İmam Şafiî ve Mezhebi

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı gece_mavisi

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Bursa
  • 3684
  • +299/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Uyanan Gençlik
İmam Şafiî ve Mezhebi
« : 22 Kasım 2010, 05:37:52 »
İmam Şafiî (150 —204 h.) ve Mezhebi

Hicri II. asrın son yıllarında Beytullah'ı ziyarete gidenler, tavaf sırasında etrafa göz atınca, esmer benizli ve boyu Uzuna yakın bir delikanlı ile karşılaşır, genç ve yaşlı talebeleri onun etrafında halkalanmış görürdü. Bu delikanlı onlara, fakîh ve muhaddislerden dinlemeye alışık olmadıkları bir uslûbla şer'î hakîkatları anlatıyordu. Irak gibi re'y fıkhının hâkim olduğu ülkelerden gelenler de, Medine gibi muhaddislerin fıkhının hâkim olduğu yerlerden gelenler de aynı durumla karşılaşıyorlardı.

Hac ibâdeti için ve bu arada hadîs bilgisini artırmak maksadıyla buraya gelen İmam Ahmed b. Hanbel, îmam .Şafiî'yi görmüş ve arkadaşı îshak b. Râhûye (Râhveyh)'ye: «Birinin dersini dinledim, ondan daha akıllı hiçbir kimse görmedim.» demiş ve onu alıp götürmüştür. Arkadaşı kendisine; İbni Uyeyne ve emsalinin hadîsini bırakıp bu delikanlıyı mı dinleyelim? diye sorunca Ahmed b. Hanbel şöyle cevap vermiştir: «Bu delikanlının aklından faydalanmazsan onun yerini tutacak başka birini bulamazsın. Âli hadîsi kaçırır-san, nazil hadîsi de kaçırmazsın ya!»[2].

îşte bu delikanlı îmam Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî el:Kuraşî'dir. Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk önce tedvin etmek ve esaslarını açıklamak şerefine ulaşan odur. Kendinden sonraki nesiller, ilmi, ondan miras olarak almışlardır.[3]

Doğumu Ve Nesebi

Bütün rivayetler, İmam Şâfii’nin 150 H. yılında Gazze şehrinde doğmuş olduğunda birleşir. O, kıyas İmamı ve Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebu Hanîfe'nin vefat ettiği sene dünyaya gelmiştir. Bâzı yazarlar hayâle kapılarak, Şafiî'nin, Ebu Hanîfe'nin öldüğü gece doğduğu ve böylece yeryüzünün fıkıh İmamlarından hiçbir zaman hâli kalmadığı düşüncesini uyandırmak istemişlerdir. Böyle bir iddia, herhangi bir temele dayanmadığı gibi bir fayda da sağlamaz.

İttifakla rivayet edildiğine göre Şafiî'nin babası Kurayş kabilesine mensup olup Peygamber 'in dedesi olan Hâşim'in kardeşi Muttalib oğullarına dayanır. Onun şeceresini tarihçilerin çoğu şöyle anlatır.- Muhammed b. îdrîs b. Abbas b. Osman b. Şâfi' b. Sâ-ib b. Ubeyd b. Abdiyezid b. Hâşim b. Muttalib b. Abdimenaf. Bu silsilede alman Muttalib, Abdumenaf’ın dört oğlundan biridir. Abdumenaf'uı oğulları şunlardı: 1 — Muttalib, 2 — Hâşim, 3 — Abduşems —Bu Emevîlerin dib dedesidir—, 4 — Nevfel —Bu da Cubeyr b. Mut'im'iri dedesidir—.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in dedesi Abdulmuttalib'i yetiştiren, adı geçen Muttalib'dir. Muttalib oğulları hem câhiliye, hem de islâm çağmda Hâşim oğullarının yardımcısı idiler. Hattâ Kurayşliler, Mekke'de insanları Allah yoluna çağıran Peygamber'e yardım ettikleri ve Peygamber'e karşı kendilerini desteklemedikleri için Haşimîlerle bütün munasebetlerini kestikleri zaman, Muttalib oğulları Hâşimîlerle birlik olmuşlar, Şi'b[4] de yaşamışlar ve Hâşimîlere uygulanan zulüm ve işkenceye onlar ila aynı şekilde katlanmışlardır. Yalnız Peygamber'in amcası olan Ebu Leheb, bu boykot sırasında Kurayşlilere katılmıştır.

Bu sebeple Peygamber (s.a.v.) Muttalib oğullarına da Hâşim oğulları gibi ganimetten hisse ayırmıştır. Rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz, Hâşim oğullan gibi Muttalib oğullarına da ganimetten hisse verdiği zaman Umeyye ve Nevfel oğulları da aynı şekilde hisse talep etmişlerdir. b. Mut'im bu konuda şöyle bir rivayette bulunmuştur:

Peygamber (s.a.v.)Hayber'de elde edilen ganimetlerden Hâşim oğullan ile Muttalib oğullarına «Akrabalığı olanlarda ayrılan hisseleri verince ben ve Osman b. Affâri gidip; Yâ Resûlullah, dedik, onlar Hâşim oğulları olarak senin kardeşlerindir. Üstünlükleri inkâr, edilemez. Çünkü, Allahu Teâlâ, seni onların içinden seçmiştir. Ancak sen, Muttalib oğullanna da hisse verdiğin halde bizi bıraktın. Biz ve Muttaliboğulları akrabalık yönünden aynı derecedeyiz. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)şöyle buyurdu: «Çünkü onlar hem câhiliye, hem de islâmiyet devrinde bizden ayrılmadılar» ve iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek, «Hâşim oğulları ile Muttalib oğulları bu bakımdan aynıdırlar» diye ilâve etti.

Şafiî'nin anası Yemenli olup Ezd kabîlesindendir. Kurayş kabilesine mensup değildir. Oğlunun yetişip olgunlaşmasında onun büyük bir payı vardır.[5]

Gençliği Ve Yetişmesi

Şafiî, Kurayşli bir babadan doğmuş, fakat beşikte iken onu kaybetmiş ve bu yüzden fakir olarak büyümüştür. Annesi, oğlunun neseb ve kendisini belki ihtiyaçtan kurtaracak olan hukukunun Kurayşlilerce tanınmayacak şekilde zayi olacağından korkmuştur. Bu sebeple oğlunu Mekke’deki makamına sahip kılmak için gayret sarfetmiştir. Hatîb Bağdadi, «Tarihu Bağdad» adlı eserinde Şafiî'ye dayanan bir senedle şöyle rivayet eder:

«Ben Yemen'de doğdum[6]. Anam, hukukumun zayi olmasından korktu ve bana; ailenin yanına gidip onlar gibi olman daha iyidir; çünkü ben nesebini kaybedersin diye korkuyorum, dedi ve yol hazırlığımı yaptı. Ben de Mekke'ye geldim. O zaman yaklaşık olarak on yaşımda idim. Bir akrabamın yanına indim ve ilim tahsiline başladım.»

Buna göre diyebiliriz ki: İmam Şâfii çocukluğunda, yüksek bir soya mensup olduğu halde fakir ve yetim çocuklar gibi yaşamıştır.. Yüksek soya mensup olan fakir çocuklar, gençlik çağlarında genel olarak bir eğitim bozukluğu olmazsa, soylarının tesiriyle yüksek işlere yönelirler. Şafiî'nin eğitiminde herhangi bir bozukluk veya gayri tabiîlik olmadığı için kendi özünden gelen bir insiyakla yüksek hedeflere yönelmiştir. Fakirliğine rağmen yüksek bir soya mensup oluşu, kendisini insanlara yaklaştırmış, cemiyete karışmasını sağlamış ve böylece içinde yaşadığı ortamın duygularına o da katılmıştır.

Şubhesiz bütün bunlar Şafiî'nin ruhunu içtimaî bir terbiye ile geliştirmiştir. Bu terbiye sayesinde O, insanlarla kaynaşmış, cemiyeti ve halkın duygularını yakından tanıyabilmiş tir. Çünkü cemiyeti yakından tanımak; toplumu ilgilendiren, toplumla ilgili muameleleri, toplumu'tanzim ve ferdler arasındaki ilişkileri sağlam esaslara göre tesis etmekle uğraşan kişiler için zarurîdir. Keza, şeriatı tefsir ve şeriatın hükümlerini çıkarıp ölçülerini ortaya koyma işi, cemiyeti yakından tanımayı gerektirir.

Şafiî'nin ruhunda yüksek işler yapma istidadı mevcuttu. Anası da oğlunu Gazze'den Mekke'ye gönderirken onu bu yola teşvik etmiş ve gerekli sebepleri hazırlamış, Şafiî de, ileride hedefine ulaşmıştır.

Şafiî, önce Gazze'de iken ilim tahsiline başlamış ve Kur'an-ı Ke-rîm'i hıfzetmiştir. Mekek'ye gelince de büyük hadis üstadlanndan Peygamberin hadislerini tahsile koyulmuştur. O, hadis-i şerifleri hem yazmak, hem de ezberlemek için büyük gayretler' gösteriyordu. Hadîsleri elde ettiği şeylere yazıyordu. Bazan onları saksı üzerine, bazan da deri üzerine yazıyordu. O, hükümet konağına gidip öteki yüzüne yazı yazmak için kullanılmış kâğıt isterdi.

Henüz çocuk yaşta, iken tahsilini ilerletince, Arabçada derinleşmek cihetine gitti; böylece şehir ve kasabalardaki yabancılarla meydana gelen karışma yüzünden Arab dilini tahrip eden yabancı kelimelerin tesirinden kurtulmaya çalıştı. Bu maksatla Şafii, çöle gitti ve HUzeyl kabilesinin içinde yaşadı. O, bu konuda şöyle der: «Ben Mekke'den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabilenin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arabların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. MeMçe'ye döndüğüm zaman birçok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip oh ustum.»

İmam Şafiî çöldeki haber, rivayet ve şiirleri ezberlemiş, Hüzeyl kabilesinin şiirinde ihtisas sahibi olmuştur. Hattâ câhiliye ve ilk îs-lâm asrının sanat ve edebiyatını rivayet eden el-Asma'î der ki: «Huzeyl kabilesinin şiirlerini Muhammed b. İdris isimli bir Kurayş genci sayesinde düzelttim.».

Şafiî, çölde bulunan iyi şeylerin hepsini öğrenmiştir. O, Arabçayı öğrenip incelerken aynı zamanda ok atmayı da öğrenmiş; hattâ bu konuda en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Öyle ki on defa ok atsa hepsim hedefe isabet ettirirdi. Onun, bâzı talebelerine şöyle söylediği rivayet edilir: «Benim için iki mühim şey vardı: Biri ilim, diğeri de ok atmak. Ok atmak hususunda onda - on isabet kaydedecek bir dereceye geldim.» İlim konusunda bir şey söylememiş, fakat hazır bulunanlardan birisi; «Vallahi, sen, ok atma maharetinden daha çok ilme sahipsin.» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki İmam Şafii, çağının en üstün eğitimi ile yetişmiştir. Bundan sonra kendisini bütünü ile ilme verip Mekke'deki fakih ve muhaddislerden fıkıh ve hadis tahsil etmiştir. Nihayet Mekkeîi gençler arasında parmakla gösterilmeye lâyık olmuştur. Süfyan b. Uyeyne, Muslim b. Hâlid ez-Zen-cî gibi bilgin ve hadîsçiler, onu özel olarak koruyup gözetmiş ve takdir etmiştir.[7]

İmam Mâlikin Himayesinde

Delikanlı, yirmi yaşına değdiği zaman fetva verecek' ve hadis rivayet edecek bir mertebeye ulaşmıştı. Fakat onun ilim tahsilindeki gayreti, Mekke'nin surlarını aşmış ve bu şehrin ötelerine doğru Uzanmaya başlamıştı. Çünkü, ilmin hudut ve ülkeleri yoktur. Bu arada Medine'nin İmamı Mâlik b. Ene's'in adı Şafii'ye ulaşmıştı. Zîra, bu büyük İmamın adı o derecede etrafa yayılmıştı ki, gelip gidenler hep onu anıyorlardı. Bu durumda Şafiî'nin gayreti ondan ilim tahsiline yönelmiş ve bu yüzden o, Medine'ye gitmek mecburiyetinde kalmıştır.

Fakat Şafiî, İmam Mâlik'in yanına eliboş gitmek istememiştir. Yani dağarcığına îmam Mâlik'in ilminden de bir miktar koymuştu. , Şöyle ki; İmam Mâlik'in meşhur bir kitabı vardı. İsmi hertarafa yayılan bu eser “el-Muvatta'» idi. Şâfii, bu eseri Mekke'de birisinden emanet olarak alıp okumuştu. Medine'ye gitme arzusu üzerine bu kitabı defalarca okuyup îmam Mâlik'in fıkhına ünsiyet kazanmış ve onun rivayetteki yüksek derecesini öğrenmİşte

Şafiî, yola çıkmaya karar verince İmam Mâlik'le karşılaştığında kendisine kolaylık göstermesi için Mekke Valisinden Medine Valisine bir mektub almıştır.

Mu'cemu'l-Udebâ, adlı kitabında Yakut el-Hamevî bu mektup ve Şafiî'nin înıairi Mâlik'le karşılaşma hikâyesini bizzat İmam Şafiî'den naklen şöyle anlatır:

«Mekke Valisinin hUzuruna girdim ve ondan Medine Valisine bir mektup aldım. Medine'ye gelip bu mektubu valiye sundum. Vali, onu okuduktan sonra şöyle dedi: Benim için Medine'den Mekke'ye kadar yaya ve yalınayak gitmek, Mâlik b. Enes'in kapısına gitmekten daha kolaydır. Ben, onun kapısında dikilmek kadar hiçbir zillet görmedim. Bunun üzerine ben de; Allah valinin işini rasgetir-sin, çünkü Vali dilerse onu hUzuruna çağırabilir, dedim. Vali de; heyhat! Nola ben ve maiyetim, binitlerimize binsek ve üzerimize kırmızı toprak bulaşsa da bâzı arzularımızı elde etsek! dedi. Vallahi onun dediği gibi oldu. Üzerimize kıpkırmızı toprak bulaştı. [Bir müddet gidip Malik'in evine vardıktan sonra) bîr adam ilerledi ve kapıyı çaldı. Bunun üzerine dışarıya siyah bir câriye çıktı. Vali, ona; Efendine benim kapıda olduğumu söyle, dedi. Câriye içeri girdi ve biraz gecikti. Sonra dışarı çıkıp şöyle söyledi: Efendim size selâm ediyor ve diyor ki: Valinin bir meselesi varsa bir şeye yazıp versin, cevap verelim. Hadîs için geldiyse, hadîs meclisinin gününü biliyor, gitsin. Bunun üzerine Vali, cariyeye; Ona söyle, yanımda Mekke Valisinden kendisine yazılmış mühim bir mesele ile ilgili bir mektup vardır, dedi. Câriye içeri girdi. Sonra elinde bir kürsü (sandalye) ile dışarı çıktı ve onu bir yere koydu. Az sonra îmam Mâlik, heybet ve vakarla içeriden çıktı: Uzun boylu ve değirmi sakallı idi. Sonra yerine oturdu... Vali mektubu ona takdim etti. Onu okudu ve: «Bu şahsa durumuna göre muamele et, ona hadîs öğret ve iyilikte bulun.» sözlerine gelince mektubu elinden bıraktı ve: «Sübhânallâh, Allah'ın Resûlü'nün ilmi vâsıtalarla mı öğretilir oldu?» dedi. Valiye baktım, onunla konuşmaktan çekiniyordu. Ona doğru yaklaştım ve: Allah işinizi rasgetirsin. Ben şöyle bir kimseyim; maksadım, durum ve hikâyem şudur... dedim. Sözümü dinledikten sonra bana iyice baktı... Onun kuvvetli bir firâseti vardı. Adın nedir? diye sordu, Muhammed'dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah'dan kork, günahlardan sakın. Çünkü senin ileride büyük bir şânm olacaktır. Allah senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu mâsiyetle söndürme. Sen yarın buraya gelirsin, seni okutacak olan da gelir.»

Bu çağlarda hadîs rivayetinde gelenek şöyle idi: Hadîs tahsil eden kimse, hadîs rivayet ettiği veya hadîs okuduğu üstaddan. bir hadîs kitabı alır, onu yazar ve rivayet.ederdi. Bunun için Şafiî,"ertesi gün gelmiş ve yanında da İmam Malik'in hUzurunda okumak üzere onun el-Muvatta' adlı kitabını getirmişti. Şafiî bu kitabı okumaya başlayınca, onun güzel okuyuşu İmam Malik'in çok hoşuna gitmiştir. Şafiî, kitabı fazla okumaktan çekinirse, îmam Mâlik, oha; Devam et, ey delikanlı, derdi. Bu sebeple Şafiî, el-Muvatta' kitabını İmam Malik'in huzurunda birkaç gün içerisinde okuyup bitirmiştir.

Şafiî, Hicaz fakîhlerinin başı olan İmam Malik'in yanından ayrılmamış ve onun himayesinde yaşamıştır. Bununla beraber arasıra çöle gidip Arab kabilelerini tetkik eder ve bir müddet onlarla düşüp kalkardı. Nitekîm ânnesini ziyaret etmek ve onun öğütlerini dinlemek için arasıra da Mekke'ye giderdi. Annesi de asalet, güzel anlayış ve olayları takdir kabiliyetine sahipti. Buna göre Şafiî'nin, arasıra hocasının yanında kalmadığını söyleyebiliriz.[8]

Vazifeye Tâyin Edilişi

Şafiî fakir bir hayat geçiriyordu. Ancak ömrünün sonuna doğru ona Beytu'l-Maldan, Muttalib oğullarına ayrılan fasıldan bir tahsisat bağlanmıştır. İmam Mâlik ölünce Şafiî geçimini temin için bir iş aramış ve îmam Malik'in yanında dokuz yıl kaldıktan sonra Mekke'ye dönmüştür. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz'a gelmişti. Bâzı Kurayşliler vali ile konuşmuş, o da Şafii'yi yanma alıp götürmüştü. Şafiî bu hususta şöyle der: «Annemin yanında yol harçlığımı verecek bir şey yoktu. Evimizi rehin olarak verip onunla yol masrafımı karşıladım. Yemen'e gelince aldığım bu parayı ödemek için çalıştım.»

İmam Şafiî'nin dirayeti, bilhassa Yemen Valisinin maiyetinde aldığı ve kadılık mahiyetinde olan bu görevinde dikkati çekmiştir. Vazifesi Yemen'e bağlı olan Necrari'da idi. Şafiî, burada adaleti hakkıyla gerçekleştirmiştir. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Necran'daki halk da vali ve kadılara karşı dalkavukluk ederek, kendi çıkarlarını temine çalışıyorlardı. Fakat onlar, Şafii'nin şahsiyetinde adaletle karşılaştılar ve dalkavukluk yapmak suretiyle onun ruhunu istilâya imkân bulamadılar. Şafiî bu durumu tasvir ederken şöyle der: «Necran'da çalışmak üzere vazifelendim. el-Hâris b. Abdilmedân ve Sâkîf kabilesinin azatlıları orada idiler. Vali buraya gelince ona dalkavukluk ettiler, aynı şeyi bana yapmak istedilerse de benden yüz bulamadılar.»

îmam Şafiî, böylece, ruhuna hiçbir kimsenin işlememesi için dalkavukluk kapısını kapamış oldu. Çünkü ifsatçılar, valilerin ruhlarına bu kapıdan nüfuz ediyorlardı. Şafiî bu kapıcı kapatmakla nefsini fesat, şer ve zulümden korumuş oldu. Dolayısıyla adaleti tam olarak gerçekleştirdi. Fakat adaleti yerine getirmek güç bir iş olup onu ancak azimkar valiler gerçekleştirebilirler. Onlar da zamanın merhametsizliği ve fesatçıların hileleri ile karşılaşırlar.[9]

Mihneti

Bu itibarla İmam Şafii'nin şiddetli bir mihnetle karşılaşması tabü görülmelidir. Bu sırada Necran'a zâlim bir vali gelmişti. Şafiî, onun idaresi altındakilere zulüm etmesini önlemişti. İhtimal ki İmam Şafiî diğer bilginlerin sahip olduğu tenkit kılıcına mâlik olup bunu gayet güzel kullanıyordu. Belki de Şafiî, valiyi hem zulümden alıkoyuyor, hem de emrinde.olduğu halde dili veya tenkidi ile onu hırpalıyordu. Bunun üzerine vâli, bir yolunu bulup Şafiî'ye karşı tezvir ve hileye başvurdu. Zîra herkes südünün icabını yerine getirecektir.

Abbasîler, Ali evlâtlarına karşı daima saltanatlarını kıskanıyorlardı. Çünkü onlar da, Abbasîler gibi Peygamberin soyuna dayanıyorlardı. Hattâ onlar, Peygamber'e Abbasilerden daha yar kın idiler. Ayrıca yapılan isyanların hepsi de Ali evlâtları tarafından oluyordu. Bu sebeple Abbasîler, daima onlardan çekmiyorlardı. Dolayısiyle herhangi bir alevî hareketi gördükleri zaman onu hızla bastırıyorlardı. Herhangi bir valinin Ali evlâtlarına karşı güzel davrandığını tesbit ederlerse derhal onu ya azlediyorlar, ya muhakemeye çekiyorlar, ya da öldürüyorlardı. Hattâ bunu, Şubhelendikleri şahıslara da tatbik ediyorlardı. Zîra, onlara göre, memleket düzeninin iyi gitmesi için suçsuz bir adamı öldürmek, bu düzenin bozulmasına sebep olabilecek itham altındaki kimsenin serbest bırakılmasından daha iyidir.

Adı geçen zâlim vali, Abbâsîlerin ruhlarındaki bu zaaf noktasından faydalanarak, Şafiî'ye karşı bir tuzak hazırlamak istedi ve onu alevîlerle birlik olmakla itham etti. Bu maksatla o zamanki hilâfet makamını işgal eden Hânın er-Raşîd'e bir mektup gönderdi. O, bu mektubunda şöyle diyordu: «Alevîlerden dokUz kişi harekete geçti. Ben, bunların ayaklanmasından korkuyorum. Onlardan birisi Muttalib oğullarından Şafiî denilen bir adamdır. Benim ona ne emrim, ne de yasaklarım tesir ediyor. O, diliyle, savaşçıların kılıçlarıyla yapamadıklarını yapıyor.»

İşte Şafiî böyle bir töhmet altında kaldı. Aslında bu töhmetin sebebi psikolo)ik idi. Fiilî bir şeye dayanmıyordu. Çünkü, Şafiî'nin Uz. Ali evlâtlarına karşı sevgi beslediği herkesçe biliniyordu. Fakat, onun bu sevgisi kendisini şiîlik propagandasına ve onların iktidara gelmesi için fiili bir harekete sevkedecek durumda değildi. Fakat o, bu yüzden râfizîlikle itham edildi. Gûyâ o, Ebu Bekr ve Ömer (r.anh)'in hilâfetini reddediyordu. Şubhesiz Şafiî bundan beri' idi. O, bu hususta bir beytinde şöyle der:

«Eğer Âli Muhammedi sevmem, râfizîHkse, îki cihan tanık olsun ben rafizîyim.»

Nihayet Şafiî, eli kelepçeli Bağdat'a gönderildi. Bu, Şafii'nin Bağdad'a ilk gelişidir. Bu olay 184 H. yılında cereyan etmiş olup Şafiî o tarihte takriben 34 yaşında idi. İmam Şafiî, Halîfe Harun er-Reşîd'in hUzuruna çıkarıldığı zaman güzel konuşması ve İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'nin hüsnü şahadeti sayesinde canını kurtarmıştır. İhtimal ki İmam Şafiî, İmam Muhammed ile îmanı Mâlik'in derslerinde tanışmıştı. Zîra Şafiî, İmam Mâlik'in hayatının sonuna kadar dokUz yıl onun yanından ayrılmamıştı. İmam Muhammed de bu sırada tam üç yıl İmam Mâlik'in derslerine devam etmişti. Şafiî'nin güzel konuşması ve ifade gücü, Harun er-Reşîd'e, kendisini sorguya çektiği zaman verdiği şu cevaptan anlaşılmaktadır:

«Ey Emir'u'1-Mü'minin, iki kişi farzedelim, birisi beni kardeş olarak görendir, dedi. Şâfü de şöyle cevap verdi: İşte sen böylesin, ey Emîru'l-Mü'nıinîn. Çünkü siz Abbas oğullarısınız, onlar ise Ali oğullarıdır. Biz Muttalib oğullarıyız. Siz Abbas oğullan bizi kardeş görüyorsunUz, onlar ise köle görüyorlar.» Şafiî, bu ifade ile alevî-lik iddia eden bâzı şiîlerin sözünü imâ etmiştir. Aslında gerçek alevîler kendi soylarına karşı böyle bir şey düşünmezler[10].

İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'nin tanıklığına gelince; o bu sırada Bağdat Kadısı idi. Şafiî, Harun er-Reşîd’in meclisinde itham edilerek sorguya çekilirken, İmam Muhammed'i görmüş ve ona yakınlık duymuştur. Çünkü, ilim sahipleri arasında manevî bir akrabalık vardır. Bunun için Şafiî, kendisini müdafaa sırasında şöyle demiştir: «Ben ilim adamıyım, bunu kadınız Muhammed b. el-Hasen bilir.» Bunun üzerine Hânın er-Reşîd, îmam Muhammed'e bu durumu sormuş, o da şöyle cevap vermiştir: «Evet, bunun ilimden büyük bir nasibi vardır, iddia edilen şeyle onun bir ilgisi olamaz.»

Pek kan dökmek heveslisi olmayan Harun er-Reşîd, bu işi incelemek için bir yol bulmuş ve acele etmemiştir. Büyük bir itimat duyduğu Muhammed b. el-Hasen'e, bunu yanma al ve durumunu incele, demiştir. Bu inceleme işi, Şafiî'ye yöneltilen töhmete iltifat edilmemekle neticelenmiştir.[11]

Şafiî'nin İlme Tekrar Dönüşü

Irak'ın büyük fakihi Muhammed b. el-Hasen, yalnız Şafiî'nin hayatım kurtarmamış, aynı zamanda onu kadılık memuriyetinin karanlığından çıkarıp tekrar ilmin nuruna kavuşturmuştur. İşte İmam Şafiî, bu tarihten, yani 184 H. yılından itibaren ölünceye kadar yirmi yıl ilimle uğraşmıştır. Memuriyet hayatı İmam Şafiî'nin kısa ve kıymetli ömrünün beş yıl kadarını işgal etmiştir. Çünkü O, 54 yaşında vefat etmiştir.

Denilebilir ki, onun uğradığı mihnet, kendisi için çok hayırlı olmuştur. Eğer o, bu mihnetle karşılamadaydı memurluğu devam edecek ve belki de ilme hiç dönemiyecekti. Dolayısıyla, gelecek nesiller onun ölmez ilmî mirasından yoksun kalacaktı.

İmam Şafiî, Muhammed b. el-Hasen'in evinde konakladı. Daha önce îmanı Mâlik'e sığındığı gibi bu kez de İmam Muhammed'e sığınmış oldu. İlk önce Iraklıların fıkhına göre îmanı Muhammed'in telif ettiği kitapları okumaya başladı. Bu kitapları bizzat İmam Mu-hammed'den okudu. Nitekim bundan önce el-Muvatta'i da İmam Mâlik'ten okumuştu. Allah cümlesinden razı olsun!

Böylece İmam Şafiî, hem Irak'ın hem de Hicaz'ın fıkhını birleştirmiş ve çağının en büyük fakîhlerinden ders almıştır. Bu konuda îbni Hacer el-Askalânî «Tevali et-Te'sis fî Maâlî İbni İdrîs» adlı kitabında şöyle der: «Medine'de fıkhı Mâlik b. Eries temsil ediyordu. Şafiî onun yanma gidip derslerine devam etmiştir. Irak'ta da fıkhı İmam Ebu Hanife temsil ediyordu. Şafiî, Ebu Hanîfe'nin talebesi Muhammed b. el-Hasen'den bizzat ders aldı. Böylece o, hem re'y taraftarlarının, hem de hadîs taraftarlarının ilmini kendisinde birleştirdi. Bu ilmin kaide ve prensiblerini tesbit edecek kadar yüksek bir mevki ihraz etti. Bu konuda muvafık ve muhalif herkes onun bu mevkiini tanıdı. Böylece onun ünü her tarafa yayıldı, itibarı yükseldi ve nihayet o, hakkıyla İmamlık mertebesine erişti.»

Şafiî, Muhammed b. el-Hasen'den ilim tahsil etti. Ondan nakil ve rivayetlerde bulundu. Yaptığı bu nakil ve rivayetleri yazdı. Kendisi bu konuda şöyle der: «Muhammed b. el-Hasen'den bizzat kendisinden işitmek suretiyle bîr deve yükü ilim öğrendim.» Şafiî, Muhammed b. el-Hasen'i daima hürmet ve -tazimle anardı. Onun hakkında şöyle der: «Ancak Muhammed b, el-Hasen hariç, kendisine münakaşalı bir mesele sorulan herkesin yüzünde bir nâhoşluk görürdüm.»

Burada belirtmeliyiz ki, Şâfü, îmam Muhammed'den yalnız re'y ve kıyas fıkhını tahsil etmemiş, aynı zamanda ondan Iraklılarca meşhur olan ve fakat Hicazlılarca meşhur olmayan rivayetleri de öğrenmiştir. Şafiî'nin îmam Muhammed'den yaptığı rivayetlere şunu misâl olarak söyleyebiliriz: «Muhammed b. el-Hasen, Yakub b. İbrahim (Ebu Yusuf) 'den, o da Abdullah b. Dinar'dan, o da Abdullah b. Ömer'den, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu bana haber verdi; «Velâ' (birinin azatlısı olma) soy bakımından akrabalık gibidir. (Azatlı) ne satılır, ne de hîbe edilir.» Şafiî, Bağdad'ta oturduğu sıralarda Iraklılarla fıkhî münakaaşlar yapar ve kendisini îmam Mâlik'in talebesi sayardı. Muayyen bir metod ortaya koymazdı. Fakat îmam Muhammed hariç, yaşça ona denk olanlarla tartışırdı, îmam Muhammed'le tartışmayı kendisine yakıştırmazdı. Çünkü, onu kendisinin hocası olarak görüyordu. Fakat, nasıl Ebu Hanîfe talebeleriyle münakaşa ediyor idiyse, Şafiî'nin hocası İmam Muhammed de onun kendisiyle münakaşa etmesini isterdi. Fakat, Şafiî, hocasıyla tartışırken utanırdı. Çünkü ilk hocası îmam Mâlik, talebelerine münakaşa kapısını açmaz ve onları cedelleşmeden menederdi.[12]

Beytü'l-Harâm'â Gelîşî

Tarihçiler, İmam Şafiî'nin Bağdat'ta İmam Muhammed'in yanında hoca ve talebelerle tartışarak, ne kadar kaldığını bildirmemektedirler. Büyük bir ihtimale göre o, burada iki sene kalmıştır. Bu müddet, ister Uzun ister kısa olsun, gerçek olan onun çok verimli oluşudur. Zîra, İmam Mâlik'in talebesi Şafiî, hocasından başka üstadlatın da görüş ve fıkıh metodlarım öğrenme imkânını bulmuştur. Bunun tabii bir neticesi olarak, Şafiî'nin, bu değişik görüş ve metodlar arasında karşılaştırmalı bir inceleme yapması zaruri idi. Keza, onun, bu karşılaştırmalı incelemelerinden sonra bu her iki görüş ve nıetodlardan birine yakın veya her ikisinden de Uzak bâzı görüşler ortaya atması gerekirdi.

Bu karşılaştırma, elbette görüş ve metodları süzgeçten geçirerek ve bunlardan hangisinin daha doğru ve gerçeğe daha yakın olduğunu ortaya koyacak esaslı ölçülere dayanmak mecburiyetinde idi. İmam Şafiî, böyle bir karşılaştırma yapmak üzere Beytü'l-Harâm'a çekilmiş; kendisini, keskin bir basiret ve anlayışlı bir teemmül içerisinde bu işe vermiştir. Şafiî, burada yaptığı karşılaştırmalarından şöyle iki netice elde etmiştir:

1 —Şafiî, kendisine has bir mezheble ortaya çıkmıştır. O,daha önce îmam Mâlik'in talebesi olup onun görüşlerini yaymaya çakışıyordu. Şimdi ise îmam Mâlik'in görüşlerini müstakil olarak ele alıp inceliyen ve yerine göre tenkit eden, bazen ona muvafakat, ba-zan da muhalefet eden bir ilim adamı olarak davranıyordu. O, bu konuda «Hilafu Mâlik» adında bir kitap yazmıştır. Keza, Şafiî, îmam Muhammed ve onun hocası Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf'un görûşlerl-in incelemiş, tenkid etmiş; bâzan bunlara muhalefet, bâzan da muvafakat etmiştir. Bu konuda yazdığı kitaba da «Hilâfu'I-Irâkiyyîn» adını vermiştir, İşte böylece İmam Şafii, fakîhlerden herhangi bir guruba bağlı kalmaktan kurtulmuş, Allah'ın Kitabı ve Resûlullah'ın Sünnetinin gölgesinde hür ve müstakil olarak, ictihad mertebesine yükselmiştir.

2 —İstinbat (hüküm çıkarma) prensiplerini tesbit etmiştir ki, daha sonra bu usûl-i fıkıh adını almıştır. Şafiî, içtihadlarmda yalnız ortaya koyduğu bu prensiplere göre hareket ederdi. Ondan önceki-âlimler de, içtihatlarında birtakım metodlara bağlanırlar ve bu metodları kısaca işaret ederlerdi. Şafiî ise, bu metodlan işaret etmekle yetinmemiş, Muctehidin ictihad ve istinbat sırasında hatâya düşmemesi ve içtihadının verdiği imkân nisbetinde hakîkata ulaşması için bağlı kalması gereken prensip ve kanunları tesbit ederek açıklamıştır.[13]

Bağdad'a Tekrar Gelişi

İmam Şafiî, Mekke-i Mükerreme'de inceleme ve araştırmalarıyla öğrencilerine daha önce alışık olmadıkları bir ilmi öğretmeye devam etmiştir. O, fıkıh derslerinde Kur'an ve Sünnetin gölgesinden dışarı çıkmazdı. Bu sırada bilhassa hac mevsiminde bütün uzak islâm ülkelerinden gelen ilim adamları ondan feyz alırlardı. Meselâ, Iraklılar ve diğerleri gelip ondan faydalanırlardı. Mekke'de bu seferki ikameti dokuz yıl sürmüştür.

Şubhesiz Şafiî, ulaşmış olduğu neticeleri ve özellikle fıkh! istinbat için koymuş olduğu metodlan bütün islâm ülkelerine yayacaktı. O çağda islâm âleminde ilim nurunun yayıldığı yer islâm Devleti'nin merkezi olan Bağdad şehri idi. Şafiî bu şehre, bu şehir de ona ısınmıştı. Şafiî burayı, bura da kendisini tanımıştı. Bunun içindir ki Şafiî, 195 H. yılında tekrar Bagdad'a dönmüştür. Bu tarihte o, yaklaşık olarak 45 yaşında idi.

Bağdad'ta ona bütün âlimler önem vermiş ve talebeler etrafını' sarmıştır. Bağdad âlimleri, ondan ders almak konusunda büyüklük saİmamıştır. Meselâ, daha önce Mekke'de Şafiî ile görüşen Ahmed b. Hanbel ona talebe olmuş, onun akıl ve fikrine hayran kalmıştır. Aşağı yukarı kendisinin yaşıtı olan İshak b, Rahûye de ondan tahsil görmüştür. Bunlar ve benzerleri, îmam Şafiî'den ilim tahsil eden asıl talebelerden ayrıdırlar.

Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği cevaplara hayran kalıyordu. Çünkü O, Iraklıların alışık olmadıkları bir metoda dayanan yeni bir ilim getirmişti. Ayrıca o, kendisinden öncekilerde bulunmayan bir kısım sıfatlara sahipti. Şafiî'nin metodu, tafsilatıyla açıkladığı istinbat metodu olan usûl-i fıkıh ilmi idi. O, bu sayede açık lâfızlara dayanarak, kapalı olan mânaları ortaya koyuyordu. Bunun içindir ki İshak b. Rahûye: «Şafiî'den önce biz, nâsih ve mensûhu bilmiyorduk.» demiştir. Sahip olduğu sıfatlar ise, güzel ve açık konuşma, munazara ve münakaşa kudretidir. Onun ifadesi gayet açık, güzel ve tesir bakımından çok güçlü idi. Bunun için bir çağdaşı «O, âlimlerin hatibidir.» demiştir.

Şafiî, bu gelişinde Bağdad kitapları (el-Kütübu'1-Bağdadiyye) adını verdiği eserlerini yazdırmış (imlâ etmiş) tır. el-Umm veya el-Mebsût diye isimlendirilen eseri bunlar arasındadır. Bu eser, birkaç kitaptan meydana gelmiş olup çoğu fürû'a dairdir. Bunu kendisinden rivayet eden, talebesi ez-Zaferânî'dir. Keza, burada Şafiî, usûl-i fıkha ait olan kitabını imlâ etmiştir. Bu eser er-Risâle adını almış olup bunu rivayet eden de ez-Zaferânî'dir.

Böylece Şafiî'nin ilmi Irak'ın sınırlarını aşmış ve bütün Doğu İslâm ülkelerinde yayılmıştır. Onun ilmini yaymada talebelerinin tesiri çok olmuştur. Talebelerine tesir eden iki husus vardı:

Birisi ondan istifade arzusu, diğeri de Şafiî'nin eşsiz şahsiyetine karşı duydukları hayranlık idi.

Bu gelişinde Şafiî, iki seneden fazla Çalmış, sonra tekrar Mekke'ye dönmüştür. Belki Şafiî, tekrar Mekke'ye eşya ve işlerini toparlamak, Beytu'î-Harâm'ı ve Süfyayn b. Uyeyne gibi hocalarını ziyaret etmek için gelmiştir. Dolayısiyle burada fazla kalmamış, 198 H. yılında yeniden Bagdad'a dönmüştür.[14]

Bağdad'tâ Kısa Bîr Îkâmeti

Şafiî, Bagdad'a bu gelişinde kısa bir süre ikâmet ettikten sonra Mısır'a gitmek üzere yola çıkmış ve oraya 199 H. yılında varmıştır.

Şafiî, bu sefer Bağdad'ta niçin kısa bir süre kalmıştır? Halbuki umumî vaziyet onun bu şehirde Uzun müddet kalmasını gerektiriyordu. Çünkü burası, âlimlerin merkezi ve İslâm Devleti'nin başkenti idi. Öte yandan burada, Şafiî'nin birçok talebeleri vardı. Bu şehirden İslâm âleminin dört bucağına ilim nuru yayılıyordu. Öyle ise, İmam Şafiî burayı terkedip niçin Mısır'a gitmiştir? Halbuki Mısır, bu sırada ilim merkezi değildi. Gerçi yavaş yavaş bir ilim merkezi olmaya başlamıştı. İçimizi rahatsız eden bu soru bizden cevap beklemektedir.

Bu sorunun cevabı bizce şudur: 198 H. yılında hilâfet, Harun er-Reşîd'in oğlu Abdullah el-Me'mun'a geçmiştir. Arab.ve İranlılar arasında cereyan eden birçok savaş ve fitnelerden sonra el-Emin öldürülmüş (198 HÜ ve el-Me'mun .(öl. 218 H.) halifelik makamına oturmuştur. el-Me'mun devrinde hâkim bir durumda olan iki husus, Şafiî'nin Mısır'a gitmesinde etkili olmuştur ki, bu kanaati Şafiî'nin hayat ve ilmî metodu teyit etmektedir.

1 —el-Me'mun devrinde duruma İranlılar hâkim olmuşlardı. Çünkü el-Emin'le el-Me'mun arasındaki taht kavgası, gerçekte Arablarla İranlılar arasında cereyan etmiştir. Neticede de el-Me'mun mUzaffer olmuş, dolayısıyla İranlılar, Arablara galip gelmişler ve nüfuz onların eline geçmiştir. Bu durumda Kurayşli Şafiî, İranlıların nüfuz ve otoritesine boyun eğmek istememiştir.

2 —el-Me'mun, kelâmcı filozoflardan idi. Mu'tezilîleri. yanma almış, kendisini onlardan saymış, kâtip, hâcip ve nedimlerini onlardan seçmiş, ilimde ve âlimler arasında onları üstün tutmuştur. Şafii ise, mu'tezilîlerden ve onların metodlanndan nefret ederdi. Mu'-tezilîler gibi münakaşalara giren ve onların metoduyla akâid konularını anlatan kimselerin cezalandırılmasını isterdi. Şafiî gibi bir şahsiyet, elbette bunlarla beraber yaşıyamaz ve onlara yüzveren Halîfe el-Me'mun'un yanında kalamazdı. Öyle ki Hlîfe el-Me'mun, daha sonra mu'tezilîlerin tahrikiyle fakîh ve muhaddislere işkencelerde bulunmuştur. Bu işkencelerin başlıca sebebi, Kur'an-ı Ke-rîm'in yaratılmış olup olmaması meselesi idi. Bu yüzden îmanı Ah-med b. Hanbel de, türlü işkencelere uğramıştır.

Şafiî mezhebine bağlı olanlardan bâzısının rivayetine göre, Halîfe el-Me'mun, İmam Şafiî'ye kadılık teklifinde bulunmuş, o da bu konuda özür beyan etmiştir. Şubhesiz bu rivayet, İmam Mâlik'in talebesi olan Şafiî'nin hem düşüncesi, hem mantığı, hem de yaşayışla bağdaşmaktadır.[15]

Şafiî Mısır'da

Son gelişinde Bağdad'ta oturmak, Şafiî için hoş olmuyordu. Onun, ilim bakımından buraya yakın bir değer taşıyan başka bir memlekete gitmesi gerekiyordu. Gideceği bu memlekette O, Bağdad'taki gibi İranlıların Araplara tahakkümü ile karşüaşmamalıydı. Şafiî aradığını Mısır'da buldu. Çünkü İmam Mâlik'in talebeleri ve Leys b. Sa'd Mısır'da idiler. Ayrıca Mısır, ilim bakımından Bağdad'a benzememekte ise de, ona yakındı. Buraya Arablar hâkimdi. Buranın valisi Kurayş'e mensup olup Abbas oğullarından idi. Yakut el-Hamevî «Mu'cemu'l-Udebâ» smda bu konuda şöyle der: «Şafiî'nin Mısır'a gelişinin sebebi, bura valisinin Abbas b. Abdillah b. Abbas b. Musa b. Abdillah b. Abbas oluşudur.»

Şafiî, Mısır yolculuğuna karar verince şu mısraları söylemiştir:

«Durmadan Mısır'ı özlüyor ruhum?

Ondan gayri çöl ve ova kalmadı.

Kurtuluş ve zenginliğe mi? Vallahi bilmiyorum,

Yoksa kabre mi götürülüyorum?»

Kader, Şafii'nin bu arzusunu yerine getirdi ve onu burada zenginliğe ulaştırdı. Çünkü Mısır'ın Arab valisi, Peygamber'e akraba olanlara tahsis edilen ganimetlerden Şafiî için de bir hisse ayırmış ve böylece Şafii, nesebinin şerefiyle mütenasip bir duruma gelmiştir. Şafii, öte yandan ilmini, fıkhını ve görüşlerini burada yaymaya muvaffak olmuştur. Daha1 sonra ölümü tadarak Mısır'daki kabrine defnedilmiştir. Şafiî, Mısır'da 204 H. yılı Recep ayının son gecesi öldüğü zaman 54 yaşında idi. Halbuki İmam Ebu Hanîfe takriben 70 ve Şafiî'nin hocası İmam Mâlik 86 yaşma değinceye kadar hayatta kalmıştır. İmam Şafiî'nin hayatı mücadele içinde geçmiş olup hasta iken yatağında ölmüştür[16].

Zayıf bir rivayete göre Şâfü, Mâliki mezhebine mensup Fityan isimli budala ve yobaz bir kimsenin adamları tarafından dövülmüş ve bunun üzerine ölmüştür. Bu rivayeti Yakut el-Hamevi «Mulcemu'l-Udebâ» smda anlatırken aynen şöyle der:

«Mısır'da Fityan denilen ve Mâliki mezhebine bağlı olan hiddetli ve zâlim bir kimse sardı. Bu, çoğu zaman Şafiî ile münakaşa eder, halk da bunların etrafına toplanırdı. Bir gün hür bir insanın satılması meselesi üzerine tartışıyorlardı. Meselenin aslı şu idi: Rehin olarak verilmiş olan bir köleyi, onu rehin olarak veren sahibi âzâd etse ve borcunu verecek başka malı bulunmasa durum ne olacaktır? Şafiî, bir kavline göre bu âzâd edilmiş kölenin satılabileceğini söyledi. Görüşünü isbat için birçok delil serdetti. Bunun üzerine öfkelenen Fityan Şafiî'ye ağır şekilde küfretti. Şafiî, ona hiç cevap vermedi ve meseleyi açıklamaya devam etti. Bir şahıs bu durumu Mısır Valisine haber verdi, Vali de, Şafiî'yi çağırıp durumu sordu. Şafiî olanları anlattı ve bâzı kimseler de Fityan'm aleyhinde şahitlik ettiler. Bunun üzerine Vali, Şafiî gibi bir kişi daha Fityan aleyhinde şahitlik etseydi Fityan'ın boynunu vurdururdunı, dedi. Valinin emriyle Fityan kırbaçla dövüldü ve bir deve üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırıldı. Önünden giden bir tellâl: İşte Peygamber'in soyuna küfredenlerin cezası budur, diye bağırdı. Daha sonra bayağı kimselerden meydana gelen bir topluluk, Fityan lehine harekete geçip. Şafii'yi takibe başladılar. Şafiî, talebelerinden ayrılıp yalnız kalınca üzerine saldırdılar ve dövdüler. Bundan sonra evine gelen Şafiî ölünceye kadar iyileşemedi.»

Bu rivayete göre, Şafiî'nin ölüm sebebi bu dövülme olayıdır. Biz, bu rivayeti yerinde bulmuyoruz. Çünkü Şâfiîye küfreden kimseyi, nerede ise ölüm cezası ile cezalandıracak olan Mısır Valisi onu dövenlere karşı susmaz, durumu Şafiî'den mutlaka sorup suçluları en ağır şekilde cezalandırırdı. Bu dövme olayı, ister doğru olsun ister doğru olmasın, gerçek olan şudur ki, Şafiî'nin ölümünün sebebi, basur hastalığına yakalanmış olmasıdır. Şafiî bu yüzden şiddetli bir kanama geçirmiş ve neticede Rabbma kavuşmuştur. Allah ondan razı olsun!

İmam Şafiî, kendisinden sonrakiler için zengin bir miras ve fıkıh için hâlâ tükenme bilmeyen bir hazine bırakmıştır. Bu sayede onun adı, her yerde hürmetle anılmaktadır.[17]

Şafiî'nin İlmi

İmam Şafiî, insanların dikkatini aklı, ilmi ve belagatı ile kendi üzerine çekmiştir. Bağdad'ta iken, buranın fakîhleri ile yaptığı munazaralarda onların dikkatini üzerine çekmiştir. Bu sırada O, İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'den ilim tahsil eden bir delikanlı idi. Beytu'l-Harâm'ı hac maksadıyla ziyarete gelen ve Peygamber'in hadîslerini hayatta bulunan tabiîlerden öğrenmek isteyen bilginlerin dikkatini çeken yine Şafiî idi. O, ikinci olarak Bağdad'ı, ulaşmış olduğu ilmin semereleriyle doldurmuştur. Şafiî, Beytu'1-Harâm'da iken İslâm hukukunun esaslarım, usûl-i fıkıh kaidelerini tesbit ediyor ve âlimlerin re'ylerini görülmemiş bir şekilde karşılaştırarak inceliyordu. O, daha sonra Mısır'a gelmiş ve buradaki insanları, geniş ilmi ile kendisine çekmiştir. Gerçi Mısırdaki-lerin de kendilerine göre bir .üstünlükleri mevcuttu.

Şafiî'yi ilim tahsil ettiği hocaları övmüş, kendisiyle münakaşa eden arkadaşları ona hoca muamelesinde bulunmuş ve öğrencileri onun çok zengin ilim mirasını gelecek nesillere aktarmışlardır.

Hocası İmam Mâlik, Sufyan b. Uyeyne ve Müslim b. Halid ez-Zencî, onun akli gücünü övmektedir. Abdurrahman b. Mehdi, Şafii'nin «Usûl» hakkındaki «er-RisâIe»sini okuduktan sonra: «İşte bu, gerçekten anlayışlı bir delikanlıdır.» demiştir. Şafiî'nin talebelerinden Muhammed b. Abdülah b. el-Hakem de şöyle demektedir. «Şafiî olmasaydı beri, bir kimseyi nasıl reddedeceğimi öğrenemezdim. Bildiklerimi hep onun sayesinde öğrendim. Bana kıyası öğreten o rahmetlidir. O, sünnete bağlı, her türlü fazilete, keskin ve açık bir dile, sağlam bir kafa ile üstün bir akla sahipti.»

Talebesi Ahmed b. Hanbel de şöyle der: «Peygamber (s.a.v.)'den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Allahu Teâlâ, bu ümmetin dî nini doğru olarak uygulamak için her yüz yılda bir şahıs gönderir.» Birinci yüzyılın başında bu şahıs Ömer b. Abdilaziz olmuştur. İkinci yüzyılın başında da bu şahsın Şafiî olacağını umuyorum.»

İşte bu ilim adamlarının şahadetleri, İmam Şafiî'nin ilim, fazilet ve üstün bir kavrayışa sahib olduğunu açıkça göstermektedir. Gerçekten Şafiî, kendisini böyle yüksek bir mevkie getiren ilim vasıtalarının hepsine sahipti. O, Kur'an ilmini, Kur'an'm mâna, gaye ve sırlarını hakkıyla öğrenmişti. Bir talebesi şöyle der: «Şafiî tefsire başlayınca, Kur'an'ın inişine şahid olmuş gibi davranırdı. Şafiî, Hadîs ilmini de hakkıyle elde etmişti. O, Mekke'de bulunan tabiîlerin hayatta olanlarından birçok hadîs rivayet etmiş ve ilk hadîs kitabı olan el-Muvatta'ı da bizzat İmam Mâlik'ten okumuştur. îmam Muhammed'den tahsil gördüğü sırada, Iraklıların ilmine sahip olmuş ve bu ilmin de râvîleri arasına katılmıştır.

Bununla birlikte Şafiî, re'y'e dayanan fıkhı da tehsil etmiş; fıkıh, kıyas ve nesh'in kaide ve prensiplerini vaz'etmiştir.

O, —Allah kendinden razı olsun— her çeşit ilmin öğrenilmesini ister ve şöyle derdi: «Kur'an ilmini öğrenenin kıymeti yükselir. Hadîs ilmini öğrenip yazanın delil getirme gücü artar, fıkıh öğrenen kimsenin şerefi yükselir, dil üzerinde çalışanın duyguları incelir, matematik tahsil edenin görüşü artar ve nefsini koruyamıyanın ilmi kendisine hiçbir fayda vermez.»[18]

Îlme Yönelişi Ve Çağı

Şafii, akranı arasında en yüksek seviyeye ulaşmak için genç yaşta ilme yönelmiş ve ilmin her türlü imkânları içerisinde yetişmiştir. Çünkü O, Mekke'de oturuyordu. Bu sırada, tabiîlerden hayatta olanlar vardı. Beytü'l-Harâm'm civarında oturmayı tercih eden Abdullah b. Abbas'ın medresesi burada idi. Biraz büyüyüp delikanlılık çağına ulaşınca Peygamber şehrinin İmamı olan Mâlik'in yanına gelmiş ve dokuz yıl ondan ayrılmamıştır. Bu zaman, honı hocası için, hem de talebesi için en verimli yıllar olmuştur. Şafiî, ömrünü ilimden başka bir yerde harcamamıştır. Ancak kısa bir zaman vazife almış ise de, şevkle ve bütün şerefin ilme ait olduğunu kavrayarak, tekrar ilme dönmüştür. Kur'an ve Sünnet ilmini ve fakîh-lerin ihtilâflarını incelemeye başlamış ve bunlar için hakikati bildirecek ölçüler koymuştur. Önce dersine Beytu'l-Harâm'da başlamış, nihayet ilim dağarcığı dolunca Bağdad'a gitmiştir. Bağdad'ta da dersi için başka bir kürsüye sahip olmuştur. Bağdad kendisini sıkmaya ve bazı çevreler hoşuna gitmeyen bir takım ilmi görüşlere tkassup göstermeye başlayınca Şafiî, Mısır ülkesine gitmeye karar vermiştir, îşte bundan sonradır ki İslâm âleminin çeşitli felâketlerle karşılaştığı anlarda güzel Mısır'ımız, Doğu ve Batı âlimlerinin sığmağı haline gelmiştir. O çağlarda âlimler, emniyet ve hUzura kavuşmak için memleketlerinden ayrılmak zorunda kalmışlar, aradıkları emniyet ve huzuru da ancak Mısır'da bulabilmişlerdir.

Şafii'nin bütün hayati; dehâ derecesinde bir akıl, sağlam bir kalem, belâgatli ve tasvir gücüne sahip bir dil ile ilim uğrunda geçmiştir.

Şafii'nin içinde yaşadığı çağ, ilimlerin geliştiği, tedvin ve telifin başladığı, her ilmin esaslarının konduğu bir çağdır. Bu çağ da Arab dili tedvin ediliyor ve esasları konuyordu. Ebu'l-Esved ed-Duelî'nin ardından gelenler, nahiv ilminin esaslarını koymaya başlamışlardı. el-Aşma'î ve diğerleri, şiir rivayetlerini tesbit ve naklediyorlardı: Halil b. Ahmed, Arab şiirinin nağme ölçülerini ifade eden «Aruz» ilmini koymuştu. Câhız, dikkatleri edebî tenkit usûllerine çevirmişti. İşte bütün ilimler böyle gelişiyordu.

Âlimler, hadîslerin çeşitli kaynaklarından toplanmasına yönelmişti. Hadîs'in rivayet bakımından doğru olup olmadığını, râvîler (rical) ve metni itibariyle Peygamber (s.a.v.)'e nisbet bakımından elverişli bulunup bulunmadığını tesbit için esas ve ölçüler konmaya başlanmıştı.

Fıkıh konusunda da çeşitli ekol (medrese)'ler kurulmuştu. Mekke ekolü, Abdullah b. Abbas'ın görüşlerini; Medine ekolü, Ömer b. el-Hatlâb, Zeyd b. Sabit, Osman b. Affan, Ali b. Ebî Tâlib ve Peygamber (s.a.v.)'in ilmini kendilerinden sonrakilere olduğu gibi aktaran diğer bilgin sahâbîlerin fıkhını naklediyordu. Fıkıh, tedvin edilmeye başlanmıştı. Meselâ, İmam Mâlik, kendi fıkhını ve rivayet ettiği hadisleri, talebeleri vasıtasıyla nakledilen sahâbîlerin fetvalarını içine alan «el-Muvatta» adlı eserini tedvin etmişti. İmam Muhammed b. el-Hasen, Irak fıkhım tedvin etmiş ve bu fıkhın fürû'unu inceden inceye yazmıştı. İşte Şafiî, bütün bunlardan faydalanmıştır.

Burada söylenmesi gereken bir husus daha vardır ki o da çeşitli îslâm fırkalarıdır. Her fırka, kendi görüşlerini savunup yaymaya başlamıştı. Mu'tezilîler kendi görüşleri uğrunda mücâdele ediyorlar ve İslâmiyeti kendi açılarından savunuyorlardı. Şiîlerden îma-miyye, Zeydiyye ve sair siyasî fırkalar da böyle idiler. Kısaca bu çağ, mücadele ve munazara çağı idi.

Şâfü, bu fırkaların çoğundan memnun değildi. O, ne Mu'tezili-lerin, ne Şiilerin ve ne de Hâricilerin yolundan gitmiştir. Şubhesiz O, içinde yaşadığı çağın metod bakımından etkisinde kalmıştır. Onun çağı mücadele ve munazara çağı idi. Bu itibarla Şafiî de, büyük bir mücadele ve munazara gücüne sahipti. O, mücadele ve münakaşalarında bâtılı nasıl yıkacağını ve hakikati nasıl ortaya çıkaracağını biliyordu.

Şafiî, hadisi savunmak için Mu'tezilîlerle bilfiil mücadele etmiştir. Yâni, Basra'da bulunan bir gurup, mutevâtir olmayan hadîsleri delil olarak kabul etmiyordu. Şafiî, bunlara karşı mücadeleye girişmiş ve Resülüllah'ın Sünnetini savunmuştur. Bu konudaki mücadelelerini «el-Umm» adlı kitabında anlatan Şafiî, gerçekten «Sünnetin koruyucusu» unvanına hak kazanmıştır.

Şafiî'nin çağında Yunan, Fars ve Hint dillerinden çeşitli ilimler Arabçaya terceme edilmiştir.. Bu tercemelerle o çağda birçok ilimler yayılmıştır. Şafiî'nin bu ilimlerden uzak kaldığını sanmıyoruz.. Belki O, bu ilimlerden cedel ve munazara ile ilgisi nisbetinde faydalanmıştır. Ne olursa olsun, Şafiî'nin fıkhî görüşlerinde bu ilimlerin herhangi bir etkisi yoktur. Çünkü, Şafiî'nin fıkhî görüşleri tamamen İslâmî kaynaklardan gelmektedir. Hattâ.O, nass'lara bağlılıkta son haddine varmaktadır. Çünkü O, nass'lara dayanmayan her içtihadı iptal etmektedir. Bu hususu, ileride, inşaallah, kısaca açıklayacğız.[19]

Şafiî'nin Şahsiyet Ve Karakteri

Allh, İmam Şafiî'ye çağdaşları arasında ilim, ahlâk, din ve içtimaî mevki' bakımından onu yücelten birçok sıfatlar ihsan etmiştir.[20]

1- İdrâk Ve Hafıza Gücü

Şafiî, ilmî idrâk yönünden çok kuvvetli idi. Öyle sağlam bir hafızaya sahipti ki, îmam Mâlik'in «el-Muvatta'» ını okuyup hıfzetmişti. Onu, İmam Mâlik'in rivayet ettiği şekilde ezberden okurdu. Hattâ Şafiî, el-Muvatta'ı İmam Mâlik'le karşılaşmadan önce hıfzetmişti. Bu sağlam hafızasının yanında Şafii, hazircevaplı bir şahsiyetti, ihtiyaç duyduğu zaman bildiklerini rahatlıkla anlatırdı. O, fikri hiçbir tutukluk göstermezdi. Olayların altında kalmaz, aksine incelediği mes'eleleri düşüncesiyle aydınlatırdı. Onun önünde hakîkat-lar kendiliğinden açığa çıkar ve bunların mantik'ı doğru olarak belirirdi. O da, i bu mantık sayesinde gerçeklere nüfuz ederdi.

Şafiî derin bir düşünceye sahip olup mes'elelerin dış yüzünü incelemekle yetinmez, aksine onların derinliklerine inerdi. O, son derecede anlayışlı ölüp hakîkata tam olarak ulaşıncaya kadar hiçbir noktada duraklamazdı. Hadisler ve bunlarla ilgili hükümleri tetkik ederken, onları belli prensiplere bağlamaya çalışırdı. Onun araştırmaları külîî neticelere ulaşmak.içindi. O cüz'iyyatla yetinmezdi. İşte böyle külli neticelere yönelişinin sonunda, Şafiî, usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur:[21]

2- İfade Gücü

Şafiî, konuşurken güçlü ve açık bir. ifadeye sahipti. O, dilinin fesahati, ifadesinin belagatı ve kalbinin kuvvetli oluşu yanında, derin tesirli bir sese sahipti. O, ifadeleriyle bir şeyi güzelce açıkladığı gibi, sesinin ihtizazı ile de maksadını anlatırdı. Şafiî, İmam Mâlikle görüştüğünde İmam Mâlik, ondan, el-Muvatta'ı arkadaşlarına okumasını istemiş ve ona; bir sahife oku, demiştir. Şafiî sahîfeyi bitirince, İmam Mâlik, onu daha çok dinlemek istemiş ve sonuna kadar ona el-Muvatta'ı okumuştur. İşte bu, onun sesindeki derin tesirin bir neticesidir.

Bir talebesinden şöyle rivayet edilmiştir: «Ben, Şafiî'den başka yazıları konuşmasından daha üstün (fasîh) olan birini görmedim. Bununla beraber Şafiî'nin dili, yazısından da üstün (fasih) idi.» Şafiî'nin yazdıkları, ifade ve düşünceleri tasvir bakımından son derecede güzel olursa, onun konuşması nasıl olur? Elbette onun konuşması, ifade bakımından daha kuvvetli, işaret bakımından daha mükemmel, ibare ve üslûp bakımından daha üstündü. O, sağlam ifadede öyle bir dereceye ulaşmıştı ki, İshak b. Rahûye, onun hakkında; «Şafiî, âlimlerin hatibidir.» demiştir.[22]

3- Basiret Ve Fîraseti

Şafii, hocası İmâm Mâlik gibi keskin bir basiret ve kuvvetli bir firaset sahibi idi. Bu sıfat, munazara ile uğraşan uyanık kişilerden ayrılmayan bir haslettir. Aynı zamanda bu sıfat, büyük üstadlann sıfatıdır. Çünkü Şafiî, talebelerine ders anlatırken onların marifet bakımından kavrıyabilecekleri kadar anlatırdı. O, bunu ancak fira-seti sayesinde bilir, dolayısiyle onların anlama ve açıklama bakımından tâkatlanna göre ders takrir ederdi. Bu basiret ve firaseti sayesindedir ki, sayı bakımından en çok talebe onun etrafında toplanmıştır. O, insanların ruhî durumlarını iyi bildiği için dinleyicilerine ancak tâkatlari nisbetinde ders verirdi. Bu konuda Yakut'un «Mu'cemu'l-Udebâ» sında anlattığına göre, Şafiî, bâzı dinleyicilerine Huzeyl kabilesinin şiirlerini okurdu. O, bu şiirlerden pek çok ezberlemiş ve bunları yanında okuduğu bir talebesine şöyle demiştir: «Bunu, hadîs ehlinden hiçbir kimseye belli etme; çünkü onlar, bunu hazmedemezler.»[23]

4- Îhlâsı

Şafiî hakikatlan araştırmada büyük bir ihlâs ve ulaşmak istediği gerçeğe yönelmede de sağlam bir görüş sahibi idi. îşrak felsefesine göre hakîkatlan aramada ihlâs, kalbi marifet nuru ile doldurur ve ruhta öyle bir safiyet meydana gelir ki bu sayede hâkîkatlar kendiliğniden açığa çıkar, akıl onları kavrar, düşünce dosdoğru olur, ifadeler gerçek mânaları sadakatle tasvir eder, dolayısiyle görüş doğru ve ifade sağlam olur.

Şafiî'nin hakikatları aramadaki ihlâsı, hayatının bütün devrelerinde kendisinden ayrılmamıştır. Hattâ O, nerede olursa olsun, hakikati bulmaya çalışmıştır. İhlâsı sayesinde Şafiî, insanların alışık bulunduğu görüşlerle çatışsa dahi kendi görüşlerini cesaretle açıklamıştır. Keza, hakîkatlar uğrundaki ihlâsı, hocalarına karşı duyduğu bağlılıkla çatıştığında da Şafiî, hakikatları tercih etmiştir. Onun İmamı Mâlik'e karşı beslediği bağlılık ve ihlâsı, kendisini,'hocasına muhalefet etmekten alıkoymamıştır. Gerçi Şafiî, hocasına karşı muhalefette biraz tereddüt göstermiştir. Fakat, Endülüs halkının, İmam Mâlik'in külahı iîe yağmur duasına çıktığını duyunca, İmam Mâlik'i tenkit maksadıyla yazmış olduğu kitabı halka açıklamıştır. Böylece Şafiî, İmam Mâlik'in beşer olduğunu, bâzan doğru düşündüğünü, bâ'zan ua yanıldığını göstermiştir. Kendisini kurtaran ve himayesine alan İmam Muhammed b. el-Hasen'e karşı beslediği ihlâsı da, onunla munazara ve şiddetli bir şekilde mücâdele etmesine ve Medînelilerin de haklı olduğunu kabul ettirmek için onun talebelerini yenilgiye uğratmasına mâni olmamıştır.

İşte İmam Şafiî, ilim hayatının bütün devrelerinde böyle davranmıştır. Bu sebeple O, kendisiyle munazara yapanları, hakikat uğrunda gösterdiği ihlâsla karşılar ve onları yenilgiye uğratırdı. Çünkü O, hakîkattan başka bir şey düşünmezdi.

Şafiî, İslâm şeriatı esasının Allah'ın Kitabı ve O'nun Elçisi'nin Sünneti olduğuna inanırdı. Kendisinin ilmi ile Resûlüllah'm Sünnetini ihata ettiğine inanmazdı. Dolayısiyle, talebelerini dâima hadîs araştırmaya teşvik ederdi. Kendi görüşüne muhalif olan sahîh bir hadîs bulursa, onu bırakıp hadîs ile amel etmelerini söylerdi. Yakut'un «Mu'cemu'l-Udebâ» sırida Rabi' b. Süleyman'dan şöyle rivayet edilmektedir: «Bir şahsın bir me's'ele sorması üzerine Şafiî'nin şöyle dediğini işittim: Peygamber (s.a.v.)den şöyle şöyle... buyurduğu rivayet edilmektedir. O adam Şafiî'ye, ey Abdullah'ın babası, buna göre mi fetva veriyorsun? dedi. Bunun üzerine Şafiî'nin tüyleri diken diken oldu, yüzü sarardı, durumu değişti ve şöyle dedi: Eğer Peygamber'den bir hadîs rivayet ettiğim halde onunla amel etmezsem, hangi yer beni taşır, harigi gök beni gölgelendirir? Peygamber'in hadîsinin başım gözüm üstünde yeri vardır.» Ayrıca Rabi' b. Süleyman, Şafiî'nin; «Herkes, Peygamber'in herhangi bir sünnetini bilmeyebilir. Ben, Peygamber'in sünnetine muhalif olarak herhangi bir fikir ileri sürer veya bir esas ortaya korsanı, uyulması gereken Peygamber'in sözüdür. İşte benim mezhebim budur.» dediğini ve bu sözü sık sık tekrarladığını söylemiştir.

Allah'ın, insanlara örnek olan seçkin kullarına ihsan ettiği başka bir ihlâs nev'i daha vardır. O da söyleyen kim olursa olsun, hakikata boyun eğmek için mü'minin sahip olduğu ve başkalarına vermeye çalıştığı düşünce içerisinde kendisinin eriyip gitmesi, yok olmasıdır. Çünkü kaybolan inci, onu çıkaran dalgıç'm önemsiz oluşu sebebiyle ihmal edilemez. Dost olsun düşman olsun, hakkın yanında olduğu müddetçe ona itaat etmek gerekir. Bu şekliyle ihlâs, çıkılması zor bir merdiven ve ulaşılması güç bir ameldir. Çünkü dilleriyle saldıran ve deliller getirerek mücâdele eden niceleri vardır ki, onların arasında bu türlü yüce ve hak âşıkı olan pek azdır. Şafiî İşte bu nâdir insanlardan biridir. Bunun içindir ki Şafiî, mücâdele sırasında öfkelenmez ve hiddetle başkalarına dil Uzatmazdı. Çünkü O, hakkı arıyor ve mevki sahibi olmak istemiyordu. O, zühd ve takvası sayesinde ilim mevkiine yükselmiştir. Dahası var: Şafiî, hakkı aramadaki ihlâsı ve hakikat içerisinde yok olma, eriyip gitme (fena) mertebesine ulaşması neticesinde kendi ilminden insanların, ona nisbet etmeksizin faydalanmalarını istemiştir. İbni Kesir'in Tarîh'inde Şafii'nin şöyle dediği rivayet edilir: «İsterim ki insanlar, bu ilmi öğrensin ve bana hiçbir şeyi nisbet etmesin. Ben, onun ecrini yeter ki Allah'dan göreyim de onlar beni övmesinler.»

İhlâs, Şafiî'ye kalb zekâsı, ruh kuvveti, bayağı şeylerden Uzaklaşma ve olgun insana yakışmayan şeylerden beri' olma gibi sıfatlar kazandırmıştır. Yahya b. Maîn, Şafii'nin ahlâkı hakkında, «Yalan mubah olsaydı Şafiî'nin mürüvveti kendisini yine de yalan söylemekten alıkordu. demiştir. İşte sâdık ve ihlâslı insanın ulaşabileceği en yüksek mertebe budur. Böylesi, vazifesini, vicdan ve kalbinin emrini yerine getirmek için yapar, sırf emir veya yasak edildiği için değil.[24]

Şafiî'nin Görüşleri

Şafiî çağında çeşitli fikirler ve birbirine zıt Mezhebler boğmuştu. Bu arada «îlm-i Kelâm»» adı verilen ve temelleri Mu'tezilîler tarafından atılan ilim de doğmuştu. Mu'tezilîler, Allah'ın Kelâm sıfatı ve Kur'ân'in yaratılmış olup olmadığı üzerinde konuşup tartışıyorlardı. Keza, onlar, Allah'ın sıfatları mânâlardan ibaret ve zâtından ayrı mıdır, yoksa Allahu Teâlâ ancak sıfatlarıyla bilindiğine göre, zâtı ile sıfatları aynı mıdır? Konusu üzerinde tartışıp duruyorlardı. Bir yandan Mu'tezilîler, öte yandan da Cebriyeciler kader ve Allah'ın takdiri yanında insan iradesinin sınırı üzerinde sert tartışmalara giriyorlardı. Bu arada Şiîler, Hâriciler ve Abbâsiiere dayanan çeşitli siyasî fırkalar da doğmuştu. Bu durum karşısında Şafiî'nin düşünce sisteminde müsbet veya menfî, kabul veya red bakımından bir vaziyet alması zarurî idi. Rivayete göre O, ilm-i kelâm ve bununla ilgili mes'elelere karşı menfî bir vaziyet almış ve bu ilimle iştigali nehyetmiştir. Kendisinden şöyle rivayet edilmektedir: «îlm-i kelâmla uğraşmaktan sakının; çünkü, bir kimseye fıkhı bir mes'ele sorulsa ve o, bunda hatâ etse, olsa olsa en çok gülünç bir duruma düşmüş olur. Meselâ, birine, bir kimseyi öldüren şahsın diyeti nedir? diye sorulduğu zaman onun, buna; bir tavuk yumurtasıdır, diye cevap vermesi böyledir. Eğer birine kelâm hakkında bir mes'ele sorulsa ve o, buna yanlış cevap verse, bit'at'a sapmakla suçlanır.»

Şafiî, kelâmla uğraşmayı menettiği halde kendisi kelâm hakkında çok şey bilirdi. Şafiî gibi bir şahsiyetin, bilmediği bir şeyi menetiği düşünülemez. Bir defasında O, talebelerinin yanma girmiş ve onları kelâm konusunda münakaşa halinde bulmuştu. Onlara: «Benim kelâm bilmediğimi mi sanıyorsunUz? Ben bu konuyla uğraştım, hattâ bunda büyük bir mertebeye ulaştım. Ancak kelâmın sonu yoktur. Öyle bir şey üzerinde münakaşa ediniz ki, yanılırsanız yanıldı desinler, küfre düştü demesinler.»

Şafii'nin talebelerini kelâm münakaşalarından men etmesi, onun kelâmcılarm dâima tartışma konusu yaptıkları mes'eleler hakkında bir görüş sahibi olmadığı mânâsına da gelmez. Şafiî'nin kıyamet günü Allah'ı görmek, kader ve Allah'ın sıfatları gibi mes'eleler üzerindeki görüşleri, kendisinin fıkıh metoduna uygundur. O, bu konularda da Kur'ân ve Sünnetin hükümlerine sarılır,, mütekellimler (kelâmcılar)in ileri sürdüğü delillere fazla dalmazdı. Ancak, bu delillerin nass'ları destekliyecek kadarım alırdı. Meselâ, Kur'ân ve Hadîs nass'larının zahirlerine bakarak îmanın artıp eksileceğine inanırdı.[25]

Hilâfet Hakkındaki Görüşü

Kelâmcılarla siyasi fırkaların ortaya attığı mes'elelerden biri de hilâfet mes'elesi ve hilâfetin şartlarıdır. Bu mes'elenin, yakın veya Uzaktan fıkıhla bir alâkası vardır. Şafiî'nin bu konuda üç türlü görüş sahibi olduğu rivayet edilmiştir:

1 —Şafiî, hilâfet (İmamet) in yerine getirilmesi gereken dînî bir emir olduğuna inanırdı. Dolayısiyle gölgesinde, hem müslümânların iş yapacağı, hem de kâfirlerin faydalanacağı.bir halîfenin bulunması şarttır. Tâ ki Ali'nin deyişiyle, «İyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanların da şerrinden korunulmuş olsun.»

2 —Şafiî, hilâfetin Kurayş'e ait olduğunu kabul ederdi. O, bu konuda Ömer b. Abdilaziz ve İbni Şihab ez-Zühri'den Peygamber'e ulaşan bir senedle; «Kim Kurayş'e ihanet ederse Allah da ona ihanet eder.» hadîsini rivayet ederdi. Yine O, Peygamber'in Kurayş'e hitaben şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Siz haktan ayrılmadıkça bu işe daha lâyıksınız. Ancak, adaletten ayrılırsamz hurma yaprağı gibi soyulursunuz.» Bu nass'dan anlaşıldığına göre halîfenin adaletli olması şarttır. Zâlim.bir kimse halîfe (İmam) olarak kabul edilemez.

3 —Şafiî, hilâfetin sahih olması için bîat'ın önceden yapılmış olmasını şart koşmazdı. Şubhesiz bîat'ın önceden yapılmış olması daha iyidir. Fakat, Şafiî'ye göre Kurayş'ten bir kimse zorla: iktidarı ele geçirse, sonra adaletle hareket etse ve halk onun halifeliği üzerinde fikir birliğine varsa bu kimse meşru bir halife sayılır.. Talebesi Harmele, Şafii'nin-. «Kılıçla hilâfeti ele geçiren ve daha sonra . halkın kabulüne mazhar olan Kurayş'li bir kimse halîfedir.» dediğini rivayet eder. Şafiî, hilâfet için ortaya atılan kimsenin Kurayş'li olmasını, iktidarı ele almadan önce veya sonra halkın onun etrafında birleşmiş olmasını şart koşardı. Daha önce belirttiğimiz gibi adaleti de şart koşardı. İmam Şafiî'ye göre insanların hilâfete en lâyık olanı Ebu Bekr Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman Zinnû-reyn, daha sonra da hidâyet yolunun İmamı Ali b. Ebî Tâlib'dir. Allah cümlesinden razı olsun!

Rivayete göre Şafiî, Hulefâ-i Râşidin'i beş olarak kabul ederdi. Yâni, dört halîfeye beşinci olarak Ömer b. Abdilaziz'i de eklerdi. Şafiî, Hulefâ-i Râşidin'in üstünlüğünü, halîfe oluşlarmdaki sıraya göre kabul ederdi. Fakat, kendisi de Kurayşli olan Şafii, üstünlük bakımından Ebu Bekr'den sonra geldiğini kabul ettiği Âli'yi, özel olarak, severdi. Şafiî'nin Ali (r.anh)'ye hayranlığını gösteren şöyle bir rivayet vardır: Ali hakkında konuşan bir kişinin; «İnsanlar, ancak, hiçbir -kimseye kıymet vermediği için Ali'den nefret etmiştir.» demesi üzerine Şafiî, şöyle söylemiştir: «Uz. Ali'nin dört meziyeti vardı. Bu meziyetlerden birine sahip olmak bir insanın başkalarına kıymet vermemesini haklı gösterir:

a) Ali zâhid idi. Zâhid, dünyaya ve dünya ehline önem vermez.

b) Ali âlim idi. Âlim, hiç kimseye kıymet vermez.

c) Ali yiğit idi. Yiğit de, kimseye önem vermez.

d) Ali şerefli idi. Şerefli insan da, kimseye kıymet vermez.» Öte yandan Ali'yi, Peygamber (s.a.v.), Kur'ân ilmi ile başkalarından ayırmıştır. Çünkü Peygamber, onu çağırmış ve insanlar arasında hüküm vermesini emretmiştir. Onun verdiği hükümler, Peygamber'e arzedilir, O da bunları imza ederdi.

İmam Şafii, Ali ile Muâviye arasındaki ihtilâf konusunda Ali'yi haklı ve Muâviye'yi de haksız bulurdu. Hattâ Muâviye'yi, bâgî. (âsî) sayardı. Keza, Hâricileri de bâğî sayardı. Bunun içindir ki Şafiî, bâgîlerle ilgili hükümlerde Uz. Ali'nin Hârici'lere karşı yapmış olduğu muameleyi esas olarak almıştır. Bu hususta şöyle bir rivayet vardır: Ahmed b. Hanbel'e, Yahya b. Maîn'in Şafiî'yi şiî saydığı söylenmiştir. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn'e bunu nasıl teşhis ettin, diye sorduğunda Yahya, şu cevabı vermiştir: Şafiî'nin bâgî'lerie savaşmak konusunda yazdığı eseri inceledim. Gördüm ki, o başından sonuna kadar delillerini Ali'den almaktadır. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel: Aşk olsun sana! Şafiî bâgîlerle savaşmak konusunda delillerini kimden alacaktı? Çünkü, bu ümmet içerisinde bâgîlerle ilk olarak savaşma imtihanı ile karşılaşan Ali b. Ebi Tâlib'dir, demiştir.[26]

Şafiî'nin Fıkhı

Şafiî, Bağdad'tan Mekke'ye döndükten sonra hocası İmam Mâlik ve Irak fıkhını temsil eden Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybâni'ye bağlı kalmamış ve kendine özgü fıkhî bir çığır açmıştır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Şafii, fürû' mes'elelerinin yanında külli kaideleri tesbite yönelmiştir. Bunun içindir ki, İmam Ahmed b. Hanbel onun hakkında şöyle demiştir. «Fıkıh kapısı, ehli üzerine kilitli idi. Nihayet onu Allah Şafii ile açtı. İnsanlar, bu ilim nev'ini, fıkhî çalışmalarda açılan yeni bir kapı olarak kabul ettiler. Bu ilmi, Şafii'den önce kimse ortaya koymamıştır. Hattâ 195 H. yılında Şafii bunu ilân ettiği zaman âlimlerin hayranlığını mucip olmuştur. Ebu Ali el-Kerabîsî[27] der ki: «Biz ne Kitabı, ne Sünneti, ne de İcma'ı biliyorduk. Nihayet Kitap, Sünnet ve İcma'ı Şafiî'den öğrendik.» Ebu Sevr el-Kelbî (öl. 240 H.) de şöyle demiştir: «Şafiî, memleketimize relince yanına vardık. O, Aİlâhu Teâlâ, bazan ânımı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hâssı (özel bir şeyi) muradeder; bâzan dalâssı zikreder, bununla da âmmı murad eder, diyordu. Halbuki biz tamları bilmiyorduk. Şafiî'ye sorduk, şöyle cevap verdi: Bakınız lur'ân'da «...İnsanlar sizlere karşı bir ordu topladılar...»[28] buyurmaktadır. Buradaki «İnsanlar» dan murat Ebu Süfyan'dır ki, İşte bu hâss'dır. Yine Kur'ân'da: «Ey Peygamber, kadınları boşuyacağınız vakit...»[29] buyurmaktadır. Burada da hâss zikredilmiş olduğu halde murat edilen âmm'dır, yâni insanlardır.

İşte görülüyor ki, Şafiî Bağdad'a .geldiği zaman çantası, Bağdadlılarm bilmediği böyle bir ilimle dolu idi. Bu ilmi, kuran, yani usûl-i fokh'ı açıklayan ve esaslarını tesbit eden Şafiî idi. Gerçi O, bu ilmi tamamen yoktan varetmemişti.

Şafiî'nin fıkhını incelerken iki hususu, burada kısaca, belirtmemiz gerekir:

1 —Şafii'nin, fıkhını üzerine bina etliği deliller veya fıkhının kaynakları,

2 —Şafiî'nin usûl-i fıkıh ilmine dair çalışmaları.[30]

Şafiî Fıkhının Kaynakları[31]

1, 2- Kîtab Ve Sünnet:

îmam Şafiî, fıkhını, beş kaynaktan beslemiştir. Kendisi bunları «el-Unun» adlı kitabında şöyle tesbit etmiştir: «îlim çeşitli tabakalara ayrılır: Birincisi, Kitab ve sabit olan Sünnettir. İkincisi, hakkında Kitab ve Sünnette bir hüküm bulunamayan mes'eleler üzerindeki icmâ'dır. Üçüncüsü Peygamber'in sahâbîlerinden bir kısmının söylemiş olduğu sözdür. Burada diğer sahâbilerden onlara muhalif olanlarm bulunduğunu bilmememiz şarttır. Dördüncüsü, üzerinde Peygamber (s.a.v.)'in sahâbîlerinin ihtilâfa düşmüş oldukları sözdür. Beşincisi Kıyastır. Bu da, Kitab ve Sünnette mevcut olandan başka bir şeye dayanmaz. İlim, ancak bu eh üst tabakadan elde edilir.»[32]

Buna göre Şafiî, istinbat mertebelerinin başına nass'ları koymaktadır. Bunlar da, Kitab ve Sünnettir. Şafiî, Kitab ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmekte ve diğer kaynakları bunlara dayandırmaktadır. Sahâbîler, görüşlerinde ister ittifak etsinler, ister ihtilâfa düşsünler, Kitab ve Sünnete aykırı hareket edemezler. Hattâ onların görüşleri, ya bir nass sebebiyle Kitab ve Sünnete dayanmakta veya bunlara hamledilmektedir. Keza, icmâ'-da Kitab ve Sünnete dayanmakta ve bunların dışına çıkmamaktadır. O halde ilim, daima üst kaynaktan alınmaktadır ki bu da Kitab ve Sünnettir.

İmam Şafii'den sonra gelen fakîhlerin Kitabı önce, Sünneti de ikinci olarak zikrettiklerini görüyorUz. Keza, Şafiî'den önce Ebu Hanîfe'nin de delil olarak önce Kitabı kabul ettiğini, Kitabda bir nass bulamadığı zaman Sünnete başvurduğunu görüyor. Muaz b. Cebel'den rivayet edilen hadis-i şerîfde de Kitab önce gelmektedir. Yani Peygamber (s.a.v.), Muaz b. Cebel'e: Ne ile hükmedeceksin? diye sorduğunda Muaz.- Allah'ın Kitabıyla hükmedeceğini, Kitabda bir nass bulamazsa Resûlüllah'm Sünnetiyle hükmedeceğini, her ikisinde de bir nass bulamazsa re'y'i ile ictihad yapacağını söylemiştir;

Öyle ise Şafiî, Sünneti Kur'an ile niçin birleştirmiştir? Halbuki gerçekte bunun ikisi aynı mertebede değildir. Sünnetin huccet oluşu Kitab sayesindedir. Şubhesiz ki Şafiî, Sünneti