Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Mucizesi: Kur'ân'da Mu'cize

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11650
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
[b]Kur'ân'da Mu'cize Ve Hz. Muhammed'in (aleyhissalâtü vesselâm) Mu'cizeleri[/b]

Mu'cize, nübüvvet iddia edenin dâvasının doğruluğunu gösterir bir surette, kendisini inkâr edenlere meydan okuma esnasında, elinde görülen harikulade her işe denir,1 Tarifinden de anlaşılacağı gibi mu'cize nübüvvetle alâkalıdır.

Bir kimsenin vahiy alan bir Resul sayılabilmesi için mu'cize göstermesi asla zarurî değildir. Bir kimse Resul bile olsa, gösterdiği bir mu'cizede onun insanlık vasfından gelen birşey bulunmayıp, herşey Allah'a bağlıdır ve O'nun takdir ve mer'iyyetiyle olmaktadır. "Dediler ki: 'Ona Rabbinden mu'cizeler indirilmeli değil miydi?' De ki: Mu'cizeler Allah'ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.' Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz, onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır" (Ankebût, 29: 50-51). "De ki: 'Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim. Bana kötülük dokunmamıştır. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." (A'râf, 7: 188). "...Ben size kendiliğinden bir şey teklif edenlerden de değilim" (Sâd, 38: 86). Hz. Musa'nın, yılana dönen asasından evvelemirde ürkmesi (Tâhâ, 20: i8-2i)'de, Resullerin ellerinde ortaya çıkan mu'cizelerde, onların insanlık vasfından gelen birşey bulunmayıp, herşeyin Allah'ın takdiriyle olduğunu gösteren bir başka husustur.

Mu'cize, adet ve alışılmışa aykırıdır fakat akıl ve imkâna aykırı değildir.2 Alışılmış durumlara aykırı olması onun meydana gelişini muhal kılmaz. Mu'cizeleri hârika yapan, nadir rastlanmaları ve alışılmamış oluşlarıdır.

Mu'cizelerin müsbet mânâda tesiri bir realitedir. Hz. Musa'nın mu'cizesini görünce inanan sihirbazlar, Firavnun. ellerini ve ayaklarını çaprazlama keseceği tehdidine aldırmadılar ve fütur getirmediler.3 Kur'ân, bu cümleden olarak mucizenin, mü'minin imânına imân kattığını ve onu mutmain kıldığını bildirir.4

Resûl'ün ilâhî te'yide ve tasdike mazhar olduğunu gösteren mu'cize karşısında insanların durumu şöyledir:

1. Öyle kimseler vardır ki bunların herhangi bir mu'cizeye ihtiyaçları yoktur. “Yâ Rabbena, biz, 'Rabb'inize inanın' diye imâna çağıran bir dâvetçi işittik, hemen inandık. (...)" (Âli imrân. 3:193).

2. Bir kısım insanlar ise, buna ihtiyaç duyarlar. "Siz Rabb'inizden yardım istiyordunuz, O da: 'Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim' diye duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak müjde olsun ve mutmain olasınız diye yapmıştı. (...)" (Enfal, 8: 9-10). 3. Nihayet bir üçüncü kısım vardır ki bunlar pek açık mu'cizeler de görseler ikna olmazlar. "Biz o Fir'avn'a âyetlerimizin hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı" (Tâhâ, 20: 56). "Onlara gökten bir kapı açsak oraya çıkacak olsalardı: 'Herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz büyülenmiş bir topluluğuz." derlerdi" (Hicr, 15:14-15). Sıradan bir insan için mu'cize göstermek mümkün değildir. Şayet, Allah bütün insanların mutlak iyi ve güzel davranışlar içinde bulunmalarını dilemiş olsaydı, onları melekler kadar itaatkâr yaratırdı, artık peygamberler göndermeye de ihtiyaç kalmazdı yahut bu peygamberlerin duâ ve yakarışlarını kabul ederdi de bütün inanmayan kâfirler bir anda mü'min ve müslüman hâle gelirler veyahut da onların beddualarıyla kâfirler yeryüzünden silinip giderlerdi.

A. Hz. Muhammed (s.a.s.)'ın Kur'ân'da Zikrolunan Mu'cizeleri

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in risâleti hakkında insandan sadece kuru bir tasdik istemez; aksine onu düşünmeye ve aklını kullanmaya sevk eden deliller ve burhanlar göstererek, bunlardan hareketle gerçeği kendi aklı ile bulmasını ister. Zira, bu yolla varılan kanaat ve inanç asla sarsılmaz; gayret neticesinde ulaşıldığından menfî cereyanlar karşısında da kolay kolay yıkılmaz. Nitekim, Kur'ân ve Hadîs'de "mucize" kelimesi geçmeyip, buna mukabil "bürhân", "âyet" vb. tâbirler geçmektedir. Maamafih, mu'cizenin. nübüvvet dairesi içinde tabiî bir durum olarak yerini aldığı bir realitedir. Bir başka ifade ile mu'cize, nübüvvetin ayrılmaz bir parçası, bir unsurudur. Nitekim, her Resulün hayatında mu'cize görülmüştür. O halde, Son Resûl'ün (s.a.s.) de birçok mu'cizesinin olması risâletin tabiatı icabıdır.

Mu'cize denilince, akla "birtakım harikulade hâdiseler" gelmektedir. Hemen her Resulün hayatında birçok durum görülmüştür. Hz. Muhammed (s.a.s.)'ın hayatı da mu'cize doludur. Kur'ân-ı Kerîm, önceki peygamberlerin mu'cizelerini zikrettiği gib, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bazı mu'cizelerini de zikretmiştir. Ancak, Hz. Peygamber'in mu'cizeleri, Kur'ân'da zikredilenlere münhasır değildir. Resûlullah (s.a.s.)'ın başka birçok mu'cizesi de vardır ki, bu mu'cizelerin mecmuu tevatür derecesine ulaşmıştır.5 Biz burada, sadece Kur'ân'da zikredilenleri tesbitle yetineceğiz. Kur'ân'ın zikrettikleri anlaşılınca, ötekilerin varlığı da ispatlanmış olacaktır.

1. EBEDÎ MUCİZE: KUR'ÂN

Allah Teâlâ, her Resule, gönderildiği kavme ve çağa uygun gelecek bazı mu'cizeler verdi. Hz. Musa (a.s.)'nın gönderildiği toplum; tabiî ilimler, sihir ve sanatta mahir olduğundan, asasının yılana döndüğünü gördüğünde, -inâd ehli hâriç- kavmi onun Allah tarafından gönderildiğini anlayıp, ona imân etti. Hz. Musa'nın nübüvvetini herkesten önce sihirbazlar anlayıp, "ilk inananlar" oldular. Zira onlar, sihir konusunda uzman olduklarından, gördüklerinin sihir olmadığım kavramada güçlük çekmediler (A'rât, 7:123-124; Tâhâ, 20: 71; 26; Şu'arâ, 26: 49).

Gönderildiği toplum, tıp sahasında mütehassıs olduğundan, Hz. İsa'ya, "Allah'ın izni ile anadan doğma körleri, alaca hastalıkları iyileştirme ve ölüleri diriltme" mu'cizeleri verildi (ÂLİ îmrân, 3:49; Mâide, 5:110). Ayrıca, Hz. İsa'nın gönderildiği insanlar, öldükten sonraki dirilişe inanmadıklarından, "Allah'ın izni ile ölülerin diriltilmesi" mu'cizesi ile, ikinci dirilişin imkânı da fiilen gösterilmîş oldu.6 Zira, inanç esaslarını tesis etmek, Resullerin gönderiliş gayelerinin başında gelir.

Hz. Muhammed (s.a.s.)'in nübüvvet asrındaki Araplar ise fesahat ve belagatta başkalarının ulaşamayacağı bir dereceye ulaşmışlardı, onların en zekîleri, bütün aklî ve hayalî kuvvelerini harekete geçirerek lisânlarını en iyi bir şekilde kullanıyorladı. Böyle bir toplum içinde zuhur eden Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ise nazım, üslûb, fesahat ve belâğat ile ihtiva ettiği mânâlar bakımından beşer takatini aşkın bir kitap olan Kur'ân verildi. Böylece Hz. Muhammed (s.a.s.)'in kavmine gösterdiği büyük bir burhanı oldu ki bu, öteki Resullerin gösterdikleri mucizelerden daha kuvvetli, daha şümullü oldu. Zira, onların mu'cizelerini, kendileriyle birlikte yaşayanlar müşahede etti. Lâkin, Son Nebî'nin Nübüvvetinin burhanını, O'nun saadet asrına muttali olanlarla birlikte, sonraki çağlarda yaşayanlar görecektir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bütün insanlara gönderildiğinden (Sebe, 34: 28), Nübüvvetinin âyetinin de bütün insanlar için delîl ve rehber olma vasfını hâiz olması gerekmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in halkı davet ettiği, onunla meydan okuduğu ve peygamberlik dâvasının doğruluğuna delîl olarak gösterdiği bürhân; Kur'ân-ı Kerîm'dir. Allahu Teâlâ, O'na bunu emretmiştir. "Dediler ki: 'O'na Rabb'inden mu'cizeler indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Mu'cizeler Allah'ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım'. Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz, onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır" (Ankebût. 29: 50-51). "Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. (...) Onları açık delillerle ve Kitâblarla gönderdik. Sana da bu Kur'ân'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, ta ki düşünüp öğüt alsınlar" (Nahl, 16: 43-44).

Kur'ân'ın mu'cize olduğunu gösteren hususlar çok olmakla beraber iki kısma ayrılabilir: Bütün insanlara hitap eden yönü ile sadece Araplara hitap eden yönü.7

Kur'ân'ın bütün insanlara hitap eden i'caz yönü, gaybî haberlerinin verdiği gibi çıkmasıdır. Geçmiş ümmetlerden haber vermesi de bu cümledendir. Ayrıca her zaman ve mekâna uygun düşen dakik şâmil teşriî de bu nevidendir.

Sadece Araplara hitap eden i'caz yönü ise, Kur'ân'ın, eşsiz nazmıdır ki, bu, ne nesrin bilinen üslûplarına ne de şiir kalıpları ve kafiyelerine tetâbuk eder. Kur'ân'ın nazmı, nesir ve şiirden üstündür. O, kültürlü kimselerin yanı sıra, geniş halk kitlelerinin de anladığı eşsiz üstün bir be-lagata sahiptir. Öyle ki, Nübüvvet asrında, mükerrer meydan okumasına rağmen benzerini ortaya koymak mümkün olmamıştır, kıyamete kadar da mümkün olmayacaktır.

Kur'ân önce benzeri bir kelam ortaya koymak yönünde meydan okudu.

"Doğru iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler" {Tur, 52: 34). Evet, niçin yapamasmlar? Dil onların dili, belagat, fesahat, güzel ifade dillerinin alışık oldukları hususlardı! Fakat yapamadılar; yapamayınca on sûrenin benzerini getirmeleri istendi.

"Yoksa onu uydurdu mu? diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!" (Yûnus, 10: 38). Bu, "Bakara" sûresinde de tekrarlandı. "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka bütün şahitlerinizi de çağırın; eğer doğru iseniz bunu yapın. Yok eğer yapamadınızsa ki asla yapamayacaksınız. O hâlde yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının" (Bakara, 2:23,24). Onların acizliği ve bunun hiçbir surette mümkün olmadığını şöyle ilân etti:8

"De ki: 'Kasem olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler de bunu yapamazlar" (İsrâ, 17:88).

Kur'ân, Araplara muâraza yapmaları için meydan okudu; lâkin yapamadılar. Eğer ya-pabilselerdi, kesinlikle yaparlardı, bunun aksi iddia edilemez; çünkü, muârazadan âciz kalınca Hz. Peygamber'e savaş açtılar. Eğer kelamla muârazaya güçleri yetseydi, ondan son derece güç ve meşakkatli olan harbe başvurmazlardı. Savaşa girişmeleri, muâraza yapamadıklarını gösterir.9

Oysa, Hz. Peygamber (s.a.s.) ümmî idi. "(Ey Resul) sen bundan önce bir kitâb okumamış, elinle de onu yazmamıştın. Öyle olsaydı o zaman (Allah'ın sözlerini boşa çıkartmaya çalışan) iptalciler, kuşkulanırlardı" (Meryem, 19:48). "O'dur ki ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitâb ve hikmeti öğreten bir Resul gönderdi. Oysa onlar, önceden, apaçık sapıklık içinde idiler" (Cum'a, 62:2). Aynca şu âyetler de O'nun ümmî olup (A'râf, 7:157,158), ümmî bir kavim arasından neş'et ettiğini bildirmektedir.

Hz. Muhammed (s.a.s.), kitap okumadı, şiir söylemedi, irticalen de olsa hutbe irâd etmedi. Herhangi bir kabileye başkanlık yapmadığı gibi, insan topluluklarının kânunlarını ve dinlerini de tanımadı. Eğer bu saydıklarımızla alâkası olsaydı, bunlar, nübüvvetten önce ve sonra, ken-disinden işittikleri ve öğrendikleri herşeyi rivayet etmek isteyen tabileri naklederlerdi, yahut nübüvvetini inkâr etmede kullanmak üzere düşmanları yayarlardı. O, kırk yaşına gelinceye kadar böyleydi. Bedîhî bir şekilde bilinmekte ve kabul edilmektedir ki, herhangi bir ilimde temayüz eden bir kimsenin üzerinde, henüz gençliğinde bu ilimle ilgili maharet belirtileri görülür.10 Oysa, Hz. Muhammed (s.a.s.)'da bu kabilden birşey müşahede olunmadı.

Bu devrede O'nun hakkında söylenen şey, O'nun emîn olduğu ve kavminin oyun ve eğlenceye dalma ve putlara tapma gibi bâtıl işlerinde onlardan uzaklaştığıdır.

"Şu hâdise gerçekten şaşırtıcı değil midir? Ümmî bir millet içinde ümmî bir adam… Sadece bâtıllarına ve günahlarına iştirak etmeksizin aralarında bulunuyor. Ücretli çobanlık ve ücretli ticaret yaparak kendisinin ve çoluk çocuğunun geçimini temin etmekle meşgul oluyor. Ne ilimle ne de alimlerle hiçbir münâsebeti yok. Böylece ömrünün 40 senesini bu tarzda geçiriyor. Bu vaziyet devam edip giderken birdenbire bir sabah kalkıp, şimdiye kadarki yaşayışından hiç bilmediği ve bir tek kişiye bir harfle olsun bahsetmediği meseleleri bize anlatmaya başlıyor. Hem de nasıl? O çok eski çağlarda cereyan etmiş olup da ilim ehlinin defterlerinde, bohçalarında saklayıp gizledikleri bilgileri gün ışığına çıkartıyor."11 "De ki: Ben yalnızca sizin gibi bir beşerim, şu var ki bana, ilahınızın sadece bir İlah olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın." (Kehf, 18: 110).

2. YÜCE AHLÂKI

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (s.a.s.)'ın yüce ahlâkına işaret edip, O'nun mü'minler için numûne-i imtisal olduğunu bildirmektedir. "Allah'ın Resulünde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe ümitle bağlananlar için ve Allah'ı bol bol zikredip hatırlayanlar için muhakkak (arkasın-dan gidilmeye değer) pek güzel bir örneklik vasfı vardır" (Ahzâb, 33: 32). "Kasem olsun ki, sen büyük bir ahlâk üzerindesin" (Kalem, 68: 4). Resûlullah (s.a.s.)'ın ahlâk ve hâllerinden nübüvvetine delil getirmek, mu'cizeye ait önemli bir husustur.12 Binaenaleyh, O'nun ahlâk-i hamîdesinden bazı noktalara işaret etmemiz gerekiyor.

a. Sıdk yani doğruluk, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in en bariz vasıflarındandır. Hiç kimse, O'nun, ne din işlerinde, ne de dünya işlerinde hilâf-ı hakikat birşeyine şahit olmamıştır. Eğer O'ndan, böyle bir şey sudur etmiş olsaydı, muarızları tarafından açığa çıkartılır, ilân edilirdi.13 Böyle bir iddia şöyle dursun, sonraları muarızları olacak kimseler bile ona Muhammedü'1-Emîn dediler. Onun için, Arapların hiçbirisi Hz. Peygamber'i ziyarete giderken, O'nun sıdkını anlamak için, kâhinleri tâbi tuttukları bir denemeyi O'na tatbik etmeyi akıllarının köşesinden bile geçirmiyorlardı. Çünkü doğruluğu, O'na Rabb'i tâlim etmiştir: "Emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tevbe edenler de (doğru olsunlar) aşırı gitmeyiniz! Zira O, yaptıklarınızı görmektedir." (HM, 11:112). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bi'setten sonraki hayatı ile beraber bi'setten önceki hayatı da bir mu'cizedir. Zira, içinde neş'et ettiği toplum her türlü bâtıla dalmışken, kendileri daima pâk ve müberrâ kalmışlardır. "De ki: (...) Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?" (Yûnus, 10: 16).

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sıdkını, düşmanları da itiraf etmiştir. Bu konuda en açık şehadet, bizzat düşman tarafın başkanı olan ve bu şehadetinden ancak iki sene sonra İslâm dinini kabul eden biri yani Ebû Süfyân tarafından yapılmıştır. Bu şehadet üzerine imparator Heraklius şu neticeye varmıştır: İnsanlara yalan söylemeyen Allah hakkında da yalan söylemez.14

b. Risâletten önce, Kabe binasının yapımı esnasında Hacerü'l-Esved'in yerine konması hakkında ihtilafa düşen Kureyşliler O'nun hakemliğine başvurduklarında O, en güzel, bir şekilde ihtilâfı bertaraf ederek meseleyi tatlıya bağlamıştır.15 Güvenilir olmayan bir kimsenin hakemliğine başvurulur mu?

c. Resûlûllah (s.a.s.), bir merhamet timsaliydi. "Muhakkak, içinizden size öyle bir Resul geldi ki sıkıntıya uğramanız O'na ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir" (Tevbe, 9:128). Hz. Peygamber, kavminin imân etmesini çok istedi ve tebliğini aralıksız sürdürdü ve hiç ümidini kesmedi. Onların, karşı tavır takınmalarını ise cehaletlerine verip, aydınlığa çıkmaları için onlara duâ da etti. Hatta, kavminin hidâyete ermesi yönündeki ısrarından ötürü ilâhî uyarıya muhatap kaldığı bile oldu: "Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntüden kendini helak edeceksin" (Kehf, 18: 6).

d. Peygamber Efendimiz (S.A.S), makamının yüceliğine rağmen insanların en mütevâzisi idi: Hastayı ziyaret eder,16 cenazeye iştirak eder, kölelerin dâvetine icabet eder, ayakkabısını tamir eder, elbisesine yama yapar,17 ev işlerinde ailesine yardım ederdi. Çocuklara selâm verir, on-ların hâl ve hatırını sorardı.'8 Resûlûllah (s.a.s.)'a bir adam getirildi; heybetinden titremeye başlayınca, "Sakin ol! Ben bir kral değilim. Ben güneşte kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum" dedi.19 Ashabı ile, onlardan biriymiş gibi otururdu; yabancı biri içlerinden hangisinin O olduğunu bilmezdi. O'na hitap edene, "Lebbeyk (buyrun)" derdi. Ashabına, ikrâmen künyeleri ile hitap ederdi. Allah Resulü Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm, dünya ve servet ehline karşı azîz; fakirler, düşkünler ve ehl-İ dine karşı da son derece mütevazı idi. Enes (ra) demiştir ki: "Resûlûlah (s.a.s.)'a on sene hizmet ettim; asla bana ‘öf’ demedi. Yaptığım bir şeyden ötürü: 'Niçin bunu yaptın?' Yapmadığım bir şeyden Ötürü de: 'Onu yapsaydın ya!' dediği olmadı. Hz. Peygamber, en güzel ahlâk sahibiydi."20

"Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için mağfiret dile. Yapacağın işler hakkında onlara danış, karar verince de Allah'a dayan: çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever"(Âiıi İmrân, 3, 159).

e. Hz. Muhammed (a.v.s), risâletini edâ ederken çeşitli sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalmasına rağmen, başlangıçta tuttuğu yolu hiçbir zaman değiştirmedi. Maruz kaldığı sıkıntılara ve meşakkatlere karşı sabretti, azminde fütur getirmedi. Sonra düşmanları mağlup olup, büyük ordusu, kuvvetli ve galip devleti olduğunda, yine ilk tuttuğu yoldan şaşmadı; dünyadan sarfı nazar edip, âhirete yönelik tavrını hiç değiştirmedi.21

"Hülâsa, fikren yükselip O'nun siretine toplu bir bakış yapılacak olursa yüce ahlâktan meydana gelen nice parlak deliller görülür. Bunlardan sadece bazı örnekleri göz önüne getiren kimse tertemiz, dürüst, ağırbaşlı, bilmediği hususta tek söz söylemeyen, gördüğünü gizlemeyen, kendisini övenlere kulak vermeyen ve büyüklerin süsü olan tevazuu, liderlerde eşine nadiren rastlanacak derecede açık sözlülüğü, âlimlerde pek az rastlanacak derecedeki titizliği ile arz-i endam eden bir şahsiyet karşısında olduğunu anlamakta gecikmez. Böyle bir zât, ne aldanır, ne de aldatır; hâşâ!"

İmdi, Kur'ân, Resûlûllah (s.a.s.)'ın beşer olduğunu (İsrâ, 18: 110; Fussiiet, 41: 6), O'nun da be-şerde bulunan yeme, içme ve ölme gibi hâlleri olduğunu (Furkan 25: 20; Zümer, 39: 30) bildirir. Bu, müslümanları, Ehl-i Kitab'ın düştüğü küfre (Mâîde, 5: 17. 72; Tevbe, 9: 30, 31) düşmekten muhafaza ettiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in dâvasını da ispat eder. Zira, olumsuz taraflarını, zaaflarını bir tarafa bırakalım, normal olarak bir insanın göstereceği maharetler, meziyetler, iyi ve güzel hasletler aşağı yukarı bellidir. Çoğu zaman, her insan, bir iki hasletle tanınır. Meselâ, bir kimse ya cesaretle veya cömertlikle yahut diğergâmlıkla veyahut çalışkanlıkla şöhret kazanır. Bütün bu vb. güzel hasletlerin tamamını kemâl mertebesiyle, kendinde toplayan bir insan görülmemiştir. Eğer "bir insan", sadece alelâde insanlara değil, aynı zamanda fevkalâde meziyetleri olan insanlara da, ondört asır gibi uzun bir zamanda numune-i imtisal olmuş ve beşeriyyetin bunca terakkisine rağmen hâlâ erişilememiş ve bundan sonra da erişilemeyeceği kabul, tasdik ve teslim edilmîşse bu, O'nun durumunun harikuladeliğini ispat eder. Bu, mu'cizelerin en büyüğüdür.22

3. İSRA MUCİZESİ

İsrâ ve mirâc mu'cizesini Kur'ân zikretmiştir. Müslümanların cumhuru, bunun cesed ve ruh ile birlikte vuku bulduğu hususunda müttefiktirler. Bu konuda icmâ vardır.23

"Eksiklerden uzaktır O Allah ki, geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya yürüttü. O'na âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye böyle yaptık. Gerçekten O işiten, görendir" (İsrâ, 17: 1).

İsrâ sûresi 93. âyetinden, müşriklerin de bu gerçeği kabul ettiklerini, ancak inatlarından dolayı ilâve bazı şeyler istediklerini anlıyoruz: "Yahut altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Maamafih, sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir Kitap indirmedikçe senin sadece göğe çıkmana da inanmayız (...)"

Hal böyleyken, bazı kimselerin, Mi'râc hadisesinin, ″Danyal peygamberin semâya direklerle veya ateşten bir binek ile çıkmasını andırmasından″ ötürü bu mu'cize hakkında şüphe uyandırmalarını anlamak mümkün değildir. Zira, din ile alâkalı her hususta olduğu gibi mu'cize hadisesinde de "Dinin Birliği" gerçeğini hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekir. Haddizatında nübüvvet bir bütündür. Binaenaleyh, mu'cizesiz peygamber düşünmek mümkün değildir. Peygamberlerin hepsi Allah katından gönderilmîştir. Dolayısıyla, Nebilerin durumları arasında benzerlikler tabiî, hatta zarurîdir. Meselâ Hz. Musa'ya inen dokuz prensibin tamamının Kur'ân'da mevcut olması bunun bir ifadesidir. O halde, bir hususun reddi için onu ehl-i kitabın yanında olmasını yeterli görmek, büyük bir usûl hatasıdır.

Diğer tarafta, bazı kimselerin, akıllarının kavramaktan aciz kaldığı hususları reddetme gibi bir tutum takındıkları görülmektedir. Kur'ân, bu yanlış tavrın sebebini bildirmektedir: "Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, yorumu kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak o zalimlerin sonu nice oldu" (Yûnus, 10: 39).

4. HZ. RESUL ve TEBLİĞ

Resul-i Ekrem (s.a.s.)'in hıfz ve ismeti, büyük bir mu'cizedir. Zira, ne kadar büyük olursa olsun (Ahzâb Bedir ve Huneyn gazvelerinde olduğu gibi) hiç kimseden çekinmemiştir. O'na bu cesareti Rabbi aşılamıştır: "Ey Resul, Rabbinden sana indirileni duyur: eğer bunu yapmazsan O'nun risâletini duyulmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumuna yol göstermez" (Mâide, 5: 67). Etrafında koruma görevlileri eksilmeyen bir hükümdar bile bunu garanti edemez. Birçok koruma görevlisine rağmen, nice idarecilerin, suikastçıların ellerinden kurtulamadıkları malûmdur. Oysa, Resûlullah (s.a.s.), bu gerçek va'de büyük itimad göstermiştir. Saîd b. Cübeyr'den şöyle nakledilmîştir: Geceleri Resûlullah'ın yarımda mü'minler nöbet tutardı. Bu âyet iner inmez korumayı kaldırdı ve: "Artık gidebilirsiniz. Çünkü Allah beni korumayı deruhte etti" dedi.24 Gerçekten, Allah O'nu birçok yerde korudu. "Ey Nebî, Allah sana ve sana tabî olan mü'minlere yeter" (Enfâl, 8: 64).

Resûlullah (s.a.s.)'ın Huneyn gazvesinde gösterdiği kararlı tavır ve kahramanlık, O'nun bu ilâhî va'de gösterdiği itimadın bir başka Örneğidir. O savaşta Müslümanlar dağılmış, Hz. Peygamber düşmanlar arasında tek başına kalmıştı. Müslümanlar bozguna uğrayınca, kısrağını düşman cihetine sürdü. Amcası Abbâs da kısrağın gemini tutarak sürat yapmasını engelliyordu. Derken müşrikler. Resûlullah'ın bulunduğu tarafa geldiler, etrafını sardılar. O ise dönüp arkasına bakmadı bile. Aksine kısrağından indi. Hareketleriyle adeta: "İşte yanınızdayım, elinizden geleni yapın!" demek istiyordu. Sonra şöyle dedi: "Ben gerçekten Peygamberim, bunda yalan yok. Ben Abdulmuttalib'in torunuyum." Onlara meydan okuyor, sanki bulunduğu yeri bildiriyordu. Neticede O'na en ufak bir zarar bile veremediler, bilakis Allah, O'nu görünmez ordularıyla destekledi, kendi eliyle düşmanları defetti.25

Yine en tehlikeli durumlarda, -meselâ. Gâr-ı Hira'da olduğu gibi- kurtulma yolu ve ümidi normalde gözükmezken, gayet metanetli ve son derece emîn ve mutmaîn bir şekildeki hal ve tavrı; yanındaki Hz. Ebû Bekir'e ″Tasalanma Allah bizimledir" (Tevbe, 9: 40) demesi, nübüvvet ve ciddiyetine kâfî şahit, hak ile kenetlendiğine kuvvetli delil olmanın yanı sıra nübüvvetinin bir mu'cizesidir.

5. BEDİR GÜNÜ

Kur'ân, Bedir gazvesinde birçok mu'cizenin gerçekleştiğini bildirmektedir. Bunlara teker teker işaret edelim.

a. "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı." (Enfâl, 8:17).

İbn-i Kesir (ö: 774/1373) der ki: "el-Vâkıdî'nin rivayet ettiğine göre, Mervân b. el-Hakem, Hakîm b. el-Hızâm'a Bedir gününü sordu. Hakîm, bu konuda konuşmak istemedi. Mervân ısrar edince şöyle dedi: "Gökten yere doğru, çakılların leğene düştüğü gibi bir ses işittim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), bir avuç toprak alıp üzerimize attı, hezimete uğradık." es-Süddî der ki: Hz. Peygamber. Bedir günü Hz. Ali'ye dedi ki: "Bana yerden biraz çakıl taşı ver". O da bir miktar topraklı çakıl taşlarını O'na verdi. Hz. Peygamber, onu kavmin üzerine attı. Öyle ki, gözüne bu toprak girmeyen hiçbir müşrik kalmadı. Bunun üzerine Müslümanlar, onların peşine düşerek öldürmeye ve esir almaya başladılar.26

Ali b. Ebî Talha, İbn-i Abbâs'tan rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s.). Bedir günü ellerini kaldırarak şöyle dedi: "Yâ Rabbî. eğer bu topluluk helak olursa, artık ebediyen yeryüzünde ibadet olunmaz". Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber (s.a.s.)'e dedi ki: Bir avuç toprak al ve onların yüzüne fırlat. O da bir avuç toprak alıp, onların yüzüne attı. Müşriklerden bu toprak gözüne, genzine girmeyen hiç kimse kalmadı. Bunun üzerine geri dönüp kaçtılar.27

Bu hususta şu âyet nazil olmuştur: "Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; (Ey Muhammed), attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Mü'minleri güzel bir imtihanla sınamak için bunu yaptı. Doğrusu Allah işitendir, bilendir" (Enfâl, 8:17).

b. ''Bedir gününde Biz sizi beş bin nişanlı melekle destekledik."

Mü'minler, harb ve kıtalin muhakkak olduğunu anladıkları zaman, Cenâb-ı Hakk'a yardım etmesi için duâ ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, müşriklere baktı bin kadar var, ashabına baktı üç yüz on küsur kişiden ibaret. Bunun üzerine kıbleye dönüp, iki elini uzattı: "Yâ Rabbî, bana va'dettiğini gerçekleştir" diye duâ etti. Hz. Ebû Bekir (r.a): "Yâ Nebiyyellâh, Rabbine münâcatın yetişir. O, sana va'dini gerçekleştirecektir" dedi.28 Bir önceki madde de zikrettiklerimizle beraber, şu âyetler de, Bedir'deki mucizelere işaret etmektedir:

"Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: 'Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim' diye duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak müjde olsun ve kalbiniz bununla yatışsın diye yapmıştı. Yardım yalnız Allah katıdandır. Allah daima üstün, hüküm ve hikmet sahibidir. O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere hafif bir uyku bürüyordu, üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (İçinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu." (Enfâl, 8:9-11).

''Rabbin meleklere vahyediyordu ki: 'Ben sizinle beraberim, siz onları pekiştirin; Ben inkâr edenlerin yüreklerine korku salacağım; vurun onların boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına (Enfâl, 8: 12)

"Allah, sana onları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi, çekinirdiniz ve savaş işinde çekişirdiniz. Fakat Allah sizi bundan kurtardı. Doğrusu O, göğüslerin özünü bilir." (Enfâl. 8: 43).

"Ey Resul, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa, ikiyüz kâfiri yenerler. Sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü kâfirler anlamaz bir topluluktur." (Enfâl, 8: 65).

"Şimdi Allah sizden hafifletti ve sizde zayıflık bulunduğunu bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa İkiyüz kâfiri yenerler. Ve eğer sizden bin kişi olsa Allah'ın izni ile iki bin kâfiri yenerler. Allah sabredenlerle beraberdir″ (Enfâl. 8:66). Bedir'deki bu ilâhî imdaddan, Âli İmrân sûresi 122-126.âyetlerinde de bahsolunmaktadır.

Şimdi zaman tüneline dalarak Asa-ı Saadete çıkılırsa karşılaşılacak manzara şudur: Tek başına, yardımcısız, saltanatı görünmeyen tek bir şahıs; bütün âleme karşı mübâreze etmiş ve yer küresinden daha büyük bir hakikati omzuna almış; bütün beşer nev’inin saadetine kefil olan bir dini getirmiştir. Daha önce hiçbir tecrübesi olmayan bir insan nasıl olur da dâhi bir yazar, komutan, ve neticede muzaffer bir lider olabilir? Bir kimsenin dâhi bir stratejisi ve tamamiyle yeni bir sosyal nizamın mimarı olması sıradan bir hâdise midir? Kaldı ki bu durumların dâhilik-le izah edilmesi mümkün değildir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, maddî ve manevî olarak hâkim ve gayet büyük bir devleti kısa bir zamanda meydana getirmesi ve güçlü devletlere bir anda galebe etmesi, ancak nübüvvetinin bir mu'cizesidir.

Ayrıca, Huneyn gününde,29 Hendek (Ahzâb) Gazvesinde30 gelen ilâhî imdatlar da bu cümledendir.31

Allahu Teâlâ'nın Hz. Peygamber (s.a.s.)'i desteklemesi, O'na inananları zafere ulaştırması, düşmanlarını yenilgiye uğratması ve O'na gönderdiği dini çok kısa zamanda bütün dünyaya yayıp, hakim kılması ve inkarcıların bütün engellemelerine rağmen, onları en sonunda üstün kılması bir mu'cizedir.32

Bu âyet-i kerimelerde anlatılan meleklerin yardıma gelmesini, son zamanlarda bazıları psikolojik bir faktör gibi algılama eğilimindedirler. Oysa bahis konusu âyetlerde melekleri tavsif eden münzel (indirilmîş) (Âli imrân. 3:125), mürdifîn (birbiri ardınca gelen) gibi (Enfâl, 8: 9) sıfatlar, böyle bir yoruma imkân vermez. Meleklerin imdada gelişini, kılıç kuşanıp savaşmaları şeklinde anlamamalıdır. Zira, unutulmamalıdır ki, "on senelik bir zaman″ içinde33 devam eden gazvelerde gayr-ı müslimler 250 kişi kaybettiler. Müslümanların kaybı bu miktardan daha azdı. Bu kadar az kanla milyonlarca kilometrekarelik Arabistan kıtası terör ve ahlâksızlık çıbanından temizlenmiştir. Bu on sene zarfında, Arap Yarımadası'nın bütün halkı, Irak ve Filistin güney kısımları halkı, İslâm dinini kendiliklerinden, isteyerek kabul etmişlerdi."34

6. Hz. RESUL ve GAYB
Mekkî olan Kamer sûresinde, henüz üç beş Müslüman varken ve akıbetleri oldukça şüpheli iken, ileride müşriklerle harp olacağını, üstelik şirk ordusunun hezimete uğrayacağını haber vermiş ve bu ilkin Bedir'de gerçekleşmiştir, "O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaça¬caklardır" (Kamer, 54: 45). Hz. Ömer (ra)'dan rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: "Bu âyet nazil olunca, "bozguna uğrayacak topluluk kimdir?' diye söyle¬meye başladım. Bedir gününde Kureyş bozuldu, kaçmaya başladı. Hz. Peygam¬ber (sav)'e baktım, arkalarından kılıcı çekmiş Kamer sûresinin 'seyuhzemu'l-cem'u ve yüvellûne'd-dübür..' âyetini okuyordu". O zaman bu âyette kastedilenlerin kimler olduğunu anladım"36. Şim¬di düşünelim bakalım, bir insan nihaî ba¬şarısını önceden haber verebilir mi?

Bunlar, Allahu Teâlâ'nın bir va'di ve yeryüzüne müdahaleleri kabilindendir. "Allah'a ve Resulü'ne düşman olanlar, onlar en alçaklar arasındadır. Allah: 'El¬bette, Ben ve resullerim galip geleceğiz' diye yazmıştır" (Mücadele, 58: 20-21).

Kur'ân, metninin eksiksiz muhafaza ve intikal edeceğini (Hicr, 15: 9), İslâm'ın muzaffer olup (Nûr, 24:55), Mekke'yi fethe¬deceğini (Fetih, 48:27) de bildirmiştir. Ayrı¬ca, Hz. Peygamber, Kur'ân'da, istikbale dair daha başka gaybî haberlere de muttali kılınmıştır. "(Ey Resul) bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret, sonuç korunanlarındır." (Hûd, 11: 49). "Gizli bilgisi¬ni ancak razı olduğu Resule gösterir" (Cin, 72: 26-27). Hz. Peygamber'e Dırâr Mescidini yapanların gerçek niyetlerinin bildirilmesi (Tevbe, 9: 108-9). Ezvâc-ı Tahirât arasında geçen konuşmalara muttali kılınması (Tahrîm, 66: 3) da gaybî haberler¬dendir. Hz. Yûsuf (as) da geleceğe muttali kılınmıştır. Ona tuzak kuran kardeş¬lerinin akıbeti haber verilmek suretiyle bir nevi teselli edilmiştir. "Kasem olsun, 'sen onların bu işlerini, hiç farkında olmaya¬cakları bir sırada kendilerine haber vere¬ceksin' diye variyettik" (Yûsuf, 1:15).

7. TASDİK EDİLEN RÜYA
Hudeybiye musalahasının yapıldığı sene Müslümanların Mekke'ye girmeleri engellenmişti. Kureyşliler, şayet ertesi yıl hac için gelirlerse, ancak -kınında olan kılıç dışında- hiçbir silah taşımamak şartıyla girebileceklerine dair madde koydurtmuşlardı. Müşriklerin ahdi bozduklarına, mü'minlerle akrabalık bağlarını kesip attıklarına ve onların Allahu Teâlâ'nın nazarındaki her türlü mukaddesleri çiğnediklerine şahit olmuş Müslümanlar, müşriklerin bu ahde sadık kalacaklarına güvensinler miydi? Şu anda kurbanlıklarıyla hac için gelmişken, onların yerine varmasını, bu ibadeti engelleyen onlar değil miydi? Şimdi bunu yapanlar yarın kim bilir neler yaparlardı? Diyelim ki, Müslümanların Mekke'ye girmesine imkân vererek sözlerini tuttular, peki silahsız ve kuvvetsiz olarak onların memleketlerine giren mü'minler, onların yanında canlarından nasıl emin olabileceklerdi? Bu onları, tuzağa yavaş yavaş çekme plânı olmaz mıydı? Nitekim, kındaki kılıç dışında hiçbir silah taşımamayı şart koşmaları da bunun delili sayılmaz mıydı? Kılıç ise sadece elleri ve mızraklarıyla savaşmaya karşı bir güvenlik tedbiri olabilirdi, mesela ok yağmuruna tutulmaları halinde ne yapabilirlerdi ki? İşte böyle müthiş bir vaziyette iken. Mekke'ye girmeyi, güvenliği ve hac ibâdetini ifâ etmeyi teminat altına alan kat'î vaad geldi37:

"Elbette Allah, Resulü'nün rüyası¬nın33 gerçek olduğunu tasdik eder. Ey nü'minler, siz inşaallah güven içinde, kiminiz başlarını tıraş etmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, korkmaksızın Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilme¬diğinizi bilir. Size bundan başka bir zafer verecektir" (Fetih: 48: 27)

Bilindiği gibi, ertesi sene Müslümanlar, kaza umresini güvenlik içinde yaptılar.

Mekke'de üç gün kalarak bütün menâsiki ile ziyaretlerini ifâ ettiler.39

8. AYIN YARILMASI
Hz. Muhammed (sav)'in mu'cizelerinin vukûları kat'îdir. Kur'ân-ı Kerîmin birçok yerinde en muannid kâfirlerden naklettiği Efendimiz (sav)'e sihir isnad etmeleri, o muannid kâfirlerin dahi mu'cizelerin vukûlarını inkâr edemediklerini gösteriyor, yalnız kendilerini aldatmak ve tâbilerini kandırmak için haşa 'sihir' demişler.

'O saat yaklaştı, ay yarıldı. Bir mu'cize görecek olsalar yüz çevirirler ve (bu) 'süregelen bir büyüdür' derler. Yalanladılar, nefislerinin heveslerine uydular. Halbuki her iş, yerine ulaşacaktır. Kasem olsun onlara, batılda kalmalarını önleyecek ibret verici olayları anlatan haberler geldi. Bunlar üstün hikmettir! Ama uyarılar fayda vermiyor" (Kamer 54: 1-5).

Takip eden âyetler, bu hadisenin vuku bulduğunu gösteriyor. Zira, muarızlar, buna 'sihir’ demektedir. Gerçekleşmemiş bir hâdise için sihir demeleri makul değildir. Demek ki, ayın yarıldığını görmüşler ama gözlerine inanamamışlar.

Bu hâdisenin, kıyamette vuku bulacağı iddiasının, istinad noktası görülmemektedir. Zira, henüz olmamış, kıyamette vuku bulacak bir hâdise için hiç kimse sihirdir, büyülendik diyemez. Buna kimsenin fırsatı olmayacak. Kaldı ki, kıyamette ay yarılmakla kalmaz, Tekvir sûresinin başında haber verildiği gibi güneş, yıldızlar ve öteki nesneler gibi darmadağın olacak.

Âlimlerimiz, inşikak-ı kamerin, Hz. Peygamber (sav) döneminde vukû bulduğu hususunda ittifak halindedirler.40 Bu hususta birçok tarikle varid olan hadîsler, ümmet nazarında kesinlik ifade etmektedir." Ayın, Hz. Peygamber (sav) döneminde yarıldığı hakkındaki hadîsin birçok tarikle varid olmasından, muhakkik hadîs âlimleri, bunun tevatür derecesini geçtiği neticesini çıkartmışlardır.42 Nitekim, bu hadîsin Enes b. Mâlik, Cübeyr b. Mut'im, Huzeyfe b. el-Yemân. Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb, Abdullah b. Mesûd gibi en güzide âlim sahabîler tarafından rivayet olunması, ayın o zaman varıldığını gösteren bir başka kuvvetli delildir.

Bu, Kur'ân'ın, vukuu anında müşriklere yönelttiği bir hâdisedir, onların bunu herhangi bir surette tekzip etmeleri de varid olmamıştır. Halbuki, inkarcılar, âyetlerle ilgili her türlü şüphelerini açığa vururlardı, eğer bu konuda bir menfez bulabilselerdi; yaparlardı. Onlardan nakledilen tek şey, 'büyülendik' demeleridir. Fakat bizzat kendileri meseleyi araştırdılar. Yolda olan kervanlar da aynı haberi teyit ettiler. Hz. Peygamber, -haşa- onları büyülediyse bile, o sırada Mekke'nin dışında bulunan ve bu hâdiseyi gören yolcuları da büyülediği düşünülemez.43

Bu hâdisenin vuku bulduğunu teyit eden bir delil de şudur: "Hindistan'ı ziyaret eden birçok kimse, orada, üzerinde 'Ayın yarıldığı gecede yapılmıştır' ibaresi yazılı olan bir heykel gördüklerini anlatmışlardır"44. Diğer tarafta, "Hz. Peygamberin sağlığında Chakravati Fermas, Hindistan'da Malabar hükümdarı idi. Bir gece ayın çatlayıp, bölündüğünü görerek hayrete düşmüştü. O, bu işi araştırmaya koyulmuş ve neticede dedelerinin kendisine bıraktığı vasiyetnamede bunun, son peygamberin bir mu'cizesi olacağına dair bir kayıt bulmuştu. Bunun üzerine Mekke'ye gelip Müslüman olmustu. Hz. Peygamber ona, ülkesine donup orada İslam’ı yaymasını tavsiye etti. Giderken yolda hastalandı ve Yemen'de vefat etti."45

"Peygamber'in mu'cizesi, gelecek zamana ve cağımıza dönük olarak ay üzerinde göründü. O mu'cizenin devamı olarak, on dört asırlık bu tarihi, hilal doldurdu. Bugün de, ilim dünyası bütün dikkatini tabiattaki ay üzerinde toplamıştır. Hz. Peygamber (sav)'in kutlu parmağı şakkul-kamer mu'cizesiyle işaret etmişti. O işaretten Hint Okyanusu'ndan Atlas Okyanusu'na kadar bayraklara geçmiş olan hilal doğdu"46.

Esasen, mu'cize, Allah'ın kudretiyle alakalı bir husustur. Ayın yarılmasının, yaratılmasından daha büyük bir hadise olmadığı aşikârdır. Binaenaleyh, mu'cizeler, Allah'ın kudreti ile birlikte tasavvur olunmazsa, akıl onları kavramada güçlük çeker. Bir başka ifadeyle, mu'cizeler, tabiat kanunları çerçevesinde ele alınırsa anlaşılmaz. Allahu Alem.

9. HIRİSTİYANLARLA MUBAHALE
Kur'an-ı Kerim, muarızlarını mubahale'ye çağırmıştır. Lugatlerdeki tarifiyle mubahale, "haksızın lanete uğraması için, hararetle ve içtenlikle Allah'a yalvarıp yakarmak, haksıza bedduada bulunmaktır." Kur'an, Necranlı Hiristiyanları mubahaleye çağırdı, onlar ise bu çağrıya uymaktan korkup kaçarak bundan vazgeçtiler. Oysa, kendilerinden, hem onların ve hem de Hz. Peygamber (sav)'in aile efradını getirdikten sonra, bir yerde toplanarak samimi ve kuvvetli bir şekilde Allah'a yalvarıp, her iki gruptan yalancı olanın Allah'ın lanetine ve gazabına uğramasını dilemekten başka bir şey istenmiyordu.47 Bu konuya işaret eden Alu İmran suresindeki ayet şöyledir: "Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa (ey Resulüm), de ki: 'Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra gönülden lanetle dua edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine atalım." (3: 61).

Bu ayete istinaden Hz. Peygamber (sav), Necran'dan gelen Hıristiyanları mubahaleye çağırınca, düşünmek için mühlet istediler. İçlerinden, görüşüne değer verdikleri Akib isminde biri şöyle dedi: "Ey Hıristiyanlar, Hz. Muhammed (sav)'in, Allah tarafından gönderilmiş bir resul olduğunu biliyorsunuz. Bir peygamber ile mubahaleye giren toplumun küçük büyük hiçbir ferdi iflah olmaz. Eğer böyle birşeye kalkışırsanız mahvolursunuz. Eğer dininiz üzere kalmak istiyorsanız, Resulullah ile musalahaya varıp, memleketinize donun." Bunun üzerine onlar da mubaheleden vazgeçip, bir muahede ile İslam'ın zimmetini kabul edip, gittiler46.

Hz. Peygamber (sav)'in duasının kabul olduğunu göstermesi bakımından şu hadiseyi de kaydedelim: Kureyş'in eziyetleri dayanılmaz bir hal alınca, onlara, Hz. Yusuf'un kıtlık yılları gibi kıtlığa uğramaları için beddua etti. Bunun üzerine kuraklık başladı, ekinleri kurudu, hayvanları telef oldu, kıtlık onları istila etti. Derken, Hz. Peygamber'e yağmur duası etmesi için şefaat dilenmeye geldiler. Resulullah dua etti, bunun üzerine yağmur yağdı; öyle ki boğulmaktan korktular. Bu kez yağmurun dinmesi için dua etmesini dilediler. Hz. Peygamber'in duası üzerine bu durumdan kurtuldular.49 Mubahaleden kaçınan Necran heyetinin Medine'ye gelmeden önce araştırma yapmış olmaları, bu hadiseden haberdar olmaları imkan dahilindedir. Resulullah (sav)'in duasının kabul olunduğunu bildiren rivayetlerin mecmuu tevatur derecesine varmaktadır.50

10. ÖNCEKİ KİTAPLARIN MÜJDESİ
Kur'an-ı Kerim, Nübüvvet'in birliğine sıklıkla dikkat çeker. "Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakûb'a, Yakûb'un nesline, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a Zebur'u vermiştik" (Nisa, 4:163). "Bu (Kur'ân veya Peygamber) de ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır" (Necm, 53:56).

Resuller birbirlerini tasdik ettikleri gibi, Son Resul'ü de müjdelemişlerdir51. Onun için, bütün nebilerin nübüvvetlerinin delilleri, Hz. Muhammed (sav)'in sıdkına delildir ve onların bütün mu'cizeleri, Hz. Muhammed'in manevî bir mu'cizesidir".

Hz. Muhammed'in risâletinin en büyük burhanı olan Kur'ân-ı Kerîm, kendisinden önce nazil olan kitapları tasdik ettiği gibi (Bakara, 2:97, 285 ; Âlu İmrân 3: 3 ; Mâide 5: 48 ; En'âm 6: 92), Önceki kitaplar da Hz. Muhammed (sav)'in geleceğini müjdelemişlerdir. "Kendilerine kitâb verdiklerimiz, O'nu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, gerçeği gizlerler" (Bakara, 2: 146). Hz. Muhammed (sav)'in önceki kitaplarda müjdelenmesi, O'nun bir mu'cizesidir.

11. ZAMANIN ŞEHADETİ
Gerçeğin, gizlilik perdelerini delip geçen etkin bir kuvveti vardır. Bir insan ne kadar sun'î davranırsa davransın; kızdırıldığı, zorlandığı, daraldığı, muhtaç olduğu, arzusuna nail olduğu veya güvendiği biriyle baş başa kaldığı zaman, işlerinde ve sözlerinde, birtakım davranışlarla esas fıtratını ortaya koyar. Bir huy insanda bulundu mu, başkaları tarafından bilinmiyor zannedilse de bilinir. Gerçek durum, bir müddet sonra ortaya çıkacaktır. Bunu hemen herkes günlük tecrübelerinde müşahede etmektedir.

"Yoksa onlar senin hakkında: 'O bir şâirdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz' mu diyorlar? De ki: 'Gözetleyin ben de sizinle beraber gözetleyenlerdenim.' Acaba onlar hayal mi görüyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?" (Tûr, 52: 30-32). 15 asırlık bir zamanın, Hz. Muhammed'in lehine şahitlik etmesi büyük bir mu'cizedir.

B. "Mu'cize" mefhûmu hakkında tehlikeli yönelişlere dair birkaç söz

Bu asrın başlarında, İslâm dünyasında bazı araştırmacılar, özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)'ın mu'cizelerini araştırmak ve Müslümanların mu'cizeler karşısında almaları gereken tutum hakkında yeni bir yönelişe meylettiler.

Özetle, bu yöneliş, Hz. Peygamber (sav)'ın Kur'ân'dan başka mu'cizesinin olmadığı esasına dayanıyor. Buna göre, Allah'ın O'na ikram ettiği yegâne mu'cize, kendisine nazil olan Kur'ân'dır. Hz. Muhammed (sav), geçmiş peygamberlerin elinde ortaya çıkan aklın kavramadığı harikulade hâdiselere aldırmamış ve bunları isteyenlere de iltifat etmemiştir. Bu yöneliş sahipleri, mu'cizeler ve harikulade şeylerin kendi işi olmadığını ve bunları şu veya bu şekilde yapmasının mümkün olmadığını daima vurgulamışlardır. Gerekçe olarak da çoğunlukla şu âyet-i kerîmeyi delil getiriyorlar: "Eğer kendilerine bir mu'cize gelirse ona mutlaka inanacaklarına, olanca güçleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki: 'Mu'cizeler ancak Allah'ın yanındadır.' Hem o (mu'cize) gelmiş olsa da onlar inanmazlar, bilir misiniz?" (En'am, 6: 109). Bu görüşü ileri sürenler, bunun, Hz. Peygamber (sav)'in en yüce hususiyetlerinden olduğunu, O'nun insanlara anlaşılmayacak şekilde hitap etmediğini, beşere, sadece idrâk ettikleriyle muamele ettiğini iddia ederler53. Günümüzde yazılan birçok kitapta da bu ve benzeri sözlere rastlanır.

Bu yönelişin İslâm âleminde doğuşunun temel sebeplerinin başında, oryantalizm gelmektedir. Zira, Ehl-i Kitap kıskançlığı54 İslâm'ın ortaya çıkışım ve Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, İspanya ve Anadolu gibi önceden Hıristiyanlığın yaygın olduğu yerleri fethetmesini asla hazmedemedi. Buna karşı Haçlı Seferlerini düzenledi. Bu tecrübeden, Müslümanları kuvvet kullanarak yenemeyeceğini anlayınca, İslâm'ın karşısına misyonerlikle çıkmaya başladı.55

İslâm dünyasında oryantalizmin tesirleri büyük olmuştur ve bu tesir bugün de bütün dehşetiyle sürmektedir. 1800'den 1950'ye kadar batılı oryantalistler tarafından Müslümanlarla ilgili olarak altmış bin kitap yazılmıştır.56 Bugün bu sayı, yetmiş bini bulmuştur. Napolyon 1793'te Mısır'ı işgal ettiğinde beraberinde bir oryantalist ekibi bulundurmuş ve bu ekip, üç yıllık işgal döneminde çeşitli yönleriyle Mısır'ı anlatan La D'escription de L'Egypte adında 40 cilde yaklaşan bilimsel bir eser hazırlamıştır. İslâmî alanda yayınlanan araştırma ve bilimsel makale isimlerini toplayan lndex Islamicus, 20. asrın başından beri yapılmış çalışmaları kapsamakta, her beş yılda bir cilt yayınlanmaktadır. Oryantalistlerin yüzyıllarca şark hakkında topladığı bilgilerle misyonerler yetiştirildi. Bunların temel görevi, Müslümanları temel inanç esaslarından şüpheye düşürmek ve aralarına nifak sokmaktır. Bu akımın İslâm âleminde doğuşunun daha husûsî bir sebebi de, İngilizlerin Mısır'ı işgal etmelerine dayanır. İngiltere, Mısır'ı işgal edince, sadece askerî kuvvete dayanmasının istikrarı temin etmeyeceğini ve özellikle İslâm dünyasının hilâfeti yitirmesinin henüz yeni olduğu bir dönemde, işgal ettiği beldede ayağını yere sağlam basamayacağını biliyordu.

Bunun üzerine, her zaman yaptığı gibi, Müslümanların, dinlerine sıkı sıkıya bağlı olup, uğrunda her türlü fedakârlığı göze alacak şekildeki tavırlarını kökten değiştirecek ve mümkün olduğu ölçüde günlük hayatta onları Avrupa fikri ile kaynaştıracak bir fikrî metoddan faydalanmanın kaçınılmaz olduğu görüşüne vardı.

İngiltere, bu sebeple, ismini "içtimaî ve dînî ıslâh" koyduğu plânını uygulamaya koydu. Bu "ıslâh/reform"un uygulamaya geçtiği ilk yer de Ezher Üniversitesi oldu. Zira, o zaman Mısır idarî mekanizmasının tamamı Ezher'in elindeydi. Onun ışığı, öteki birçok İslâm beldesine ulaşıyordu. Ezher, her türlü milli, dini ve içtimai meseleyi düzenliyor, bu hususta düşünce üretiyor ve adeta toplumda motor görevi görüyordu. Onun için İngiltere’ye göre, her hangi bir dinî "reform”un başarıya ulaşması için Ezher'den başlamak gerekiyordu57. Bu reform, İslam dünyasının, Avrupa'daki ilmî kalkınma ve keşifler karşısında hissettiği zaafa dayanıyordu.

Bu reform planı uygulanınca, Arap ve İslam fikir öncülerini, İslam dünyasında da Avrupa'dakine benzer bir ilmî kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi için; din v.e İslam inancını tamamlayan usulü, makbul ilmi fikirle uyuşan bir şekilde geliştirmeye dayandığına inandırmak gerekiyordu. Bu, dinî düşünceyi, anlaşılmayan veya modern ilmin kalıplarına girmeyen her türlü gaybî gerçekten kurtarmak demektir.

Bu çağrı henüz kalblerinde iman kökleşmemiş, hakikatları akıllarına yerleşmemiş ve modern Avrupa'nın ilmî kalkınmışlığına meftun olanlar tarafından kabul görmesi zaman almadı. Bunlar, bu yeni beğeni ve önceki iman zaafı sebebiyle, Avrupa'nın kalkınmışlığına benzer bir kalkınmanın yegane vesilesi, inanç ile birçok dinî prensipten kurtulmak olduğuna iyice inanmaya başladılar.

Geriye, bu planın işlemesi için, artık bu şekilde düşünenleri idareye yaklaştırmak ve iş başına getirmek kalıyordu. Bu işin anahtarları, bu tip düşünürlere verildi ve bunlar Camiu'l-Ezher'in ve Ezher mecmuasının başına getirildi.

Bu zevat, yeni merkezleri teslim alınca, yeni metodla İslamî akideyi sunma faaliyetlerine başladılar. Bu metod, pozitif ilmin sınırları dahiline girmeyen -ki bunların başında da mu'cizeler gelmektedir- gaybî meseleleri görmezden gelmeyi hedefliyordu.

Böylece, bu yönelişle; nübüvvet, vahiy, risalet gibi kavramlarla izah edilen Son Nebi'nin hayat ve misyonunun yerini; dahi, büyük, lider gibi vasıflarla anlatan yeni bir fikir ekolu ortaya çıktı. Bu reform ekolu, sahiplerinin beklentilerinin aksine, Avrupa'daki gibi, hiçbir ilmî kalkınma kazandırmadı. Bunların bir tek dayanağı vardı: ilim kelimesini yanlış anlamak ve onun muhtevasını daraltmak.58

Haddizatında, İslam inancının, mu'cize fikrinden tecrid edilmesi, topluca İslam inancı fikrini inkar neticesini doğurur. Zira, bu akide. heyet-i mecmuasında en büyük mu'cize olan vahiy mucizesi esasına dayanıyor. Binaenaleyh, aklî harikaları uzaklaştırmaya başlayan ve onları inkar veya te'vil cihetine giden, şüphe yok ki, vahiy gerçeğini de öyle yapar; çünkü o, bütün mu'cizelerin zirvesindedir.

Diğer tarafta, Kur'an dışında Hz. Peygamberin mu'cizesinin olmadığını ileri sürmek, Buhari, Muslim ve Ahmed b. Hanbel gibi güvenilir hadisçilerin rivayetlerine güvenilemeyeceği sonucunu doğurur ki, bunu kabul etmek mümkün değildir. Kaldı ki, Hz. Peygamberden önceki peygamberlerin hissî mu'cizeler gösterdiğini bizzat Kur'an ayetleri bildirmektedir. Önceki peygamberlere hissî mu'cizelerin verildiğini kabul edip, Hz. Muhammed (sav)'e verilmediğini iddia etmek, insanı Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinden şüpheye düşmeye götürür ki, bu da müsteşriklerin hedefidir.

C. İlmin Terazisinde Mu'cize

Mu'cize ve onun imkanı hakkında ilmin hükmünü sorunca, önce onun muhtelif tabiî ilimlerle iştigal edenlerin kullandıkları gibi ilmin mutlak olarak kullanılışını kastediyoruz. Sonra, ilmin umumi kullanılışını kastediyoruz ki, o, bir şeyi, bir delile dayanarak olduğu hal üzere bilmektir.

Mu'cize ve onun imkanı oranı hakkında, ilk manası ile ilmin hükmü nedir?

İlk manası ile ilim, pratik yönden harikulade işlerle ilgilenmez. Bu hususî manası ile ilim, ilk merhalesinde akıl veya düşünceden uzak, haricî tecrübelerden ibaret, muayyen maddî mevzularla alakalıdır. Bu nevi ilmin mu'cize hakkındaki görüşü sorulacak olursa ilim, lisan-ı hal ile der ki: Mucize, benim araştırma konularım arasında yer almaz, ben onun hakkında hüküm veremem.

Bu durumda, mu'cize hakkındaki görüşü ve bu husustaki hükmüne dair bu ikinci manası ile ilmin cevabi şöyle olur: Benden, harika bir iş olan mu'cizenin imkanını soruyorsun. Bundan önce Allah'ın varlığını sormuştun. Ben de sana, Vacibu'l-Vücud'un varlığı hakkında hiçbir şek ve şüphe yoktur, dedim ve Allah'ın varlığını, kesin delillerle açıkladım; O'nun, eşyanın sebeplerinin ve düzenin yaratıcısı olduğunu beyan ettim. Şimdi, kendimle çelişkiye düşüp, nasıl harikulade bir hadiseden başka bir şey olmayan mu'cize için, vukuu mümkün olmayan muhal bir kısımdır, diyebilirim?! İlimden kendisini nakzetmesini nasıl beklersin; önce Allah'ın, sebeplerin yaratıcısı ve bunları birbirine rabteden olduğunu ispatlasın, sonra bunu inkâr etsin ve desin ki: Sebeplerin nizamı vaciptir, bozulması imkânsızdır. İlimden; sana, kâinatın düzeni mümkün kabilindendir dedikten sonra, dönüp, hayır vacip kabilindendir, demesini nasıl beklersin?!

İlmin bu cevabını, samimî olan her akıllı işitip kavrayabilir. "Biz, hâdiselerin birbirini takip ettiğini görüyoruz, lâkin onun iki tarafını birbirine bağlayan rabıtayı göremiyoruz. Bu rabıta bize niçin gizli kalır? Bu, ilâhî bir şey olup, benzeri mahlûklar arasında bulunmadığı içindir." Evet, "Âlemi yaratan kudret, ondan bir şey eksiltmekten veya ona ilave etmekten aciz olmaz. Kolaylıkla şöyle denilebilir: O, aklen tasavvur olunamaz. Lâkin, 'aklen tasavvur olunamaz' denen âlemin yaratılması derecesinde tasavvur harici' değildir."

İlim devam eder: Eğer düşünürse, alışılmış olsun veya olmasın, Hâlık-ı Azîm'i mülâhazadan gaflet etmezsen, kâinatta tezahür eden şeyler hakikatte mu'cizedir. Yıldız mu'cizedir, yörüngelerin hareketleri mu'cizedir, yerçekimi kanunu mu'cizedir, bitkiler mu'cizedir, beşer aklı mu'cizedir, insanın sinir sistemi mu'cizedir, ondaki kan dolaşımı mu'cizedir, bizzat insanın kendisi mu'cizedir. Ancak devamlı bakış ve uzun süreli ülfetten dolayı, bütün bunlardaki mu'cize yönü unutulur. Bilgisizlikten zannedilir ki, mu'cize, sadece alışılmış ve mutâd olana aykırı olarak sürpriz bir şekilde meydana gelen durumdur. Mutâd olanı, eşyaya inanma veya onu inkâr etmede ölçü kabul eden kimsenin aklının ne kıymeti var? Bu, medeniyet, kültür ve marifetle telakki ettiğini zannetse de insanın bir cehaletidir.

Meselâ, bu âlemden hiçbir şey mevcut olmasaydı ve mu'cizeleri ve harikalıkları inkâr eden ve onların varlıklarını tasavvur etmeyen birine, şu şekilde bir alem icâd olunacak, denseydi, o, hemen, böyle bir şey düşünülemez, derdi ve bunu, inkâr ettiği mu'cizeden daha şiddetle inkâr ederdi. Fakat mevcudiyetinden sonra, aklında herhangi bir garipseme ve dehşetle karşılama diye bir şey söz konusu olmazdı. Bu şeyin varlığı imkânsızdır, tasavvur olunamaz, demeden ona bakıp durur.

Ancak, Allah'ın varlığına inanmayan kimsenin mu'cizeyi inkâr etmeye ve bunların vukuunu imkân hârici tasavvur etmeye hakkı olabilir. Fakat, böyle birinin de ilimden bahsetmeye veya onun ismi ile konuşmaya yahut da ondan bir şey rivayet etmeye hakkı yoktur.

Kaldı ki, günlük hayatta birçok harikulade durum olmaktadır. Bu tür fevkalâde hâdiseleri gören insanlar sîk sık, "bu bir mu'cizedir" demekten kendilerini alamamaktadırlar. Bu tür hâdiselerle hemen her gün karşılaşıyoruz. Bu, bir kaza veya felâket esnasında cereyan eden bir hâdise olabileceği gibi, tabiattaki alışılmış kanunlara aykırı bir durum da olabilir.

SONUÇ
Nübüvvet, fevkalâde bir hâdisedir. Nebî, fevkalâde bir şahsiyettir. Binaenaleyh, Nebî'nin hayatında harikulade birçok durumun görülmesi tabiîdir. Zira, ona tevdi edilen vazife alelade bir şey değildir; dünyanın gidişatını, insanlığın geleceğini yönlendiren son derece azim bir iştir. Kur'ân'da, resullerin ve nebilerin birçok mu'cizesi haber verilmekte ve nübüvvetin bir bütün olduğuna dikkat çekilmektedir. Hz. Muhammed (sav) bir resul-nebîdir. O'nun, başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere birçok mu'cizesi vardır. Bunlardan bir kısmı Kur'ân'da mevcuttur. Öbür kısmı ise en güvenilir belgeler olan hadîs mecmualarına titiz bir şekilde kaydedilip, bize kadar intikal etmiştir. Mu'cizelerin mecmuu tevatür derecesine ulaşmıştır. Resulün vazifesi ve davet ettiği hakikat ile mu'cizeler arasında gerçek bir ilgi yoktur. Risâletin maksadı beşeriyeti irşâd etmekle doğrudan ilgilidir. Lâkin, Kur'ân-ı Kerîm, mu'cizenin müsbet tesirlerini de haber vermektedir. Mu'cizeler sadece inanmayanlara yönelik değildir. Mu'cizenin görülmesinin bir maksadı da, Allahu Teâlâ'nın, nübüvvet iddiasında bulunan Zâtı, en olmaz sanılan, misli görülmemiş bir hâdise yaratmak suretiyle desteklediğini ve tasdik ettiğini göstermektir. Mu'cizeler, iman esaslarını ispata da hizmet eder. Hz. İsa'nın "Allah'ın izni ile ölüleri diriltmesi", "öldükten sonra dirilişi" ispat eder. Mu'cize aklen muhal değildir, sadece alışılmışa aykırıdır. Alışılmışa aykırı oluşu onu imkânsız ve akıl dışı kılmaz. Zira, gündelik hayatta bile, alışılmış durumlara aykırı olarak birçok hâdise cereyan etmekte ve bunlar, "mu'cize" olarak tavsif olunmaktadır. Bunlar, ilâhî tecelliler, Cenâb-i Hakk'ın insanlara gösterdiği âyetler, işaretler ve sembollerdir. Hülâsa, mu'cizeler, Cenâb-ı Hakk'ın kudretini, beşerin ise aczini göstermektedir.

Dipnotlar
1) Mes'ud b. 'Umer b. A. Sa'duddin et-Taftâzânî. Şerhu'l-Mekâsıd, Thk. Abdurrahmân Umeyre, Nşr. Sâlih M. Şeref, Beyrut Âlemul-Kutub. 1409/1989. V. s. 11;krş. Suyûtî, itkan, IV, s. 3.
2) tab'. Beyrut. Dâru'l-Fikril-Mu'âsır. 1411, s. 214; M. Abduh, Risâletut-Tevhîd, Beyrut, Dârul-Kutubi'l-ilmîyle, 1406/1986. s. 45 d
3) Tâhâ.20:71.26;Şuarâ, 26.49.
4] Enfâl. 8:9-10,12.17.26.30. 43,44.65,66; Tevbe. 9:26,98-101.
5) Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât s. 220.
6) Muhammed Ebû Zehra, Muhâdarât fı'n-Nasraniyye. el-Kahire, Dâru'l-Fikril-'Arabî. 19,
7) Bûtî, Kubra'l-Yakiniyyât, s. 216.
8) el-Hâfız Ebul-Fidâ ibn-i Kesir, Kıtâbu'd-Delâil Mûcizâtu'n-Nebî, Thk. M. Abdulaziz el-Hilâlî, el-Kâhire, el-Bûlâk, Mektebetu'l-Kuran. 1410,1990, s. 17; Suyûtî, itkân, IV, s. 4-5.
9) Fahruddîn er-Râzî. Nihâyetu'l-i'câz fî Dirayetil-i'câz, Thk. Dr. Ahmed Hicâzî es-Sakâ. el-Kâhıre, el-Mek. es-Sakafî, 1989. s. 54.
10) Tabbâra. Rûhu'd-Dini'l İslâmî. s. 449.
11) Dr. Muhammed A. Draz, en-Nebeu’l-Azîm fi'l-Kur'ân, 7.el-Kuveyt. Dâru'l-Kalem, 1413/1993. s. 38.
12) Taftazânî, Şerhu'l-Mekâsıt, V. s. 37
13) Fahruddîn er-Râzî, el-Erbaîn fi Usûli'd-Dîn, Thk. A. Hicâzî es-Sakâ. el-Kâhire, Dâru'l-Kuliyâtt’ul-Ezheriyye, 1986. II, s. 88.
14) Bk. Buhâri, Cihâd. 102.
15) İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, Thk. Mustafa es-Sakâ ve ark., Beyrut, Dâru'l-Hayr, 1412/1992,1, s. 156.
16) Buhâri, Merda 12. Selâm 47: Timizi. Duâ 111; Ahmed b. Hanbei, Müsrıed. IV. s. £84.
17) Ahmed b. Hanbei. Müsned. VI, s. 106.121.167,242,260. 13) Buhâri. Isti'zân 15: Müslim. Selâm 15.
19) İbn-i Mâce, At’ime 30.
20) Buhâri, Edeb 39.
21) Râzî. Erbain, II, s. 51.
22) Râzî, Erbain, II, s. 89.
23) Bûtî, Kubral-Yakiniyyât, s. 220.
24) Tirmîzi, Tefsir, Mâide sûresi bölümünde; Taberî. 5/68 tefsirinde, ha. no: 12276, IV, s. 647: el-Vâhidî, Esbâbii' Nuzûl. s. 204-205.
25) Buhâri, Cihad 52,61.97.167; Müslim, Cihâd 78-81: Ahmed b. Hanbe, Müsned, I. s. 207. III, s. 376; IV. s. 281.
26) İbn-i Kesir. Mucizâtu'n-Nebi. s. 95.
27) İbn-i Kesîr, Tefsir. Enfâl: 8. âyetin tefsiri
28) İbn-i Hişâm, Sire. II, s. 202.
29) Tevbe, 9:25.26,40,103.
30) Ahzâb, 33:6.
31) İbn-i Kesir, Mûctzâtu'n-Nebî, s. 76.
32) Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî, Huccetuliâhil-Bâliğa. II. s. 11.
33) Bu, müslümanlara mukâtele izninin verilmesinden, Hz. Peygamber (a.s.m)'in irtihaline kadarki süredir.
34) Muhammed Hamidullah, İnitiation a L'İslâm, Paris. 1963, s. 15.
35. Taberî, Câmiul-Beyân, Hd. No: 32823, XI, s. 567; İbn Kesîr, Tefsir, IV, s. 240.
36 İbn Kesîr, a.yer
37 Drâz, en-Nebeu'l-A'zim, s. 48-49.
38 Hz. Peygamber (sav), bu sırada rüyasında ashabıyla beraber Mekke'ye girdiklerini, Kabe'yi tavaf ederek bazılarının saçlarını tıraş edip, bazılarının da kısalttıklarını görmüştü. Bunu ashabına söylemiş, onlar da buna sevinmişlerdi. Âyetin sonunda müyesser olacağı tebşir buyrulan yakın fetih ise Hayber'in fethi olarak gerçekleşecektir. M. Hamdi Yazır, Hak Dini, VI, s. 4437-4438.
39 Buhârî, Meğâzî, 35 ve 43; Ebû Dâvûd, Menâsik 79; Tirmizî, Hacc, 92.
40 İbn Kesir, Mûcizâtu'n-Nebî, s. 31.
41 Buhârî, Menâkıb, 37, Menâkıbu'l-Ensâr, 36, Tefsîru Sûretil-Kamer 1; Müslim, Munâfikîn 43,47,48; Ahmed b. Hanbel, 1,377,423, 447, III, 275,278, IV, 82.
42 Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât, s. 220; krş. Seyyid Kutub, Fi Zilâl, Kamer sûresi 1-5 âyetler tefsirinde, (VI, s. 3425-3426).
43 Seyyid Kutub, a. yerde
44 İbn Kesir, Mûcizâtu'n-Nebî, s. 34.
45 Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberinin Hayatında Bazı Ayırt Edici Özellikler, Ebedi Risâlet, I, İzmir, 1993, s. 98,99.
46 Sezai Karakoç, Günlük Yazılar (Sütun) II, s. 17. 47 Muhammed 'Abdul'azîm ez-Zerkânî, Menâhilul-irfân fi Ulûmi'l-Kur'ân, el-Kâhire, el-Halebî, 1336/1918, II, s. 400.
48 İbn Hişâm, Sîre, II, s. 169-170.
49 Buhârî, Ezan 128, İstiskâ 2, Cihâd 98, Edeb 110; Müslim, Mesâcid 294; Ebu Davud, Salât 216; Nesâî, Tatbik 28; İbn Mâce. İkâme 145; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, s. 239, 255.
50 Meselâ bkz. Buhârî, İstiskâ 7, Salât 68, Cumuâ 35; Nesâî, İstiskâ, 10, Mesâcid 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, s. 147; Râzî, Erbaîn, II, s. 92 vd.
51 Tevrat, İncil; Yahudi hahamları, Hıristiyan papazları ile Arap kâhinlerinin, Hz. Peygamber (sav)'in bi'setinden önce ondan bahsettikleri hakkında, meselâ, bkz. İbn Hişâm, Sîre, I, s. 166, 171, 187; Beyhakî, i'tikâd, s. 207; Râzî, Erbaîn, I, s. 93; İbn Kayyim, K. Hidayetü'l-Hayâra, s. 80-137; Tefsiru'l-Menâr, I, s. 295; Abdulahad Davûd, Tevrat ve İncil'e Göre Hz. Muhammed, İzmir-1992.
52 B. Said Nursî, Muhâkemât, s. 134.
53 Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât, s. 222.
54 Krş. "Yoksa Allah'ın lütfundan insanlara verdiği vahiyler yüzünden onları kıskanıyorlar mı? Oysa Biz İbrahim ailesine de kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık" (Nisa: 4:54).
55 Krş. Edward Said, Oryantalizm (Sömürgeciliğin Keşif Kolu), Türkçeye Çev. Selahaddin Ayaz, 3. baskı, İstanbul, 1991, s. 140-141.
56 Edward Said, Oryantalizm, s. 325.
57 Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât, s. 223. Öteki batılı sömürgeciler de aynı taktiği uygulamıştır. Napolyon, ordusunun Mısır halkını ezecek güçte olmadığını anladığı zaman, ulemanın Kur'ân'ı sömürge ordusu lehinde yorumlamalarını temine çalıştı. Bunun için Ezher'den 60 bilgini ordugâha çağırıp, onlara askerî payeler verdi. Bu oyun semeresini verdi; bir müddet sonra Kahire halkının işgalcilere duyduğu güvensizlikten eser kalmadı. Edward Said, Oryantalizm, s. 140-141.
58 Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât, s. 233.