yazılırken yaratılmış olan harf ve kelimelere dayanmaktadır.
3 — Kur'ân'ın mahlûk olmadığı farzedilince kadim olması gerekir. Çünkü yaratılmamış bir şeyin başlangıcı yoktur. Başlangıcı olmayan bir şey de, ancak kadîm olabilir. Kur'ân'ın kadîm olduğu kabul edilirse kadîm olan varlıklar birkaç tane olur. Bu da hıristi-yanların Uz. Isâ hakkında ileri sürdükleri görüşe benzer.[27]
Mu'tezilîlerin görüşlerini haklı göstermek için şöyle söylenebilir.Yuhannâ ed-Dimaşkî; İsâ, Allah'ın Meryem'e ilkâ ettiği bir kelimesi olup O'nun ruhundandır, diyerek müslümanlan sapıtmaya çalışıyordu. Allah'ın kelimesi mahlûktur, denilirse onun bu gayreti boşa gidecekti. Dolayısıyla, Allah'ın sözü olan Kur'ân da mahlûktur, demek suretiyle bu hıristiyan propagandaları önlenecek ve onların silâhları kendilerine çevrilmiş olacaktı. Evet, Hıristiyanların delilleri bâtıldı; çünkü Uz. îsâ hakkında Allah'ın kelimesi (sözü) demek, onu Allah, sırf «ol = kün» kelimesiyle yaratmıştır demektir. Yâni Allah, Uz. İsa'yı, diğer canlıların yaradılışına hâkim olan kanunlara göre yaraİmamıştır.-Isâ, Allah'ın rûhundandır demek de, Allah İsâ'-nın ruhunu doğrudan doğruya kendi emriyle yarattı ve diğer canlıların yaradılışmdaki sebepleri kullanmadı demektir. Çünkü sebepleri yaradan da Allah'dır ve O, şüpnesiz bütün sebeplerin üstündedir. «O, dilediğini yapar»[28] Allah'ın kudreti yüksek ve iradesi sonsuzdur.
İşte bu konuda Mu'tezilîlerin görüşleri bundan ibaret olup ileri sürdükleri deliller açıktır. Öyleyse bu konuda Ahmed b. Hanbel'in görüşü nedir? Bu soruya cevap verirken önce şunu belirtmeliyiz: İmam Ahmed b. Hanbel, bu gibi meselelere dalmak istemiyordu. Nitekim selef-isâlih de böyle meselelere girmemiştir. Çünkü Ahmed b. Hanbel, ilim olarak selef-i sâlihin ilmini kabul ediyordu.Onların tartışma konusu yaptığı meseleleri o da tartışıma konusu yapıyordu. Onların dalmadığı konuları bid'at sayıyor ve bu gibi konulardan kesin olarak uzak duruyordu. Kur'ân'm yaratılmış olup olmaması da selef-i sâlihin üzerinde münakaşa etmediği bir meseledir. Dolayısıyla, Ahmed b. Hanbel de, bu mesele üzerinde hiçbir şey söylemiyordu. Ona göre bu mesele üzerinde konuşanlar bid'atçı kimselerdir. Kendisi de bunların ardından gitmek mecburiyetinde değildir.
Burada bâzı bilginler, bu meselede Ahmed b. Hanbel'in tevakkuf ettiğini, asla bir şey söylemediğini ileri sürerler ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen aşağıdaki sözlerle de, bu görüşlerini desteklemeye çalışırlar. Rivayete göre Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:
«Kelepçe ve zincirlere dayanamadığını için oturdum. Biraz durduktan sonra yanımdakine: Konuşmama müsaade eder misiniz? dedim. Bunun üzerine o: Konuşabilirsiniz, dedi. Ben de: Allah'ın Resûlü insanları neye davet etmiştir? diye sordum. O da: Allah'dan başka Tanrı olmadığına ve Uz. Muhammed'in Allah'ın Elçisi olduğuna şehâdet etmeye, namazı kılmaya, zekâtı vermeye, Ramazan orucunu tutmaya ve ganimetin beşte birini vermeye davet etmiştir,
dedi.»[29]
Ahmed b. Hanbel'in bu sözü, Kur'ân'ın yaratılmış olup olmaması meselesinde hiçbir şey söylemediğini gösterir.[30] Ayrıca Ahmed b. Hanbel'den şu söz de rivayet edilmiştir: «Bir kimse, Kur'ân'ın mahlûk olduğunu iddia ederse o cehmîdir.[31] Bit kimse, Kur'ân'ın mahlûk olmadığını iddia ederse o da bid'atçıcîır.»
Âlimlerden bir kısmı da şöyle demiştir: Ahmed b. Hanbel'e göre Kur'ân harfleri, kelimeleri, ibare ve mânâları ile birlikte mahlûk değildir. Bu görüşlerine delil olarak onlar, Ahmed b. Hanbel'in, Halîfe Mütevekkil tarafından kendisine Kur'ân hakkındaki görüşü sorulduğu zaman cevap olarak yazdığı mektubu ileri sürmüşlerdir. Bu mektupta aynen şu sözler vardır:
[Allah Kur'ân'da: «Eğer müşriklerden birisi senden eman dilerse ona eman ver, tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin.»[32] ve «Bilesiniz ki yaratma (halk) da, emir de O'na mahsustur.»[33] buyurmuş ve emrin de, yaraİmanın da kendisine ait bulunduğunu, emrin yaratmadan başka bir şey olduğunu haber vermiştir.!
İşte yukarıdaki mektupta yer alan bu ifadelere göre Ahmed b. Hanbel, yaratma ile emir arasında bir fark bulunduğunu, Kur'ân'ın Allah'ın emrinden, kelâm ve ilminden olduğunu, yaratmasından olmadığını göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel, Kur'ân'ı mahlûk saymamaktadır.
Yine söz konusu mektupta şöyle denilmektedir: «Geçmiş (selef) lerimizin birçoğundan rivayet edildiğine göre onlar; Kur'ân Allah kelâmıdır; mahlûk değildir, demişlerdir. Ben bu görüşe uyuyorum, kendimden bir şey söylemiyorum. Bu konuda konuşmayı lüzumsUz görüyorum. Ancak Allah'ın Kitabında, Peygamberin Hadîsinde, Sa-hâbî ve Tabiîlerden nakledilen haberlerde ne varsa ben onları anlatıyorum. Bunların dışındaki meseleler üzerinde konuşmak hoş kaçmaz.»
Ahmed b. Hanbel, bu mektubu mihnet'den kurtulup hüzura kavuştuktan sonra yazmıştır. Bu mektuptaki açık ifadeye göre Âhmed b. Hanbel, şüphesiz ki Kur'ân'ın yaratılmış olmadığını benimseyenlerin görüşlerinin doğru olduğunu söylemektedir.
Ahnıed b. Hanbel'e ait.olduğu rivayet edilen bu iki görüşü birleştirmek için şu iki hakikati açıklamamız gerekir:
1 — Ahmed b. Hanbel, önceleri Kur'ân'ın mahlûk olup olmadığını söylemekten çekinmişti. Çünkü bu hususta konuşmayı bid'-at sayıyordu. Fakat, mihnet'den kurtulduktan sonra eski çekimserliğinde devam edemezdi, iki görüşten birini benimseyip desteklemesi gerekirdi. Mütevekkil de ondan bunu istemişti. Bunun üzerine kendisi için daha doğru gelen görüşü tercih etmiştir. Bu da, Kur'ân'-m yaratılmamış oluşudur. Bunun mânası, Kur'ân'm kadîm olması demek değildir. Çünkü Ahmed b. Hanbel'den Kur'ân'ın kadîm olduğuna dair hiçbir şey intikal etmemiştir. Ancak O, Allah kelâmı olan ve Allah'ın ilmine dâhil bulunan Kur'ân için mahlûktur demeyi kendisine yakıştıramamıştır. Zira Allah, Kur'ân'ı yaratması değil, kendi kelâmı ve emri olmak üzere zâtına nisbet etmiştir.
Eğer biz; bütün bu mihnetlere sebep teşkil eden ihtilâfın, sadece isim verme üzerinde olduğu sonucuna varırsak, aradaki fark basit bir şey olur.
2 — Ahmed b. Hanbel, hayatının sonuna doğru yukarıdaki görüşe sahip olmakla beraber bu mevzuda münakaşa yapılmasını menederdi. el-Me'mun'a gönderdiği bir mektubunun başında Peygamber (S.A)'den ve sahâbîlerden birçok rivayetleri zikrettikten sonra, Peygamber (S.A.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Kur'ân üzerinde münakaşalara girmeyiniz. Çünkü bu konuda münakaşa etmek küfürdür.»
Yine Ahmed b. Hanbel, bu mektubunda İbni Abbas'ın Kur'ân üzerinde münakaşa etmekten çekindiğini ve kendisine Emîru'1-Mü'minîn (Hz. Ömer) bunun sebebini sorduğunda şöyle cevap verdiğini rivayet eder[34]: Ey Emîr'ul-Mü'minîn, insanlar ne zaman bu konuda münakaşaya girişirlerse herkes kendisinin haklı olduğunu iddia eder, herkes kendisinin haklı olduğunu iddia edince birbiriyle çekişmeye başlar, birbiriyle çekişmeye başlayınca ihtilâfa düşer, ihtilâfa düşünce de kavgaya tutuşurlar.» Halîfe Ömer (R.A.) de; «Babana rahmet, vAllahi ben de bunu[35] insanlardan gizliyordum, nihayet onu sen getirdin (söyledin).» dedi.
Böylece biz, Ahmed b. Hanbel'in Kur'ân'ın mahlûk olmadığı görüşünde karar kıldığı neticesine varmış oluyorUz. Ahmed b. Hanbel'in sözleri arasında Kur'ân'ın kadîm oluşuna dair de bir şey mevcut değildir. Fakat Kur'ân'ın kadîm olduğunu, ondan sonra söyleyenler mevcuttur. Ahmed b. Hanbel, bu konu üzerinde münakaşa edilmesini de caiz görmezdi. Kendisi de böyle bir münakaşaya girişmezdi. Ancak, el-Mütevekkilin isteği üzerine Kur'ân'm mahlûk olmadığı görüşünü açıklamıştır. Çünkü selef-i sâlihin, Kur'ân mahlûkitur, dediği varit değildir. Ayrıca Kur'ân, Allah'ın emri ile alâkalıdır. Allah'ın emri de yaratmasından başkadır.
Fakat, Kur'ân kadîm midir, değil midir? Bu soruya cevap verebilmek için Kur'ân'ın iki yönü üzerinde duracağız:
1 — Kur'ân'ın mânâları: Bunlar, Allah'ın ezelî ilmine taallûk etmektedir. Yani Allah'ı» ilmine dahildir. Allah'ın ilmi de kadimdir.
2 — Kur’an'in lâfız ve harfleri: Bunları Allah, Peygamber'ine Rûhu'1-Emîn olan Cebrail vasıtasıyla vahyetmiştir. Cebrail, bunları Uz. Peygamber'e okumuş, Hz. Peygamber de sahâbîlere okuyarak öğretmiştir. Sahâbîler de, aynı şekilde onu tabiîlere öğretmiştir. Boylere Kur'ân tevatür yoluyla okunup öğretilmiştir. îşte bize göre Kur'ân, bu yönüyle mahlûktur. Böyle bir anlayış. Kur'ân'ın Allah katından gönderilişine ve Peygamber (A.S.)'in bir mu'cizesi oluşuna aykırı düşmez. Kur'ân, Peygamber'in öyle bir mu'cizesidir ki, bütün müşriklere meydan okumuş; eğer Kur'ân, uydurma bir şeyse kendilerinin de onun bir mislini veya on sûresini, yahut da bir tek sûresini getirmelerini söylemiştir. Fakat müşrikler, bundan âciz kalmışlardır.[36]
Ahmed B. Hanbel'in Yaşayışı
İmam Ahmed b. Hanbel'in hayatını ve çektiği mihnetleri anlattık. Fakat yaşayışı ve geçim kaynağını söylemedik. O, bolluk içinde mi, yoksa darlık içinde mi yaşamıştır? Acaba halîfe ve emirlerin ihsanlarını kabul eder miydi? Bütün bu soruların cevaplandırılması gerekir. Ahmed b. Hanbel, fakir bir hayat sürmüş ve bol bir servete sahip olmamıştır. O, fakirliği, nereden geldiği bilinmeyen bir mala sahip olmaya tercih ederdi. Aynı zamanda kendi üzerinde ihsan ve yardımda bulunan bir elin mevcudiyetinden nefret ederdi.
Çoğu zaman ihtiyaç, onu bedenî olarak bir İşte çalışmaya mecbur etmiştir. Meselâ, bir yolculuk sırasında yiyip içeceği kalmadığı için ücretle çalışmıştır. O, bu türlü zahmetli işleri, hediye ve yardım kabul etmekten üstün tutardı. Çünkü bu durumda hediye ve yardım, karşılığını yapmaktan insanı âciz bırakır, izzeti nefis sahibi olan Ahmed b. Hanbel, buna tahammül edemezdi. Bu suretle O, cismini yorardı. Fakat, ruhunu hürriyete kavuştururdu. Ahmed b. Hanbel, bedenî yorgunlukla ruhî yorgunluk arasında kaldığı zaman daima böyle yapardı.
Ahmed b. Hanbel'in geçim kaynağına gelince: O, babasından kendisine miras olarak kalan bir akarın geliriyle yaşıyordu. İbnu'l-Cevzî'nin Menâkıbu'l İmam Ahmed b. Hanbel'inde şöyle denilmektedir :
«Ahmed b. Hanoel'e babası miras olarak bir dokuma atölyesi (turz) bırakmıştı. O, bu atölyenin gelirini yerdi. Bunun kirasıyla kimselere muhtaç olmazdı.[37]
İhtimal ki başka kitaplarda «dükkânlar» diye ifade edilen şey bu atölye idi. Ebu Nuaym'ûı «Hılyetu'l-Evliyâ»smda şöyle denilmektedir : «Ahmed b. Hanbel'in kuyuya makası düştü. Kiracısı geldi ve bunu çıkardı. Buna karşılık olarak, Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel), ona yarım dirhem veya daha az, yahut daha çok bir miktar para verdi. O da; makasın kendisi bir kırat değerindedir. Ben bir şey almam, dedi ve çıkıp gitti. Birkaç gün sonra Ahmed b. Hanbel, ona: Dükkânın kirasına ne veriyorsun? dedi. O da: Üç aylık kiraladım ve her ay için üç dirhem vereceğim, dedi. Bunu, Ahmed b. Hanbel onun hesabına saydı ve helâl olsun, dedi.»
GörüyorsunUz ki bu fıkra, Ahmed b. Hanbel'in sön derecede başkalarının hakkını gözettiğini anlatmaktadır. O, bu kiracısından böyle bir iyilik görmüş, daha sonra onun üç aylık kirayı -ödemekte güçlük çektiğini anlayınca ona kalan hakkını helâl etmiş ve onun iyiliğine karşılık kendisi de bir iyilikte bulunmuştur. Ahmed b. Hanbel'in geçimini temin ettiği bu gelirinin, îbn Kesir, 17 dirhem olduğunu söylemektedir. Tarih'inde O, şöyle anlatır «Ahmed b. Hanbel'in mülkünün aylık geliri 17 dirhem idi. Bunu ailesine harcar ve bu kadara kanaat ederdi. Allah, sabırlı ve kendisinin rızâsını uman bu kuluna rahmet eylesin!»
Şüphesiz ki onun bu geliri çok azdı. îbni Kesîr'in söylediği miktar ister doğru olsun ister doğru olmasın, birçok haberler gösteriyor ki onun geliri ihtiyacını karşılamıyacak kadar azdı. Fakat o, gayet kanaatli ve sabırlı idi.
Ahmed b. Hanbel, bu kadar az bir gelire kanaat ederek Allah'a hamd ediyor ve hiçbir kimsenin ihsanına razı olmuyor ve yardımını kabul etmiyordu.
O, bu az geliri ihtiyacını karşılamadığı zaman şu üç yoldan birine başvuruyordu:
1 — Borç almak mecburiyetinde kalıyordu. O, kira alma zamanı yaklaşınca, kendisine borç veren kimsenin verdiği şeyi borç olarak kabul edip yardım olarak kabul etmediğinden emin olursa ve yolcu olmazsa buna başvuruyordu. Borç aldığı kimsenin takva sahibi ve malının helâl olmasına, şüpheli olmamasına dikkat ediyordu. Rivayet edildiğine göre, bir defa bir şahıstan iki yüz dirhem borç almıştı, sonra bunu geri vermek üzere ona gitti. Borç veren kimse: Ey Abdullah'ın babası (Ahmed b. Hanbel), bunu sana geri almak niyetiyle vermedim, dedi. Ahmed b. Hanbel de: Ben bunu ancak sana geri vermek niyetiyle aldım, dedi.
2 — Bir iş arardı. İşin çeşidi ne olursa olsun, o İşte çalışmaktan çekinmezdi. Çünkü eli üste çıkaran ve alta düşürmeyen her işşe1 reflidir.[38] Başkalarının artıklarını ve mallarının döküntülerini alinak gibi insanı aşağı bir duruma düşürmeyen ve dînin müsaade ettiği hiçbir iş küçümsenemez.
Yukarıda gördük ki, yolda kalınca Ahmed b. Hanbel ücretle yük taşıyor, bazan da dokumacılık yapıyordu. Zehebî, Tarih'inde aynen şöyle der:
«Bizim bir komşumUz vardı, bir gün bir kitap getirdi ve bu yazıyı tamyormusunUz? dedi. TanıyorUz : Ahmed b. Hanbel'in yazısıdır, bunu senin için nasıl yazdı? dedik. O da şöyle söyledi: Mekke'de Süfyan b. Uyeyne'nin yanında kalıyorduk, Ahmed'i birkaç gün kaybettik. Sonra onu sormak için geldik, kapısı örtük idi. Ne haber? dedim. Elbiselerim çalındı, dedi. Ben de: Yanımda birkaç dinar var, istersen arkadaşlık hatırı için, istersen borç olarak vereyim, dedim. Kabul etmedi. Bunun üzerine bana ücretle yazı yazar mısın? diye sordum. Evet, dedi. Bir dinar çıkardım. Ahmed b. Hanbel: Bununla bana bir kumaş al ve ikiye ayır, yani biri peştemal biri de üstlük olsun, biraz da kâğıt getir, dedi. Ben de dediğini yaptım ve biraz da kâğıt getirdim. O da, bunu bana yazdı.»
Ahmed b. Hanbel, bazan bir kısım basit dokuma işleri de yapardı. Zehebî, îshak b. Rahuye'den şöyle rivayet eder:
«Ahmed b. Hanbel ile Yemen'de Abdurrazzak'ın yanında idik. Ben üstte, O da alttaki odada oturuyorduk. Ben, istesem bir câriye satınalabilecek durumda idim. Öğrendim ki Ahmed b. Hanbel'in nafakası bitmiştir. Ona bir şeyler vermek istedim, kabul etmedi. îs-tersen borç olsun, istersen yardım olsun, dedim; yine kabul etmedi. Sonra baktım ki O, uçkur bağı dokuyor ve bunu satıp nafakasını temin ediyordu.»[39]
3 — Ahmed b. Hanbel, herkes için serbest olan ekin kalıntılarını toplardı. O büyük bilgin ve muhaddis ipini omUzuna alır, arazî üzerinde bırakılmış olan ekin kalıntılarını toplamak için giderdi. Ancak sahibinin müsaadesi olmadıkça hiçbir tarlaya girmemeye çalışırdı. Bu konuda ondan şöyle rivayet edilir: «Yaya olarak yazıya çıkmıştım, bir şeyler topladık. Bir kısım insanları gördüm ki halkın tarlalarını mahvediyorlardı. Sahibi müsaade etmedikçe hiçbir kimsenin herhangi bir tarlaya girmesi doğru [40]olmaz.[41]
Halîfelerin İhsanlarını Ve Vazife Almayı Reddedişi
Ünü sağlığında her tarafa yayılan, ölümünden sonra nesiller bo: yu adı anılan, dünyanın değersiz ve fâni şeylerini değil, büyük bir ilim mirası bırakan Ahmed b. Hanbel İşte budur. Çalışmak onun şerefini azalİmamış, aksine nesiller boyu yükseltmiştir. Çünkü insanların ruhuna madde hâkim ise de, ruhî ve aklî üstünlüğü takdir edenler de vardır, insanlar, bu değer ve meziyetleri kendileri elde etmemiş olsalar da, içlerinde insaf ve insanlığın mânâsından bir eser bulunanlar, onlara sahip olanlara hayranlık duyarlar. Ahmed b. Hanbel'in şu iki şeyden kaçındığını öğrendiğimiz zaman, onun büyüklüğünü daha iyi anlamış oluruz:
1 — Bir devlet memuru olmak,
2 — Vali veya halîfenin ihsanını kabul etmek.
Âhnıed b. Hanbel'in resmî vazifeye tâyin meselesi ile ilgili olarak şöyle rivayet edilir: İmam Şafiî, ilk defa 195 H. yılında Bağdad'a gelip kendi görüşlerini burada yaymaya başladığı zaman Ahmed b. Hanbel ondan ayrılmıyordu. Bağdad'ta olsun, sefere çıkmış olsun, hadis tahsili için onu takip ediyordu. îmam Şafiî, daha önce de söylediğimiz gibi, onun Yemen'e Âbdurrazzâk b. Heramam'dan hadîs rivayeti için gideceği ve bu uğurda çekeceği zahmeti gözönüne alarak, kendisine bir yardımda bulunmak istemiştir. Şafiî'nin durumu el-Emîn[42]'in yanında çok iyi idi. el-Emîn, Şafiî'ye Yemen'e tâyin edilmek üzere bir kadı bulmasını teklif edince, Şafiî, de Ahmed b. Hanbel'i tavsiye etti. Böylece Ahmed b. Hanbel'in.adı geçen Âbdurrazzâk'dan hadîs dinlemesi kolayca mümkün olacaktı. Durumu Ah-med'e anlattı, o da bu teklifi reddetti. Şafiî aynı teklifi birkaç kere tekrarladı ise de, Ahmed b. Hanbel, dâima saygı duyduğu hocasına, kesin olarak şu cevabı verdi: «Ey Abdullah'ın babası (Şafiî), bunu senden ikinci defa işitirsem, beni bir daha yanında göremezsin.»[43]
Görüyoruz ki, Ahmed b. Hanbel, hocasının bu teklifini reddetmiştir. Çünkü O, tam manasıyla adaletli olmayan sultanın emrinde çalışmayı uygun bulmuyordu. Bu noktada onun hocasıyla görüş birliğinde olmadığını görüyorUz. Hocası Şafiî, daha önce Yemen'de dört yıl kadar bir zaman vazife yaptığı için hükümdarların ne derecede adaletli olmaları gerektiğini bildiği halde, takva bakımından Ahmed b. Hanbel'den daha mı geri idi? Bu sorunun cevabı şudur: Şafiî, eğer adaleti yerine getirmek için çağınlmışsa, isterse onu çağıranın kendisi adaletsiz biri olsun, adaleti yerine getirmeyi bir vazife sayıyordu. Çünkü bu durumda O, kendisini bu vazifeye tâyin eden için değil, Allah için çalışacaktır. Onu tâyin edenin âdil olmayışı, kendisinin adaletli olmasına mâni değildir. Meselâ, Ömer b. Ab-dilaziz, Süleyman b. Abdilmelik'in veliahdı olmadan önce İman, takva ve adaletiyle bilinen bir kimse idi. Adı geçen Süleyman ise, diğer Emevî hükümdarlarından farksızdı. Eğer vazifeye tâyin edilmesi istenilen kimse, kendisinde adaleti gerçekleştirme yetkisini gö rüyorsa tâyin edilebilir.
İşte Şafiî'nin görüşü budur. Ahmed b. Hanbel ve ondan önceki Ebu Hanîfe gibi İmamların görüşüne gelince; bunlar, zâlim hükümdarlar tarafından vazifeye tâyin edilmeyi, onlara bir nevi yardım etmek ve onların haksız olarak topladıkları malı yemek gibi bir şey addediyorlardı. Bunun için onlar, vazife almayı reddederek takvadan ayrılmıyorlar ve haksız gördükleri kimselere yardımcı olmaktan uzaklaşıyorlardı.
|