XIII. Yüzyıl Anadolu Sahası

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
XIII. Yüzyıl Anadolu Sahası
« : 02 Mart 2018, 15:08:41 »
Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’nun kapıları Türkler’e açılmıştır. XIII.
yüzyılda Moğol akınları ve çeşitli sebeplerle çok sayıda Oğuz Türk’ü Orta
Asya bozkırlarından Anadolu’ya göç ederek burayı yurt edinmişlerdir.

Türkler’in Anadolu’da yerleşmeleri ile bu coğrafyada İslâmî Türk edebiyatının gelişimi
arasında sıkı bir münasebet vardır. Özellikle Orta Asya’dan göçen ve
hikmetler söyleme geleneğine sahip Yesevî dervişlerinin Anadolu’da Türk
edebiyatının gelişmesinde önemli rolü olmuştur (Köprülü, 1991).

Diğer taraftan Anadolu’da gerçekleştirilen fetihlerde adı öne çıkan
kahramanların mücadeleleri destanî anlatımlarla yaşatılmıştır.
Bu dönemde, Bizanslılar’a karşı savaşlarda gösterdiği kahramanlık sebebiyle
Battal Gazi’nin ismi etrafında Battalnâme, Orta Anadolu’ya kadar birçok
şehri fethetmiş olan Dânişmend Gazi’nin ismi etrafında da
Dânişmendnâme ve Anadolu ve Rumeli’nin fethinde
önemli rolü bulunan Saru Saltuk’un menkabelerini anlatan
[b]Saltuknâme[/b] isimli destanlar meydana getirilmiştir. Bu eserlerde, eski Türk
destanlarındaki “alp” tipinin İslâmî hüviyete bürünerek “gazi” tipine dönüş-
tüğü görülmektedir. Bu destanlar başlangıçta eski Türkler’deki destan geleneğine
uygun olarak sözlü olarak söylenmiş, sonraki yüzyıllarda yazıya geçirilmiştir.

XIII. yüzyıl Anadolu’sunda Türk-İslâm edebiyatının temsilcilerinin mutasavvıf,
ilk yazılı ürünlerin de dinî tasavvufî mahiyette eserler olduğu görülür.

Türk asıllı olan ancak eserlerini Farsça yazmış olan Mevlâna Celâleddin-i
Rûmî bu yüzyılın en büyük şairidir. Mevlâna, bugün Afganistan sınırları içerisinde
kalan Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. 1212 yılında ailesiyle birlikte
önce İran’a, sonra da Anadolu’ya gelmişlerdir. İlk eğitimini babası
Burhaneddin Veled (ö. 1231)’den alan Mevlâna, daha sonra babasının öğrencisi
Seyyid Muhakkik Tirmizî (ö. 1242)’nin yanında tasavvufi eğitim almıştır.

Seyyid Burhaneddin’in vefatından sonra Konya’ya gelen Şems-i Tebrizî
ile tanışmıştır. Şems, Mevlâna’nın duygu ve düşünce dünyasının şekillenmesinde
fevkalade etkili olmuştur. Şems’in ortadan kaybolmasıyla Mevlâna derin
bir yalnızlığa düşmüştür. Bir süre sonra babasının öğrencilerinden
Selahaddin Zerkub isimli bir kuyumcu ile dostluk kurmuş, onun da vefatıyla
Mesnevi’nin yazılmasını teşvik etmiş olan Hüsameddin Çelebi ile arkadaş
olmuştur. Mevlâna, 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etmiştir.

Mevlâna eserlerini Farsça yazmış olmasına rağmen Türk edebiyatı üzerinde
en etkili şairlerden biri olmuştur. Şiir tekniği bakımından Divan şairlerine
öncülük etmekle birlikte tasavvufi düşüncesi itibarıyla da hemen hemen
bütün tasavvuf şairlerini, özellikle de Mevlevîliğe mensup şairleri derinden
etkilemiştir.

Mevlâna’nın üçü mensur beş adet eseri bulunmaktadır.
Hepsi de dönemin edebî geleneğine uygun olarak Farsça yazılmıştır.
Mevlâna’nın sanatçı kişiliğini ortaya koyan ve lirik şiirlerini ihtiva eden eseri [b]Divân-ı Kebir[/b]’dir.

Divandaki şiirlerinde [b]Şems[/b] mahlasını kullanmıştır.
Bu yüzden esere Divânı-ı Şems-i Tebrizi de denilmiştir.

Mevlâna’nın ikinci eseri, ona dünya çapında şöhret sağlamış olan Mesnevi’sidir.
Mevlâna’nın olgunluk dönemi eseridir. Mevlâna Mesnevî’nin özü
kabul edilen ilk on sekiz beytini bizzat yazmış, geri kalan yaklaşık 25600
beytini Hüsameddin Çelebi’ye yazdırmıştır.

Eser, mesnevî nazım biçiminde aruzun Failatün failatün failün kalıbıyla yazılmıştır.
Mesnevî’nin İçerisinde çok sayıda ayet, hadis, atasözü ve eğitici hikâyeler bulunmaktadır.

Abdülbâkî Gölpınarlı, Mesnevî’nin muhteva özelliklerini şöyle açıklamaktadır:

“Mesnevî’nin hemen her bahsinde Kur’an kıssaları geçer. Birçok beyitlerinde
âyet ve hadislerden lâfzî ve manevî iktibas ve tazminler vardır. Bu bakımdan
Mesnevî’ye ‘Magz-ı Kur’an-Kur’an’ın içyüzü’ diyenler tamamıyla
haklıdırlar. Mevlâna, kitabında kelâm kaidelerinden, Yunan felsefesiyle bu
felsefenin İslâmî şekli olan Hükemâ felsefesinden, bu sistem içinde yaradılış
ve dünya telâkkilerinden, büyük sofilerin menkabelerinden bahseder.

Mesnevî’de yer yer realiteye de ehemmiyet vermiştir. Bu yalnız hikâyelerde değildir.
Mevlâna gezdiği yerleri, gördüğü şeyleri anlatırken de realiteye büyük
ehemmiyet verir. Bütün bir devrin âdetleri, gören[ek]leri, düşünce ve sezişleri
elle tutulur, gözle görülür bir halde canlanır. Bazen da Mevlâna, kendi maceralarını
kapalı yahut açık bir surette anlatır, fikirlerini izah eder.” (Gölpınarlı,
1988;V).

Mesnevî, Türkçe başta olmak üzere birçok dünya diline çevrilmiştir.
Mesnevi etrafında Türk edebiyatında bir çeviri ve şerh edebiyatı meydana
gelmiştir. Ankaralı İsmail Rusuhî Efendi (1631), Bursalı İsmail Hakkı (ö.
1725), Ahmet Avni Konuk (ö. 1938), Tahir Olgun (ö. 1951), Abdülbaki
Gölpınarlı (ö. 1981), Şefik Can (ö. 2005) tanınmış Mesnevî şârihleridir.

Süleyman Nahîfi (ö. 1738-39 ) şair Mesnevi’yi aynı aruz kalıbıyla nazmen tercüme
etmiştir. Şerh ve tercüme faaliyetleri günümüzde de devam etmektedir.
Mevlâna’nın bir diğer eseri çeşitli konulardaki sohbetlerininin
derlenmersinden oluşan Fihi Ma fih’tir. “Yedi meclis” anlamına gelen
Mecalis-i Seb’a Mevlâna’nın gençlik döneminde yapmış olduğu yedi vaazı
ihtiva eden mensur bir eserdir. Son eseri Mektubat, Mevlâna’nın dönemin
önde gelen kişilerine yazdığı 145 mektuptan oluşmaktadır.

XIII. yüzyılın eser sahibi mutasavvıflarından biri Mevlâna ile çağdaş olan
Hacı Bektaş-ı Veli (ö. 1277)’dir. Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş ve
Sulucakarahöyük’e yerleşmiştir. Menkabelerde göre Ahmed Yesevi’nin
müridlerinden olduğu, irşad göreviyle Anadolu’ya gönderildiği nakledilmiş-
tir. Bektaşîlik tarikatının kurucusu olan Hacı Bektaş-ı Veli, çok sayıda derviş
yetiştirmiştir.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât, Kitâbü’l-fevâid, Fatiha Sûresi Tefsiri,
Besmele Şerhi, isimli eserleri vardır. Bunlardan başka nasihat ve şathiyelerini
içeren risaleleri bulunmaktadır.

Hacı Bektaş-ı Veli’inin tasavvufi görüşleri en ayrıntılı olarak [b]Makâlât[/b]
isimli eserinde yer almaktadır. Makâlât, Arapça yazılmış,
sonradan mensur ve manzum olarak Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Makâlât’ın temel konusunu dört kapı (şeriat, tarikat, marifet ve hakikat), ve
her bir kapıda on prensibi ihtiva eden kırk makamın açıklaması oluşturmaktadır.

XIII. yüzyıl sona ererken edebî eserlerde Farsça ile birlikte Türkçe de kullanılmaya
başlamıştır. [b]Karamanoğlu Mehmed Bey[/b]’in 1277 yılında devletin
idaresini ele aldıktan sonra yayımlamış olduğu
[b]“Bu günden sonra hiç kimse divanda, dergâhda, bargâhta, mecliste ve
meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak.”[/b]
şeklindeki fermanı, Türkçe yazma konusunda âlim ve edipleri cesaretlendirmiş olmalıdır.

Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (ö. 1312) eserlerini
genel olarak Farsça yazmakla birlikte eserlerinin içinde Türkçe beyitler de
bulunmaktadır. Sultan Veled’in Divan, İbtidanâme, İntihanâme, Rebabnâme
isimli manzum; Maarif adıyla da mensur eseri bulunmaktadır. Bu eserlerden
İbtidanâme’de, 76, Rebabnâme’de 162 Türkçe beyit bulunmaktadır. Çok eser
yazmakla birlikte Sultatn Veled babası kadar güçlü bir şair değildir. Onun
asıl önemi, temel prensiplerini Mevlâna’nın koymuş olduğu Mevlevîliği sistemli
bir tarikat haline getirmiş olmasıdır.

Yüzyılın sonlarında yaşadığı söylenen şairlerden biri hakkında fazla bilgi
bulunmayan Şeyyad Hamza’dır. Şeyyad Hamza’nın 1529 beyitlik Yusuf u
Züleyha isimli mesnevisi, 36 beyitlik Dasitan-ı Sultan Mahmud adlı küçük
bir mesnevisi ile az sayıda dini-tasavvufi şiirleri bulunmaktadır.

On üçüncü yüzyılda yaşamış ve eserleri günümüze ulaşan şairlerden biri
de Ahmed Fakih’tir. Aslında bu yüzyılda birden fazla Ahmed Fakih adına
rastlanmaktadır. Dünyanın geçiciliği, ölüm ve ahiret hayatına hazırlanmanın
gerekliliğinden bahseden ve bazı araştırmacılar tarafından [b]edebiyatımızda ilk
mevlid örneği[/b] olarak da kabul edilen [b]Çarhnâme[/b];
Şam, Mekke, Medine, Kudüs gibi şehirleri ile buradaki kutsal mekânların anlatıldığı
Kitâbü Evsâf-ı Mesâcid isimli eserler Ahmed Fakih ismine izafe edilmektedir.
(Sertkaya, 1989).

Türk tasavvuf edebiyatının şüphesiz en dikkate değer şairi [b]Yunus Emre[/b]
(ö. 1320) de bu yüzyılda yaşamıştır. Hayatı hakkında bilinenlerin çoğu
menkabelere dayanmaktadır. Kesin olmamakla birlikte Orta Anadolu ve Batı
Anadolu bölgelerinde yaşadığı kabul edilir. Eski kaynaklarda Yunus’un ümmî
bir kişi olduğu nakledilmiştir. Eldeki bilgiler onun tahsil yapıp yapmadığını açıklamaya yetmemektedir. Bununla birlikte o, tekke çevresinde yetişmiş,
ilahî bilgiyle donanmış âlim ve ârif bir kişidir (Tatçı, 1990).

Yunus Emre’nin Divan’ı ve Risâletü’n-nushiyye isimli mesnevisi bulunmaktadır.
Yunus şiirlerinde aruzun hece veznine uyan basit kalıplarını kullanmıştır.
Dîvân’da daha ziyade ilâhi aşkı konu edinen ilâhî, nutuk, nefes türünde şiirler yer almakla birlikte Münâcât, Na’t, Miraciye, Nasihatnâme vb.
türlere de rastlanmaktadır (Tatçı, 1990).

Risâletü’n-nushiyye, Yunus Emre’nin altı yüz beyitlik didaktik bir mesnevîsidir.
1307 yılında yazılmıştır.
Eser, Ruh ve akıl, kibir ve kanaat, buşu (gazab), sabır, buhl ve hased, gıybet
ve bühtan olmak üzere altı başlık halinde yazılmıştır (Tatçı, 1991).

Yunus Emre’yi önemli kılan onun dili, sanatı, âşıkane üslubu ve kendisinden
sonra gelen bütün mutasavvıf şairleri etkileme gücüne sahip olmasıdır.

Kullandığı Türkçe dönemin karakteristik özelliklerini yansıtır. Şiirlerinde bugün
arkaik kabul edilen pek çok Türkçe kelime kullanmıştır. Bunun yanı sıra
dile yerleşmiş olan ve yaşadığı dönemde kolayca anlaşılabilecek Arapça ve
Farsça kelimeleri de kullanmaktadır. Türkçe tasavvufî terim dilinin kurucusu
sayılmıştır (Tatçı, 1990).

Tasavvuf edebiyatının bütün ürünlerinde olduğu gibi
Yunus’un şiirlerinin de amaç öğretmek olup şiir araç olarak kullanılmıştır.
Bununla birlikte Yunus’un şiirlerindeki lirizm, şiirsellik öylesine yoğundur ki
öğreticilik vasfı, dâhi bir sanatkârın dilinde âdeta eriyip gitmektedir. Onun şiirlerinin
dikkat çekici bir yönü de âşıkane bir üslupla yazılmış olmasıdır.

Hemen hemen bütün şiirlerine hâkim olan bu üslup “Yunus tarzı” olarak
ekolleşmiştir. Sonraki yüzyıllarda yetişen Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rûmî,
İbrahim Ümmi Sinan, Aziz Mahmud Hüdayi, Vâhib Ümmî, Elmalılı Ümmî
Sinan, Niyazi-i Mısri gibi meşhur mutasavvıf şairler Yunus’un açtığı yolda
yürümüşlerdir.

Anadolu’da meydana getirilen tasavvufî edebiyat iki ana koldan ilerlermiştir.
Birincisi, Mevlâna ve Sultan Veled çizgisinde divan edebiyatının nazım şekillerini;
İkincisi, Yunus Emre çizgisinde daha çok halk edebiyatı nazım şekillerini
kullanarak ilerlemiştir.