Kardelen dergisi

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11650
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Kardelen dergisi
« : 22 Eylül 2008, 01:20:31 »
[b]Değişimin Ardındaki İzler

Ayşe Sena Ünsal


Yıllardır müdavimi olduğum otobüs durağında yine tek başıma bekliyordum.
Yalnız olduğum zamanlar ilgim çevreye dağılır ister istemez gözlem yapmaya başlardım.
O gün de diğer günlerden farksızdı.

Aradan 20 dakika geçmesine rağmen üniversite istikametinde yol alacak olan otobüsümüz hâlâ gelmemişti. Yanıma 19-20 yaşlarında genç bir kız sokuldu. Beklediğim otobüsün gelip gelmediğini soruyordu. Gelmek üzere olduğunu söyledim. Bir önceki otobüsü kaçırmış olmalıydım. Gözlerim soru soran kıza doğru kaydı. Fosforlu yeşil ve siyah çizgili tayt, kırmızı mini etek, sarı babet ayakkabılar, fosforlu yeşil kısa kollu tişört, kollarında rengarenk bilezikler, etekten daha uzun; diz kapağına sarkan kot bir çanta, kazınmış bir kafa, burnunda hızma, kulağında bir sürü küpe… Ürpertici bakışlar kaplamıştı yüzümü. Tüylerim diken diken olmuştu. Neydi bu?.. Bu genç kızın psikolojik sorunları olmalıydı. Yoksa bu kadar bir birinden alâkasız aksesuarı öz güvenle bir insan nasıl taşırdı?..




O sırada beklemiş olduğumuz otobüs geldi. İçinde tek tük kişiler vardı. Bu sefer daha büyük bir dikkatle giyimlerini inceledim. Kültürümüzden, değerlerimizden, benliğimizden bir eser göremedim. Ben yıllardır bu otobüse binerdim. Ben fark etmeyeli gençlik ne kadar dejenere edilmişti… Bundan on yıl önce gençler ellerinde ders notları sessizce aralarında tartışırlar veya okumaya çalışırlardı. Hepsi birbirinden hanımefendi, beyefendi genç nesil nereye kayıp olmuştu? O sırada örtülü bir kız daha bindi. Bu da diğerlerinden farksızdı. Ekoseli bol paça pantolon, üzerinde kısa kot etek, belde bir ceket, topuzlarının dolgu yapıldığı her halinden belli bir örtü, (v) yakalı bir tişört, boynu açık, kolları üç kat kıvrılmış bir ceket, alâkasız takılar, spor ayakkabılar, bir karış makyaj, ağzında sakız ve yine o dizde çantalar. Bu kızımıza örtülü demeye dilim varmıyor. Çünkü o da genç kardeşimizin üzerinde bir aksesuardan farksız. Bir başkasında ise file çoraplar… Eskiden genç kızlarımızın boynunu süsleyen kolyeler yerini kalem şeklindeki volkmanlere devretmiş. Gözlerim doldu. Atalarımız bu topraklarda canlarını bu günleri görmek için mi feda etmişti? Eşimin dedesinin yedi kardeşi birden Kurtuluş Savaşımızda şehit olmuştu. Bu günleri görseler; dökülen kanlarımız heba mı olmuş derlerdi…

Hangi kültüre bağlı olduğu belli olmayan saygısız bir nesil gelmekteydi. Popüler kültür diye ifade ettikleri, aslında ne olduğunu kendileri de bilmediği bir kültür karmaşası… Mutlular mıydı? Elbette ki hayır. Bir boşluğun içinde boğulmak üzere olduklarından habersiz yüzüyorlardı.

Daha önce de bu tarz olaylar yaşamıştım. Fakat bu kadar ciddi bir durum olduğunu düşünemediğim için kişiselleştirmiştim. İki yaşındaki kızım (11 kg) Mehlika İkbal ile kalabalık bir otobüse binmiştim. Geneli öğrenci dolu otobüste arkaya doğru ilerlediğimde bana o gençlerden biri değil de 50 yaşlarında bir amca yer vermişti ve etraftaki gençler hiç umursamadan sohbete devam ediyorlardı. Ben o gençlerin adına utanmış ve oturmak istememiştim. Ama nafile vurdumduymazlık had safhadaydı. Biz farklı bir nesildik, yardım etmek ve yer vermek için yarışırdık. Bize geçen zaman zarfında ne olmuştu? Bizler; “Küçüklerini sevmeyen, büyüklerini saymayan bizden değildir,” diyen bir peygamberin ümmeti değil miydik? Hep bu düsturlarla yetişmedik mi? Eğitim düzeyi her geçen gün artan ülkemizi bu günlere getiren sebepler neler olabilirdi? İnsanları bencilliğe iten, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen zihniyet içimize nasıl girebilmişti?

Şehrimizdeki önemli liselerden birinde öğretmenlik yapan bir arkadaşım; artık öğrencilerin, öğretmenlerini okulda dahi saymadığından, çata çat cevap verdiğinden bu mesleği gereği gibi yapamamaktan yakındı. Aklıma ABD’de lise mezunu öğrencilerin %60’ının okuma yazma bilmediği; öğretmenlerin ise “Biz sınıfta kimse kimseyi tabanca ile vurmazsa kendimizi başarılı sayıyoruz” deyişi geldi. Türkiye de böyle bir kaosa doğru mu gidiyordu? Teknolojik imkânlar doğrultusunda eğitim seviyesi arttıkça niçin insanlarımız evlâtlarını yetiştirmekte aciz kalıyordu? Bu düşünceler beynimi kemirirken otobüsün hastaneye geldiğini fark etmedim bile. Başhekimlikte onaylatmam gereken evraklar vardı. Sıra beklerken 7-8 kişilik bir öğrenci grubunun konuşmaları bütün koridoru çınlatmaktaydı. Üzerlerinde askılı pantalonlar, kalın zincirler, dövmeler, ilginç yüzükler, argo sözcükleri ile farklı güruhları anımsatsalar da bunlar Türk’tü. Konuştukları dil ise neceydi bilinmez. Kimisi boş koltuklar olmasına rağmen yerlere oturmuştu. Yaşlı bir amca büyük bir samimiyetle iletişim kurmak adına yanlarına yaklaştı ve sordu:

“Çocuklar hangi fakültedensiniz?”

“Eğitim fakültesi amca.”

“Aaa öyle mi? Ne kadar güzel evlâdım. Demek öğretmen olacaksınız. Ben de emekli öğretmenim. Yeni nesilleri yetiştirmek çok önemli bir görevdir, herkese nasip olmaz.”

“Boş ver bunları amca. Bizler aslında tiyatrocuyuz. En basit eğitim fakültesi geldi de ondan girdik. Öğretmen olup napçaz? Sürüncez mi?”

Ardından ise büyük bir kahkaha koptu. Amca şaşkın ve üzgün, başı öne düşmüş bir halde yerine oturdu. Birden on yıl sonrasını düşündüm. 9 yaşındaki oğlum Alperen Mirza’yı o gençlerin arasında... Çıldıracak gibi oluyordum. Benim çocuğum bunlardan biri asla olmamalıydı. Öğle ezanı okunduğunda kaçırmamak için okula gitmeden anneannesinde kılan, eve geldiğinde önce okulda kaçırdığı ikindi namazının kazasını kılan bir çocuk böyle bir duruma gelebilir miydi? İşte o zaman bu neslin neden yozlaştığını anladım. Tohumlar güzel atılmamış, güneş görmeyen yerler seçilmiş, çapa yapılmamış, su vermek yerine tarlalar kurak bırakılmıştı. Hasat mevsimi geldiğinde ihmal edilmiş, bozulmuştu bütün mahsuller. Demek ki her şey yetiştirmekte saklıydı.

Eğitimli ve diplomalı anneler eşitlik uğruna kendilerini dışarıya atmış ve çocuklarını eğitimsiz, bilgisiz, vasıfsız, hatta sevgiden yoksun ellere emanet etmişler. Yani bir anlamda feda etmişlerdi. Böylece anne sevgisinden ve ilgisinden yoksun çocuklar güneş görmeden yetişen meyveler gibi acı ve bozuk yetişmişlerdi. O gençleri alsanız ve bire bir konuşsanız kim bilir içlerinde ne cevherler gizlidir. Belki kendileri ne kadar özel ailelerin çocuklarıdır ve eminim ki şu anda bulundukları durumdan onlar da memnun değildir. Gerçek anne sevgisi ve şefkati ile yetişseydi eminim ki çok farklı yerlerde ve konumlarda olurlardı. Kaliteli zaman geçiriyoruz diye kendilerini aldatan; çalışan anneler bilmelidir ki; her çocuk eve gelince kapıyı mutlaka annesinin açmasını ister. Hangi çocuk cahil de olsa annesine sarılıp bir tabak çorbayı annesinin elinden yemek istemez? Önemli olan elbette ki kaliteli zaman geçirmektir. Fakat yarım saat kaliteli zamanla 24 saat asla birbirine eş değildir. Evde olup çocuklarıyla bire bir ilgilenen her dakikasını kaliteli geçirmek için didinen annelerle dolu çevremiz. Mutlaka ikisinin arasında bir fark olacaktır.

İkiye bölünmüş durumda olan genç neslin bir bölümü edebiyat, bilim ve sanatla uğraşırken diğer bölümü ise ne olduğunu ifade edemedikleri bir popülaritenin ardında gidiyorlar. Bundan 30-40 sene evvel büyük annelerimiz belki yüksek okul mezunu değildi fakat çocuklarını yetiştirmeyi bir değer addediyordu. O nedenledir ki onların yetiştirdiği nesiller şu anda saygın bir kitle haline gelmiş durumda.

Çocuklarınıza ne verirseniz onu alırsınız. Sevgi ve saygı ile beslerseniz, sevgi saygı; kin, nefret, bencillik ve aşağılık duygusuyla besler veya hiç ilgilenmezseniz de karşınızda kendi kendini yetiştiren dejenere edilmiş bir nesil bulursunuz.

Böylesine kötü bir çizelgeden sonra kendi yakın çevremdeki gençlerde gördüğüm güzellikler ise beni umutlandırmakta. Bire bir ilgi ve büyük bir titizlikle yetiştirilen bu çocuklar son derece akıllı, saygılı, sevgi dolu ve mükemmel bir bilgi dağarcığına sahip. Çünkü kendilerine sevgi, saygı ve en önemlisi değer verilmiş. Ne istedikleri sorulmuş, eğer uygun değilse alternatifler sunulmuş. Başkaları tarafından doldurulacak boş bir nokta bırakılmamış. Bu çocukların bazılarının annesi ilkokul mezunu bayanlar. Ama kendilerini evlâtlarına adamış, bu uğurda kendilerini yetiştirmiş kimseler. Buradan da anlaşılacağı üzere yozlaşmış genliğimizin en büyük sorumlusu ailelerdir. Diğer kötü etkenleri yok saymıyorum. Onları tamamıyla saf dışı edemesek de; ilgi, sevgi ve saygıyla bertaraf edebileceğimize inanıyorum.

Bilin ki kainatta asla boşluk yoktur. Eğer siz boşluk bırakırsanız doldurulur. Kendi kültür ve değer yargılarını bilmeyen bir çocuk diğer ortamların göz alıcı yanlarına aldanabilir. Şiddet, uyuşturucu batağı ve diğer bir çok negatif duruma ancak çocuklarımızı gerçekten tanımaya çalışarak ve onlarla arkadaş olarak karşı koyabiliriz. Düşmanımız öylesine kuvvetli ki dört bir yandan bize saldırmakta. El ele verdiğimiz takdirde güçleniriz ve çocuklarımızı kötü niyetli üçüncü grupların esiri olmaktan kurtararak; değerlerine bağlı dürüst bir nesil yetiştirebiliriz. Çocuklarınızı alın ve özel yerleri ziyaret edin. Yaşına uygun kültürel faaliyetleri takip edin. Gelmek istemiyorsa sevdiği arkadaşlarının aileleri ile bağlantı kurun. Biz çocuklarımızı grup olarak gezdirip eğitmeye çalışıyoruz. Bunun için çaba sarf ediyoruz. Oğlumla yaptığımız son aktiviteyi size aktarmak istiyorum. “Mevlâna Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Derneği”nin Karabaşi Tekkesinde düzenlediği sohbet ve “Sema Gösterilerine” katıldık. Belki bu bizi etkilemekten uzaktı. Fakat oğlumun hayatında bir perde daha açıldı. Arkadaşlarına anlatacağı bir konusu daha oldu. Binanın el işlemeciliği, görkemi dahi onun hayal âlemine bir pencere daha açtı. Pazar günleri babasıyla Ulu camiye sabah namazına gitmesi, dedesi ve babası ile yaptığı dağcılık ve sohbetlerde bunlardan bir kaçı.

Gençlerimizi yetiştirmek için hedeflerimiz ve bu hedeflere ulaştıracak metotlarımız olmalı. Bunun yanı sıra Hz. Nuh(as)’ın oğlu Kenan’ı kurtaramadığını da unutmamak gerekir. Her şey nasip kısmet işidir. Biz elimizden geleni yapalım gerisini Allah’ın takdirine bırakalım. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi;

“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!

Hedefe varmayan mızrak utansın!



Onu sürdürmeyen çırak utansın.[/b]

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Ynt: Kardelen dergisi
« Yanıtla #1 : 22 Eylül 2008, 01:37:16 »
Güzel bir konuya değinilmiş...  allks
Benim otobüs anılarımdan ne yazıkki bunları birebir  bende yaşadım ...
Yazarın dediği gibi temeli sağlam atmak lazım.

“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!

Hedefe varmayan mızrak utansın!



Onu sürdürmeyen çırak utansın.

Çevrimdışı Halime

  • ***Sen kaldırım taşlarını dize dur önüme, ben toprağa basa basa senden uzaklaşıyorum ***
  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: İsk€nd€run
  • 2695
  • +198/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Ve Birgün Bu Dünya Gül Bahçesine Dönecek..
Kardelen dergisi
« Yanıtla #2 : 20 Ekim 2008, 10:46:18 »
[b][color=maroon]Yüzleşme Vakti
Ali Erdal


Namaz için Kıble'ye döndünüz... Şöyle hafifçe bir omzunuz öne veya geriye kaysa... Sizin açınızdan ehemmiyetsiz bir hareket... Ama bu hafif kımıldanış, mesafe uzadıkça açıklık artacağı için hedeften sapmanıza sebep olur ve siz Kâbe'ye dönmüş olamazsınız. Sabit bir direk gibi duramayacağımıza göre; hastalık, kusur, zaaf ve hatalarla malul aciz bir varlık olarak halimiz ne olacak?

Evet ama hiç endişe etmiyoruz. Biliyoruz ki, niyetimizle kurtuluruz. Yönelmeyi başardığımız için değil, niyetimiz sayesinde “istikamet” üzere oluruz. Allah emretti, biz de o mübarek yere döndük… Niyetimiz bu!.. Çocukluğumdan hatırlıyorum:

“Can ü gönülden niyet:

Kâbedir istikamet!..”

Niyetimiz halisse istikamet doğrudur... Kırda araştırmadan namaza duran, doğru yöne dursa bile Kâbe'ye dönmüş olmaz da, araştırdıktan sonra yanlış yöne duran Kâbe'yi bulmuştur. Mesafe, yanılma, şaşırma, hata, kusur, zaaf bizi istikametten saptıramaz… Niyetimiz sağlam olsun yeter ki… İnişli yokuşlu, yılan gibi kıvrılıp bükülen yollarda namaza nasıl durulacağını düşünürsek, niyetin önemi daha iyi anlaşılır… Abdestli olmadığı halde, öyle olduğuna inanan kişi namaza hazırdır, ama abdest aldığını unutan değildir. Sadece ibadetlerde değil, hayatın her sahasında böyle...

Önce inanmak; şeksiz şüphesiz inanmak! Aşkla inanmak, aşkla!.. Ve inandığını uygulamaya niyet... Aşk, imanı sağlamlaştırıyor, iman niyeti doğuruyor; niyet, istikameti bulduruyor. İstikameti bulan güven içinde oluyor ve kurtuluyor… Yani kurtuluşu aşkla iman sağlıyor...

“Ameller, niyetlere göredir!”... Bunu, ancak bir peygamber söyleyebilir... Sadece bu hadis-i şerif, mucize isteyene yeter... Ameller, sonuca göre değil, niyete göre... Niyet bu kadar mühim... “İnsan”: Niyet eden varlık!.. Düşünen ve niyet eden... Hayvan içgüdüleriyle, nefsine uyarak anlık yaşarken; “insan”, niyetiyle yarınlara hazırlanıyor; yarınlar için plân ve proje yapıyor. Niyeti, “eşref-i mahlûkat” veya “belhüm adal” istikametini çiziyor.

Bir sahabî, Peygamber Efendimiz'e (sav) gelir ve yolunda hicret etmek niyeti ile biat eder. Ona ordunun arkasından gelip yolda düşen ve kalanları gözetme vazifesi verilir. Orduya yetişince payına ayrılan ganimet kendisine verilir. Derhal huzura çıkar ve bunun ne olduğunu sorar. Kendisine ayrılan ganimet olduğunu öğrenince der ki:

–Ben sana dünya malı için tâbi olmadım, sadece şu boğazıma bir ok saplansın ve öylece ölüp cennete gideyim diye biat ettim!

Kâinatın Efendisi:

–Eğer bu niyetinde sadıksan, Allah seni tasdik eder, yalancı çıkarmaz!

Biraz sonra savaşa girilir. Savaştan sonra hakikaten tam işaret ettiği kısımdan boğazına bir ok saplanmış ve şehit düşmüş olduğu görülür.

İnsanlığın Ufku:

–Allah'a sadık oldu. Allah da onu doğruladı. Allah'ım, Senin yolunda hicret edip şehit oldu; ben de bunun şahidiyim.

Büyük velinin dediği gibi:

"Niyet hayır, akıbet hayır;

Hayır diyelim, hayır olsun!”

Toplumlar için de durum aynı...

“Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez.” (Ra'd Suresi/11)

“Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır. Gerçekten de Allah hakkiyle işiten, herşeyi bilendir.” (Enfal Suresi/53)

Biz Türk milleti olarak böyle bir durumu iki defa yaşadık... 1-Kızgın bir mayi gibi ülkeler, inanışlar, topluluklar arasında arayış içindeydik... Allah, arayışımızı mükâfaatlandırdı ve bizi İslâm'la şereflendirdi... 2-İslâm'a bağlılığımız gevşeyince çöküş başladı. Türk tarihini bir grafikle gösterecek olursak duraklama dönemine kadar yükseliş çizgisi, bu dönemden itibaren iniş çizgisi olduğunu görürüz.

Müslüman olduktan sonra basamak basamak nasıl yükseldiğimizi, dünya sahnesinde haşmetle, şerefle nasıl yer aldığımızı, dünyaya insanlığın, adaletin ve hâkimiyetin ne olduğunu gösterdiğimizi kim inkâr edebilir... Ne sayede? İslâm'a halis niyetle hicret sayesinde... Gülü tarife ne hacet!.. Ne zaman ki, İslâm'a olan aşkımız pörsüdü, çöküş başladı... Ne olduksa İslâm'a hicret sayesinde, ne kaybettikse İslâm dışında sığınılacak liman aramak yüzünden...

Nâbî diyor ki:

“Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihânda

Kaldı arada sübha-i mercan mütereddid”

“Dil zikrediyor ama gönül (zikirle alâkasız, o) dünyayı düşünüyor; mercan tesbih de ikisinin arasında (hangisini sayacağını) şaşırıp kalmış...”

Kanunî zamanında başlıyor bozulma... Niyet değişiyor... İstikamet de bozuluyor. İslâm dillerde övülüyor, ama eski aşk yok gönüllerde... Mercan tesbih gibi şaşkınız... Ve yavaş yavaş güneş batıyor... “Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok!..” Taktik ve strateji dehası, 80'lik delikanlı Tiryaki Hasan Paşaların ve kopardığı üzümün bedelini asmanın dalına bağlayan mücahitlerin yerinde; yağma için saldıran askerler ve ganimet hesaplarına göre hücum plânlayan paşalar var... Bozgun çığırımızın ifşacısı Kara Mustafa Paşa, bunun tipik örneği... Allah davasının heybetini taşıyan mütevazi kahramanların yerinde bir gurur ve kibir heykeli:

“Yüksek ve beyaz kavuğu altında mukavves kalın kaşları, sorguçlarını parıldatan elmasları ve yakutları ile Osmanlı debdebe ve tantanasına canlı bir timsal teşkil ediyordu (Ahmet Refik Altınay; Felâket Seneleri). Viyana yolunda, ordunun arkada bırakacağı kaleleri düşürmeden Nemçe payitahtını kuşatmanın felâketini belirten tecrübeli beylerbeyine verdiği cevabına bakın:

“Bir adamın sinni (yaşı) sekseni tecavüz ettikte kendüye ateh (bunaklık) ârız olur dedikleri yerinde imiş!”

Yunus,

“Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer!”

Demekte ne kadar haklıymış:

“Osmanlı ordusu, elmaslar ve altınlar içinde, azim bir ganimet hırsiyle ilerliyordu. Arpa ve buğday tarlalarını yakıyor, geçtiği yerlerde kanlı ve dumanlı harabeler bırakıyordu. Ordunun peşinde sübyan (çocuklar) ve nisvan (kadınlar) dan mürekkep, sefil ve perişan esir kafileleri sürükleniyordu.” (Altınay)

“Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?”

Yunus, “Aşk bir güneşe benzer” diyor. İşte güneşten mahrum olmanın hali:

“Viyana, içinde bulunduğu şartlara göre, imdat kuvvetleri yetişmeden düşürülebilirdi. Bunun için, daha ilk günlerde azimli bir cebrî hücum yeterdi.

Niçin mi yapılamadı?

Tarihlerimizin açıkça kaydettiği, fakat bugüne kadar tam mânâsiyle dillendirilemeyen, şuurlaştırılamayan, büyük harflerle tarihe ve okuma kitabına geçirilemeyen bir sebep yüzünden...

Bozgun çığırımızı açan Viyana hezimeti, ne askerî, ne idarî, ne siyasî, ne iktisadî bir sebebe dayatılabilir. Sebep tektir ve sadece ahlâkîdir. Kelimenin harf aralarını açalım:




AHLÂKÎ!..




(...) Muhasaranın daha ilk kademesinde, Viyana'nın umulmadık zaafını gören bazı kumandanlar, Kara Mustafa'ya şehrin cebrî hücumla zaptını teklif ediyorlar. Fakat Paşa, servet ve ganimet kaygısından başka gayesi olmayan yakınlarının, baş haris kendisi olarak telkini altındadır:

–Şehri cebri hücumla zaptedersek asker her tarafı yağma eder ve bize bir şey kalmaz! Şehrin kendi kendisine teslim olmasını ve bizzat kapılarını açmasını bekleyelim ki, intizamla girilsin ve hazineler, ganimet malı bize kalsın!..” (Necip Fazıl; Moskof)

Niyet dünya menfaati olunca istikameti “Mukaddes Dava” değil, dünya hırsı çiziyor... Ve bu bünyeye yayılıyor... Bu tesbit edilmiyor, edilemiyor; üstelik tam tersine bizi yücelten değerlere, içten içe kuşkuyla bakılıyor... Arkasından şüphe derinleşiyor... Bir yandan İslâm övülürken, fermanlarla geçmişe istihfafla, dışımızdaki dünyaya hayranlıkla bakılıyor...

“İmtisâl-i "câhidû-fi'llah" olupdur niyyetüm

Dîn-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretüm” (Avni/Fatih Sultan Mehmet)

(Niyetim "Allah uğrunda hakkıyle savaşınız" âyetine bağlı kalmaktır. Gayretim, İslâm dîninin gayretidir)

Diyenler tarih oldu... İslâm'a, terörün kaynağı iftirasının kökleri Tanzimat döneminde:

“Din şehit ister, gökyüzü kurban.

Her yanda durmadan kan akacak,” (Tevfik Fikret)

Aynı şair, Avrupa'ya tahsile gönderdiği oğluna, ne varsa orada; git ve her saha için ışık getir diyor. Niyet ve istikamet açık ve not olarak dışarıya:

“Bir ziyâ kervanı bul ve katıl.

...

Ne bulursan bırakma: San'at, fen

İtimat, itinâ, cesaret, ümîd;

Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd

Bize bol bol ziyâ kucakla getir”

Arkasından... İslâm'a, yanlışlarını (haşa) düzeltip, zararlarını telâfi ettikten (haşa) sonra katlanmak... Arkasından “safradan” (haşa) temelli kurtulma gayretleri... “Kâbe Arabın olsun” diyen mi ararsın, “Eskiyi unut” diyeni mi... Gittikçe artan bir ivmeyle, basamak basamak bugünlere geldik...

Dikkatinizi çekerim... Duraklama döneminden itibaren bütün düzeltme ve düzenleme hareketlerinin temelinde kıyafet var... Zannedildi ki, kıyafetimizi değiştirirsek, bizden ileri olduğu düşünülen dünyanın kıyafetine bürünürsek her şey düzelecek... Kimse demedi ki, kıyafet belli başarıları sağlayacak sebep değil, belli sebeplerin sonucudur... En basitinden işçi iseniz, ona uygun kıyafeti giyersiniz. Bir iş yerini ziyaret eden siyasî, o işyerine ait bir kıyafeti giydiği zaman işçi olmaz... Asker o elbiseyi giydiği için asker değildir, asker olduğu için o kıyafeti giyer. Hint fakirinin kıyafeti, yunan askerinin ayakkabısının burnundaki püskül, Napolyon'un kayık gibi şapkası, Pekos Bil'in pantolonundaki püskülleri, bir kültürün ürünüdür... Kıyafetini giyince onlar gibi olunacağını sanmak gülünç değil mi?.. Sünnet olurken paşa elbisesi giyen çocuk bile, elbiseyle paşa olunmayacağını bilir.

Kimse demedi ki, başımıza gelenler, İslâm'a olan aşkımızın azalmasındandır. Yapılacak olan bu yolda kendimizi yetiştirmek, kurumlarımızı yeniden düzenlemekti. Aşkımızı tazelemekti, yeni bir aşk aramak değil... Doğrusunu yapmak varken, yanlışta ısrar edildi ve derinleşildi...

Ama artık, kendimizden ve değerlerimizden kuşku ile başlayan, safra gibi değerlerimizi atıp, yerlerinin, Batı'dan alınacak şeklî değişikliklerle doldurulacağını sanma gafletinin yenilir yutulur tarafı kalmadı. Artık yüzleşme vakti... 3 asır sonunda bir arpa boyu bile yol gidilmemesi bir yana, nelerin kaybedildiğinin ayan beyan ortada olduğu şu günde artık her şeyin muhasebesinin yapmanın zamanı geldi. Bir gömleğin yanlış iliklendiğinin son düğmeye gelince anlaşılması gibi, artık bu hatamızla yüzleşme vakti geldi. Hayatı; adam gibi yaşamak yerine, tiyatro sahnesine veya kıyafet balosuna çevirme abesinin anlaşılmayacak yanı kalmadı. Hangi isim altında ve niçin olursa olsun bugünkü bütün çatışmaların, tartışmaların temelinde bu vardır ve yüzleşmeden kaçış yoktur. Herkes için, her şey için yüzleşmek bir memuriyettir, hattâ mecburiyettir.[/color][/b]