Ölüm Hakkında

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ayisigi

  • **
  • Join Date: Nis 2008
  • 82
  • +15/-0
Ölüm Hakkında
« : 06 Haziran 2008, 12:38:14 »
ÖLÜM

Her oyunun kendine göre bir kuralı vardır. O kurallara uyularak o oyun
oynanır. Eğer siz bu oyunu kurallarıyla değil de; ben dilediğim gibi
oynayayım derseniz, size o sahada yer yoktur.

Tavla oynuyorsanız pulları gelen zarların rakamına göre ilerletmek
mecburiyetindesiniz. Futbolda iseniz topu elinize alamazsınız. Basket
oynuyorsanız topu ayağınızla yürütemezsiniz. Bunlar oyunun kuralıdır. Eğer bu kuralları kabul etmiyorsanız; o zaman zaten siz sahaya da çıkamazsınız.
Çünkü o sahaya çıkıp oynamak o kuralları kabul etmenin neticesidir.

Din olayını kabul edebilirsiniz veya etmeyebilirsiniz. Ama ben dini kabul ediyorum dediğiniz zaman, Peygamberin getirdiği kuralları kabul ediyorum demektir bu.

O zaman sizin düşünce yapınızı, Peygamberin getirdiği kurallarla bağdaştırmak mecburiyetindesiniz. Eğer düşündüğünüz birtakım şeyler, Peygamberin getirdiklerine uymuyorsa, düşünmekte özgürsünüz ama Peygambere inandığınızı ve ona tabii olduğunuzu söylemeye hakkınız yoktur.

Mutlaka bir cenazeye gitmişsinizdir. Ve o cenazede tabut ve tabutun üstünde bir yeşil örtü görmüşsünüzdür. O yeşil örtünün üzerinde sırma ile yazılı bir ayet vardır. O ayette şöyle der;"Her nefis ölümü tadacaktır". İnceliğe dikkat edelim.

Kuran kesinlikle "öleceksiniz" demez, ölümü "tadacaksınız"
der. Tadacaksınız. İnsan ölmez ölümü tadar.

Kuranın hükmüne göre, Peygamberin bildirisine göre,
Peygamber de ölüm olayını şöyle anlatır; kişi ölümü tattığı anda ölmüş olduğunu fark etmez. Kişi kendi bedenini yıkayanı ve çevresindekileri görür, bilir, tanır. Kendi cenaze namazını kılanları, tabutun içinde ve üstü örtülü olmasına rağmen görür, bilir ve tanır.

Mezardan uzaklaşanların ayak seslerini işitir.
Sonra kabrin içindeyken iki melek gelir.
Münkir, Nekir adlarıyla, maruf. Ve ona bazı sualler sorar. O
suallerinde cevabını verir. Niye?

Ölümü tatma anındaki olayların bazı ana noktalarını vurgular.
Öyleyse ölüm denen olayın ne olduğunu bir an için hatırlayalım.
Şöyle anlatayım size ölümü;

Bir yerde bir koltukta oturuyorsunuz, çevrenizde de insanlar var.
O anda elinizi kaldırmak istiyorsunuz, kaldıramıyorsunuz.
Bir şey söylemek istiyorsunuz sesiniz çıkmıyor, bir anda paniğe düşüyorsunuz. Felç mi oldum diyorsunuz?
Sizde felç oldum düşüncesi, duygusu hâkim oluyor o anda.
Hâlbuki sizin durumunuzdan şüpheleniyorlar, dışardan bakıyorlar hareket yok, gelip dokunuyorlar yığılıp kalıyorsunuz.

Aaa! Öldü! Diyorlar. Siz onların öldü deyişinden öldüğünüzü anlıyorsunuz.
Felç geçirmediğinizi anlıyorsunuz. Dikkat edin. Aklınız, şuurunuz, idrakiniz,
bütün duyularınız yerinde, dışarıda olup bitenleri görüyorsunuz. Fakat beden bir anda yığılıp kalmış.

Deyin ki siz buna kalp krizi. İşte o anda çevrenizdekiler bağırıp,
çağırmaya, haykırmaya başlıyor. Ağlıyorlar, vaveylalar kopuyor. Siz "
Ölmedim, yaşıyorum!" demek istiyorsunuz, sesiniz çıkmıyor. Çünkü beyin
durmuş, sinir sistemi felç olmuş, hiçbir hareket yok bedende. Ve onların bu haykırışları, bağırışları sizi daha büyük bir sıkıntıya, azaba, paniğe
sokuyor.

Peygamberin sözünü hatırlayalım;"Ölülerinizin yanında haykırıp,
bağırıp, çağırmayın onlara eziyet edersiniz" Çünkü; o zaten ölü değil!!!
Yaşıyor! Yaşıyor, fakat beden durmuş, bitmiş. Bedenden dışarı iletişim
sağlanamıyor.

Derken alıyorlar bedeni koltuğun üstüne uzatıyorlar, törelerine göre getirip
üstüne bir bıçak, bir çatal bir şeyler koyuyorlar.
Siz orda çevrenizde ağlaşanları seyredip duruyorsunuz.

Sonra alıyorlar sizi, götürüyorlar bir hamama sıcak bir yere, üstünüze
suları döküyorlar, sizi evirip çeviriyorlar, siz ne kadar uğraşırsanız
uğraşın, dışarıyla iletişim kurmaya "Ben yaşıyorum!" demeye diyemiyorsunuz.

Ama sizi yıkayanları görüyorsunuz, biliyorsunuz, tanıyorsunuz. Tanıyorsunuz ama maddi dünyasıyla bağınız kopmuş. Param diyorsunuz, işim diyorsunuz, koltuğum diyorsunuz, anam, karım, çocuğum diyorsunuz hiç! Bunların hiç biri size ulaşamıyor. Ve bunlara dokunamıyorsunuz.

Daha sonra sizi alıyorlar beyaz bir kefene sarıyorlar, tahta bir sandığın
içine koyuyorlar, üstünüzü kapatıyorlar ama sizin görüşünüze mani olmuyor o tahta, o örtü...
Dışarıda olanları seyrediyorsunuz. Gözleri yaşlı, hüzünlü insanlar...

Sonra götürüyorlar bir musalla taşına koyuyorlar. Hüzünlü an, çevrenizde
ağlıyorlar, haykırıyorlar. Gözü yaşlı karınız, kocanız, çocuğunuz, ananız,
babanız, arkadaşlarınız, sevdikleriniz... Ve siz bunları da
seyrediyorsunuz...

Sonra sizi alıyorlar bir mezarın yanına getiriyorlar.
Koyuyorlar toprağın üzerine, mezar kazılıyor çevrenizde hüzünlü insanlar...
İşte o anda hayatınızın en büyük paniği başlıyor.
Yaşamınızın en büyük paniğini o anda yaşıyorsunuz.

Çünkü aklınız, şuurunuz, idrakiniz, bütün
duygularınız sizinle beraber, yani siz o anda yaşıyorsunuz, fakat bedeni
içinde bir örtüde ve o mezarın içine konacağınızı, üstünüze toprağın
atılacağını ve orada hapis kalacağınızı, görüp hissediyorsunuz. Hz.

Ömer(r.a) soruyor;

- Ya Resulallah! Ben mezara konduğum zaman şu andaki aklım, idrakim,
duygularım, şuurum, aynen muhafaza olacak mı?

-Evet, Ya Ömer! Aynen şu andaki aklın, idrakin, duygularınla var olacaksın.
Evet. Kişi o mezara gömülme anında hayatının en büyük
paniğini yaşıyor. Diri diri toprağa gömülmek...

Ve sizi en sevdiklerinizin elleriyle toprağa alıp o mezarın içine
koyuyorlar, üstünüze toprağı atmaya başlıyorlar.
Tahtalar konuluyor veya beton taşlar konuluyor, dışarıyla ilginiz kesiliyor. Ama dışarıdaki sesleri duyuyorsunuz, toprağın içinde canlı canlı hapis kaldığınızı hissediyorsunuz.

Evet, bedende bir olay yok o ana kadar ama siz o toprağın içinde canlı canlı hapissiniz. Bağırmak, haykırmak istiyorsunuz;
Beni buraya bırakmayın! Beni buraya koymayın! Ben yaşıyorum! Canlıyım! diriyim! Ben de sizin kadar şuurluyum!
AMA İLETİŞİM YOK!

Bunlara ulaşamıyorsunuz ve sizi oraya bırakıyorlar,
üstünüze toprağı kapatıyorlar, ışık kayboluyor,
kapkaranlık bir mezarın içinde tek başınasınız...

Peygamberimiz(s.a.s) şöyle diyor:

" Kişi kabre konduğu zaman o panik içinde öyle bir haykırışla haykırır ki;
feryadı arşa kadar yükselir. Fakat ne yazık ki insan kulağı o haykırışı
işitemez."

İşte o panik anında düşünüyorsunuz ki, size dünyada iken söylenen; ölmek yok!, hayat devam ediyor!, öbür hayata kendini hazırlamazsan pişman olursun! ikazları gelmişti, ulaşmıştı fakat bunları kaa'le almamıştın. Artık mezardan geri dönüş
yok. Bitiyor, herşey son buluyor.

Ve orada gerçekten iki melek geliyor, size bazı sualler soruyor.
Siz o panik halinizle ne derece cevap verebiliyorsunuz,
size ait olan bir olay...

Sonra aradan zaman geçiyor, mezarın içinde yılan, çıyan, köstebek, fare
kenarlardan çıkıyor geliyor sizin kaşınızı, gözünüzü, yanağınızı, ağzınızı,
burnunuzu, karnınızı, bağırsaklarınızı yemeye başlıyor. Ve siz mezarda kendi yenişinizi, bu hayvanlar tarafından parçalanışınızı seyrediyorsunuz,
hissediyorsunuz.

Evet, fiziki bedeninize olan fiziksel bir azap size ulaşmıyor ama
kendinizi kâbus görür şekilde düşünün, rüyada, yatakta...

Rüyanızda size gelen baskıları, birtakım hayvanların size verdiği
zararı, veya bir uçurumdan düşüşünüzü, bir bıçağın sizi kesişini,
boğulmanızı, göğsünüze birinin oturup boğazınızı sıkmasını düşünün...
O anda fiziksel bir olay yok ama, sizin yaşadığınız kabus...
İşte mezarda öyle bir kâbusun içine düşüyorsunuz ki, uyanma,
geri dönme yolu yok.
Ve böylesine başlayan bir ÖLÜM ÖTESİ YAŞAM

Yani siz ölümün ne olduğunu tadıyorsunuz.
Tadış sizde bir şey değiştirmiyor.
Herhangi bir şeyi tattığınız zaman nasıl şuurunuzda,
idrakinizde bir değişme olmuyorsa, sadece o şeyin ne olduğunu anlıyorsanız, "ölümü tatmak" demek bu bedene kumanda edemez hale gelmeniz demek. Bu bedene kumanda edemez hale geliyorsunuz, işte bu "ölümü tatmak" denen olay. Ama yaşamınız devam ede
gidiyor o kabirde...

Size sorsam, bir aynaya baktığınız zaman ne görüyorsunuz? Desem, hemen vereceğiniz cevap şu olur. Aynaya baktığım zaman kendimi görürüm. İşte "aynaya baktığım zaman kendimi görürüm" cevabınız Peygamberi, Kuran'ı ve ölüm ötesi yaşamı inkârdan başka bir şey değildir!

Eğer gördüğünüz aynada, sizin ben dediğiniz, kendim dediğiniz
yapı ise bu beden belli bir seneler sonra toprak altında çürüyüp yok olacak ve bu hesaba göre sizinde yok olmanız gerekecektir. Ama siz toprak altında Peygamberin bildirdiği bir şekilde yaşayacaksınız. Bu beden çürüyüp yok olmasına rağmen demek ki aynada ben dediğiniz, kendim dediğiniz şeyi görmüyorsunuz. Siz bir beden görüyorsunuz.
Sokakta bir araba görüyorsunuz, yaklaşıyorsunuz cama tıklıyorsunuz, cam açılıyor içerde bir adam, direksiyona yapışmış "Kimsin sen?" diyorsun. "Ben 1956 modeli Chevrolet'im "diyor. Adama bakarsınız gülersiniz,kafayı üşütmüş zavallı dersiniz.

"Sen Chevrolet değilsin kardeşim, sen insansın, arabanın direksiyonunda oturuyorsun, bir süre sonra da direksiyondan kalkıp arabadan
çıkarsın! " dersiniz. Adam size "Hayır öyle şey yok, herkes bana böyle dedi, herkes de bana böyle diyor, ben otomobilim" cevabını veriyorsa artık siz ona daha fazla bir şey söylemezsiniz. "Zavallı, Allah selamet versin" der geçersiniz.

İşte bugün birtakım insanlar, ben 56 doğumlu bilmem kimim, ben 48 doğumlu bilmem kimim, ben 38 doğumlu bilmem kimim diyorsa o 56 model Chevrolet'im diyen şoförden farkı yoktur.

Siz belli bir süre için bu bedenle birlikte varolan, fakat bir süre sonra bu
bedeni terkedip, bedensiz olarak yaş***** devam edecek bir varlıksınız.

İşte din dediğimiz olgu burdan ileri geliyor, şu anda her ne kadar bu
nedenle bu madde dünyasında yer alıyorsanız da, belli bir süre sonra , bu
madde dünyasıyla tüm ilişkiniz kesilecek, paranız, koltuğunuz, karınız,
kocanız,çoluğunuz-çocuğunuz,ananız, babanız v.s tümü geride kalacak, tek başınıza yepyeni bir hayata geçeceksiniz.

Eğer o hayatın şartlarına göre kendinizi hazırlayamadıysanız, hazırlama
gereği duymadıysanız, siz ne olursa olsun o ortamda çok büyük bir sıkıntıya , azaba düşeceksiniz. Ergeç denize düşecek olan insan yüzme öğrenmek mecburiyetindedir. Yüzmeyi öğrenmediyse, o denizin içinde boğulur. Bunun başka yolu yoktur.

Ben dünyada böyle bir insandım, şöyle bir insandım, şunu
yaptım, bunu yaptım. Sen dünyada nasıl bir insan olursan ol, eğer yüzmeyi öğrenmediysen, denize düşünce boğulursun.

Sen eğer gideceğin ölüm ötesi aleme gereken bir biçimde hazırlanmadıysan, o alemde yer alacak olan ruh bedenini gerektiği bir biçimde, gereken enerjiyle güçlenmediysen, ne olursan ol o alemin batağında B-O-Ğ-U-L-U-R-S-U-N....

E canım ben Peygambere inanıyorum,
Allah'a inanıyorum ama gerektiği gibi hazırlanamıyorum.
Aldatma kendini, mantığını çalıştır, beynini çalıştır gerçekçi düşün.

Senin halin o adama benziyor. Vapur yolculuğuna çıkmış,
kaptanla da çok samimi, kaptanın sofrasında yemek yiyor,
kaptanla da çok iyi anlaşıyor. Ama bir gün güvertede güneşlenirken, kaptandan şu seslenişi işitiyor;

"Gemi su alıyor, batmak üzere, herkes acele yüzme öğrensin, veya can
simidi edinsin" Sen diyorsun ki;"Canım, ben burada keyfime bakayım,
ben kaptanı seviyorum, nasıl olsa kaptan beni kurtarır"

Gemide 1000 yolcu nerde sen nerde kaptan. Bir süre sonra gemi batıyor. Sen suların içinde gulu gulu yapıyorsun. Bu arada diyorsun ki;"Deniz, deniz! Beni boğma, ben kaptanı çok seviyordum, ben kaptana yanıyordum"
Deniz sana lisanı halle der ki; burada kaptanı sevmen, kaptana yanman, sana fayda etmez. Ya can simidi edinseydin veya yüzme öğrenseydin.
Sen istediğin kadar kaptana inanıyordum de, boğulursun.

Çünkü kaptanın senin inanmana ihtiyacı yok, yani Peygamberin senin ona inanmana ihtiyacı yok. Allahın da senin ona inanmana ihtiyacı yok.

Peygamber sana diyor ki;

"Eğer benim dediklerimi anlayıp idrak edemiyorsan,
bana hiç olmazsa inan, ölüm ötesinde böyle bir yaşam var, o yaşamın
şartlarına göre tedbir alarak kendini kurtar.

Sen diyorsun ki;"Ben sana inanıyorum"
Sonra bildiğin gibi yaşıyorsun. Saçmalama.
Peygambere inanmaktan gaye, Peygamberin dediğini anlayıp idrak etmek ve o bildirdiği tehlikeye karşı gereken tedbirleri almaktır.
Sen ona gerektiği gibi kulak vermiyor, dediklerini anlamıyor, gereken tedbirleri almıyorsan, nekadar" inanıyorum, onu çok seviyorum" dersen de, o gittiğin ortamda içine düşeceğin azaptan kendini kurtaramazsın.
Ona inanmaktan murat, onun önerdiği bir biçimde gereken tedbirleri almaktır. Peygamberin senin inanmana ihtiyacı yok ki...

Sen ya geleceği idrak edip, gereken tedbiri alarak kendini kurtaracaksın
veyahut ta es geçeceksin. Gittiğin ortama gereken bir biçimde hazırlanmadığın içinde mahvolacaksın!

Diri diri kebire gömülüp, orada canlı canlı o azabı çekeceksin seneler ve
seneler boyu. Bu daha işin başlangıcı, devamını söylemeyeceğim şu anda.
Bir İsviçre'ye gitmeye kalkıyorsun, bir Amerika'ya gitmeye kalkıyorsun 6 ay evvelinden hazırlık yapıyorsun, oranın şartlarını öğreniyorsun, ne
götüreyim, ne getireyim, yanıma ne alayım, orda ne kadar kalayım diye onu araştırıyorsun.

Ömür boyu, sonsuz yaşayacağın bir ortama gideceksin bir daha geri dönüş yok, oranın şartlarını araştırma gereği duymuyorsun. Ondan sonra akıllım diye geçiniyorsun. Bu mu aklın...

Hazırlanma kabul ama evvela oranın ne olduğunu öğren ondan sonra
hazırlanma, bilmediğin bir şeye nasıl tedbir alırsın veya nasıl tedbir almama gereğini duyarsın. Senin garanti senedin mi var? Şu kadar sene yaşayacağına dair.

Bir damarındaki tıkanma, bir kalp krizi, bir beyin kanaması senin bir anda
kaç yaşında olursan ol hayatının sonudur. O andan itibaren sana ne karın, ne paran, ne kocan, ne anan, ne baban, ne bir başkası fayda edecek. Peki, o ölümdenen olayla birlikte başlayacak olan ölüm ötesi yaşama hazırlanmadıysan seni kim kurtaracak, ne kurtaracak. Allah kerim canım, yukarıda ALLAH var canım nasıl olsa kurtarır. Bırak bu ağızları, iyice aklını başını topla ona göre hareket et. Yoksa vay haline .