Kur’ân-ı Kerîm, İslâmî Türk edebiyatına şeklinden, muhtevasına, sanat değerinin belirlenmesini sağlayan edebi sanatlarla (belâgat) ilgili ölçülerinden, bazı türlerin doğmasına kadar hemen her alanda esas vasfını veren birinci ve en önemli kaynaktır. Ayrıca Kur’an’ın belâgat yönüyle fevka’l-beşer, üstün bir îcaza sahip olması, onu rehber edinen toplumların edebiyatları için de her yönüyle en seçkin örnek kabul edilmesini sağlamıştır.
Öncelikle belirtmek gerekirse, Kur’an geniş ve zengin muhtevasıyla İslâmî Türk Edebiyatının hemen bütün malzemesini teşkil etmiştir. Bunun boyutlarını anlamak için Kur’an’ın Türk kültüründe yer etmiş en kapsamlı tanımına kulak vermek açıklayıcı olacaktır. Aslında bağlamı farklı olmakla birlikte halkın, Kur’an’ın muhteva bakımından hudutlarının genişliğini anlatmak için bizzat bu ilâhî kitaptan aktardığı “kuru ve yaş her şey bu apaçık kitapta mevcuttur” şeklindeki kapsayıcı bir ifade (el-En’am 6/59) dikkat çekicidir. Bu tanımlama, hayatını, ilim, kültür ve sanatını Kur’an’a göre şekillendirmeyi hedef alan müslüman topluluklar arasında özellikle de, müslüman Türk halkının hayatında ve kültüründe ilâhî kitabın ne kadar çok yönlü ve kuşatıcı bir yeri olduğunu en kapsamlı v şekilde ortaya koymaktadır. Tabii olarak edebiyat ve sanat da bu geniş çerçevenin derin etkisi içinde kalmış ve ondan büyük ölçüde faydalanmış ve edebî metinlerde yer verdiği kâinat, mahlûkat, geçmiş ümmet ve milletler, onların peygamberleri ile başlarından geçmiş olaylar, ibret verici kıssalar v.b. gibi hemen bütün malzemeyi bu kaynaktan derleyip işlemiştir.
Kur’an ayrıca, Türk edebiyatının günümüz ifadesiyle edebî sanatlar, eski ve özel ifadesiyle de belâgat anlayışını temellendirmiştir. Çünkü Arap dilinin belâgati, aslında kendisi de bir söz mucizesi olan Kur’ân-ı Kerim’den, onu daha iyi anlama zaruretinden doğmuş, belâgat ilmi en güzel örneklerini ilâhî kelâmın eşsiz ifadelerinden oluşturmuştur. Nitekim Osmanlı-Türk dünyasında belâgat eğitimi, Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniyye’yi (İstanbul 1209) kaleme alarak ilk defa klasik İslâm belâgatini tam kadrosuyle veren ve örnekleri Türkçe olan bir eser ortaya koymasına kadar, asırlarca hem Arapça hem de misalleri Kur’an’dan ve Arap edebiyatından derlenmiş eserlerin telifi, şerh, haşiye ve talikatlarının yazımı ve okutulmasıyle gerçekleştirilmiştir. Kur’an’ın Türk dili tarihi bakımından çok önemli olan bir başka etkisi de, Türkçe Kur’an tercümeleri sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu alanda oldukça geniş bir malzeme ve bilgiye sahip olduğumuzu, bunu da Kur’an’a borçlu olduğumuzu belirtmeliyiz.
Türkçe Kur’an tercemeleri ve bunların Türk dili ve edebiyatı bakımından önemi hakkında geniş bilgi için bu konuda kıymetli araştırmalar yapmış olan Abdülkadir İnan’ın Makaleler ve İncelemeler (Ankara 1991, s.128-186) adlı eserine bakılmalıdır.
Elde mevcut en eski yazmaları on üç ve on dördüncü asırlara ait olan ve XI. yüzyılda tercüme edilmiş bu metinler, özellikle Türk dilinin kelime kadrosu ve gramerine ait zengin araştırma alanlarından birini, “Türkçe Kur’an Tercümeleri” sahasını teşkil etmektedir. Bu arada, son yıllarda belirli bir ilgiye mazhar olsa da henüz yeterince incelenmemiş bir diğer alan olarak Türkçe tefsirlerin de aynı öneme sahip oldukları, araştırmacıların ilgisini bekledikleri belirtilmelidir.
Ferişteoğlu ve Kanun-ı İlâhî vb. gibi Kur’an lügatleri de yine Kur’an’ın etkisiyle, onu en iyi şekilde anlama niyetinden ortaya çıkmış ve Türk dili tarihi bakımından eski ve değerli malzemelerin bir araya toplanmasına imkân vermiştir. Edebiyatımıza kazandırdığı başlıbaşına manzum tür ve eserlere geçmeden önce Türk nesrinde Kur’anın örnek alınışına da dikkat çekmek gerekmektedir:
Eski Türk edebiyatında inşâ adıyla anılan nesir dilinde Kur’anın, cümle kuruluşundan metnin örgüsüne kadar geniş bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Nitekim “sözlerin en güzeli” olan bu mukaddes ve taklid edilemez örnek ana özellikleriyle Türk nesrine aktarılarak ta Dede Korkut Hikayeleri’ndeki sade nesirden başlayarak, Sinan Paşa ve emsâli gibi büyük sanatkârlar elinde çok âhenkli ve zevkle okunup-dinlenen eserler vermiştir. Banarlı bunun sebebini, “Kur’an diliyle daha iyi anlaşan ve sözün mûsıkîleşmesinden büyük zevk alan Anadolu Türkçesi’nin Türk halk edebiyatındaki kafiye ve aliterasyon an’anesinden istifade etmesidir.” şeklinde açıklayarak, Kur’an âyetlerindeki ahengin en önemli unsurunu teşkil eden fasılaların seci adıyla Türkçe cümlelerin iç yapısıyla sonlarındaki ahenge etkisinden kaynaklandığını izah etmektedir.
Kur’an’ın Türk nesri üzerindeki bir başka önemli etkisi de âyetlerin asıl ibâreleriyle Türkçe’nin cümle yapısına girmiş olmasıdır. İktibas, istişhad denilen edebî sanatlara başvurarak manayı en güzel, en kuvvetli ve etkileyici biçimde kullanılma olarak vasıflandırılacak bu anlayış Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle başlayıp Rabgûzî’nin Kısasü’l-enbiyâ’sı ile gelişerek Anadolu sahasında Behçetü’l-hadâik, Merzuban-nâme, Tazarru’ât gibi eserlerle gelişmiştir. Hatta Veysî ve Nergisî’den Namık Kemal, Muallim Nâci ve Ziya Paşa’nın eserlerine kadar her devirde çeşitli örnekleri görülen bu ifade tarzı, mânayı en güzel ve kesin bir şekilde anlatmak bakımından önemlidir. Kur’an’ın Türk şiir ve nesrine kazandırdığı bu ifade tarzının daha iyi anlaşılması için şu örnekler izerinde düşünmek yeterlidir:
“Hâk-i pâyin olduğum gördü dedi kâfir rakîb Taş ile bağrın döğüp ‘yâ leytenî küntü türâb”
beytinde “aşığı sevgilisinin ayağı altındaki toprak olarak gören kâfir rakibin” kıskançlığını ve pişmanlığını ifade için, tıpkı Nebe Sûresindeki (78/40) âyette yer alan, kıyamet gününde, dünyadayken yaptıklarına pişman ‘kâfirler gibi’ taşlarla bağrını döğüp ‘keşke toprak olaydım’ diye döğünmesini ifade eden ‘yâ leytenî küntü türâb’ kısmı vezne uygun bir şekilde mısraa yerleştirilerek beytin mânası te’kid edilmiş, itiraza yer kalmayacak şekilde kuvvetlendirilmiştir.
“Nağme-i bülbül yine remz eyledi gülşende kim Hâzihî cennâtü adnin fe’dhulûhâ hâlidîn”
beytinde Ahmed Paşa, Tâhâ sûresindeki (20/76) ‘cennâtü adnin / adn cennetleri’ kelimelerinin başına Arapçada ‘bu’ mânasına gelen ‘hâzihî’ kelimesini eklemiş, ardından da ‘fe’dhulûhâ hâlidîn / ebedî olarak kalmak üzere oraya girin’ mânasında Zümer sûresinde yer alan (39/73) âyetin bir parçasını öncekiyle birleştirerek son beyti meydana getirmiştir. Böylece Sultan Bâyezid için yazılmış olan bu bahariyyedeki beytin mânası “Bahar geldiğinde gül bahçesinde öten bülbüllerin nağmeleri ‘işte bu bir cennet bahçesidir. Haydi oraya girin ve ebedî olarak kalın’ mânasını vermektedir” demek olur.
Kur’an âyetleri beyitlerde bazan sadece meâlen veya mânaya telmih olarak, bazan “rahmet âyeti, fetih âyeti, secde âyeti” gibi isimleriyle, bazan “tâ- hâ, ve’l-leyl, ve’d-duha, yâsîn, kevser, ihlâs, Yusuf, neml” gibi sûre adlarıyla, bazan da “elif lâm, elif lâm mîm, nûn ve’l-kalem” gibi sûre başlarında yer alan ve mukattaât denilen, rumuzlu mânalar taşıyan harflerin anılmasıyla, bazan ise sadece mânalarının iktibasları sûretiyle yer almıştır.
Aydınlı Dede Ömer’in tevşih olarak bestelenmiş meşhur na’tinin makta beyti olan:
“Ve’d-duhâ virdine ve’l-leyl okuram sünbülüne Rûşenî virdi budur küllü gadâtin ve aşiy”
beytinde adları zikredilen Duhâ (93) ve Leyl (92) sûrelerinde Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i insanlara getirişi karanlıktan aydınlığa geçişe benzetilerek anlatıldığından, şair tarafından da ismen beyte yerleştirilmiştir. İkinci mısraın sonundaki Arapça cümle ise “küllü” kelimesi hariç En’am (6/5) ve Kehf (18/28) sûrelerinden kısmen iktibas edilmiş âyet parçalarıdır. Nesîmi’nin bir na’tindeki:
“Vasfını ve’n-necmi, ve’ş-şemsi, tebârek söyledi Şânına Tâ-hâ vü Yâ-sîn geldi Hak’dan beyyinât”
beytinde ise Hz. Peygamber’le alâkalı belli başlı sûre adları zikredilerek onun vasıflarının, isimleri anılan sûrelerde topluca anlatıldığı ifade edilmek istenmiştir.
Türk-İslâm edebiyatının en zengin türlerinden biri olan Tevhidler ile Münacaatlar hakkında ileride geniş bilgi verileceğinden şu kadarını söyleyebiliriz. Bu türler, özellikle tevhid Kurân’ın tebliğ ettiği ana fikirden doğmuştur. Yani doğrudan Kur’andaki Allahın varlığı, birliği, esmâ ve sıfatı ile bunları kâinattaki tezahürleri karşısında insanın aczi ve Allah’a sığınması, dua ve münacatta bulunması hakkındaki âyetlere dayanmakta, bunların mana ve lafızlarından hareketle şair ve ediplerin hayal-hanelerinden süzülerek beslenen estetik unsurlarla lafza aktarılmış, nazma yahut nesre çekilmiştir.
Kur’an hakkında, bu mukaddes kitabın tanınması, sevilmesi, emir, yasak ve tavsiyelerinin benimsenmesi hakkında kaleme alınmış müstakil manzumeler de bir hayli yekûn tutar. Bu şiirler Kur’an’ın bizzat kendisi hakkında sanatkârın muhayyilesine ilham ettiği düşüncelerin edebiyatımızın estetik ölçü- leriyle harmanlanmasından doğmuştur.
İsmail Safa’nın: “Bir şâhika balasına inseydi kitabın Ey kahir-i mübdi’ Eylerdi serâpâ cebeli havf-i hitâbın Hâşi’, Mütesaddi’
mısralarıyla başlayan Kitabullah şiiri bunların son devirde kaleme alınmış en güzellerinden biridir. Şair bu mısralarda Haşr suresinin (59) 21. âyetini nazmen ve çok güzel bir şekilde tercüme etmiş, ayetteki hâşi’ ve mütesaddi’ kelimelerini son mısraya ustaca yerleştirerek güzel bir iktibas örneği de vermiştir.
Mehmed Âkif’in yayımlanan ilk şiirlerinden biri: Ey nüsha-i cânı ehl-i dînin Ey nâsih-i şânı münkirînin”
mısralarıyla başlayan 28 beyitlik Kur’ân’a Hitab’tır. Bu şiiri dışında seçtiği âyetlerin mânasını müstakil manzumeler halinde nazma çekerek bu tarzı geliştiren Mehmet Âkif, Safahât’ında bu tarz bir çok şiire yer verdiği gibi, pek çok beytinde de Kur’anı anlatan, geleneksel çizgide beyitler kaleme almış, bu yüzden Kur’an şairi olarak tanınmıştır.
Türk-İslâm edebiyatı metinlerinin büyük çoğunluğu doğrudan veya dolaylı olarak tasavvufla bağlantılıdır. Tasavvufî düşünce ve yaşama biçiminin esası, Kur’anda zühd ve takva kavramları etrafında yer almıştır. Bu konulara temas eden birçok sûre ve âyet, manzum-mensur, lirik-didaktik tasavvufî veya edebî pek çok esere ve metne intikal etmiştir. Bu durum âyetlerin tasavvufî manalarının daha geniş çevrelere yayılmasına, mutasavvıf şairler yanında, sanatkâr hüviyetleri gereği, sözün yoruma açık söylenmesinden hoşlanan diğer şuarayı da farklı ölçülerde etkilemesiyle neticelenmiştir. Hatta tasavvufla irtibatı olsa da olmasa da bütün şairler, bu âyetlerden istifade etmek; telmih, iktibas, istişhad, irsal-i mesel gibi sanatların gösterilmesinde bu malzemeden faydalanma imkânı bulmuştur. Bir başka deyişle tasavvuf edebiyatımıza her yönüyle önce Kur’an kaynaklı olarak girmiştir.
Kur’an’ın dışındaki kaynaklar da yine onunla yakın irtibatlı ve Kur’an’dan geniş çapta etkilenmiş, onu tamamlayan ve daha iyi anlaşılması- na imkân veren kaynaklardır. Bu kaynakların başında Hadis veya sünnet gelmektedir.
|