İyi ve kötü, ahlâkın en temel kavramlarıdır. İyi ve kötü kavramları olmadan, ahlâktan bahsedilemez. Zaten davranışın düzeni olarak ahlâk, davranışları iyi ve kötü olarak tasnif eder; bunlar arasında “en iyi” veya “en yüksek iyi” ile “ikinci ve üçüncü dereceden iyi”; “kendinde iyi” ve “başka bir şey için iyi” gibi tefriklerle birlikte, insanın tercihlerinde bir düzen oluşturması imkânı sağlanır.
Türkçe’de iyi ve kötü olarak ifade ettiğimiz kavramlar Arapça’da birden çok kelime ile ifade edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “birr”, “hasene”, “maruf” gibi tabirler iyiyi ifade etmek için “ism”, “seyyie”, “münker” gibi tabirler de kötüyü ifade etmek için kullanılmıştır. Bunlar ve benzeri tabirlerin her birisi, iyi ve kötünün en azından bir cihetini daha fazla ön plana çıkararak ifade ettikleri/isimlendirdikleri için, her birisinin ayrı bir ehemmiyeti vardır. Ancak biz burada bunun teferruatı üzerinde durmayacağız.
Ahlâk alanında telif edilmiş olan eserlerde iyi ve kötü için çeşitli terimler kullanılmıştır. Hadis eserlerinde belirli bir terminoloji kullanmak yerine, hadislerde geçen kelimelerin daha fazla dikkate alınması, bu eserlerin rivayet özelliği ile doğrudan alakalıdır. Buna karşılık kelam eserlerinde mesele daha çok “hüsün ve kubuh” meselesi olarak ele alınmış; ama duruma göre hayır ve şerr de kullanılmıştır. Özellikle akide kitaplarında iyi ve kötü için kullanılan tabirler “hayır ve şerr”dir. Fakihler teorik tartışma yapmadıkları zaman daha çok “helal” ve “haram” ve bunlarla irtibatlı olan diğer tabirleri kullanmakla birlikte, bu kavramların teorik müzakeresini yaptıkları Fıkıh usulü eserlerinde meseleyi “hüsün ve kubuh” tabirleri ile ele almışlardır. Buna karşılık felsefede daha çok “hayr” ve “şerr” kullanılmıştır.
Cenab-ı Hakk tarafından görevlendirilen Peygamberler tarafından insanlara öğretilen ve O’nun iradesini ifade eden din, bütün insanları aşan ve onları önceleyen, dolayısı ile onların ahlâklı olarak/belirli bir davranış düzenine bağlı bir şekilde varlıklarını sürdürmelerini sağlayan külli/evrensel merci olmaktadır. Bu irade, insanların tasarrufu altında olmadığı için onların anlık ve dönemlik meyilleri ve çıkarlarının tesirine kapalıdır; herkes için ve insanüstü bir merci tarafından verilen kurallar, insanların makul bir şekilde, hüsn-i ihtiyarları ile bizzat hayırlara/yani varlık ve varoluşu muhafaza ve ikmal etmeye sevk etmektedir. Hayır, nihai olarak, insanın kendi varlığını/varoluşunu tamamlaması ve geliştirmesi olarak ta’ayyün etmektedir.
Doğruyu söylemenin iyi olması, söz söylemenin tabiatının bir parçası değildir. Doğru söz de yalan söz de, söz olmak bakımından aynı kurallara bağlı olarak söylenir. Onların olup bitenle irtibatı da, birinin olanı ifade etmesi ve diğerinin ifade etmemesi, hatta mevcudu olduğundan daha farklı bir şekilde ifade etmesi de kendi başına iyi veya kötü olmak için yeterli değildir. Hatta bunu biraz daha ileri götürebiliriz. Bir insanın başka birinin hakikate aykırı beyanından dolayı yanılması ve yanlış bir karar vermesi de, kendi başına bu sözü “kötü” kılmaz. Çünkü bazen yanlış bir beyan, az da olsa, doğru bir karara sebep olabilir ve bunun neticesinde muhatap “zarar” değil “fayda” sağlayabilir. Doğru söz hep fayda, yalan hep zarar verecek gibi bir kural da mevcut değildir. Çünkü doğruluk ile fayda, yalancılık ile zarar arasında değişmez bir sebep-sonuç ilişkisi mevcut değildir. Benzer bir şekilde bazen söylenmiş olan doğru bir söz, insanların zararına bir duruma esas teşkil edebilir. Bütün bunlar doğru söylemek ve yalan söylemenin kendi başlarına iyi veya kötü olarak nitelenmesi için yeterli olmadığını göstermektedir.
Ama yine de bütün Müslümanlar doğru söylemenin iyi yalan söylemenin kötü olduğunda ittifak etmektedirler. Mesele Müslümanlık ile birlikte doğru ve yalana, iyilik ve kötülük vasfının nasıl geldiğini ve nasıl olup ta Müslümanların bu hususta ittifak ettiklerinin anlaşılmasıdır. Burada yine karşımıza çıkan en temel soru, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dinin “istikamet” ve “sıdk”a büyük ehemmiyet vermesi ve bunu, hayrın tayin edici bir parçası olarak tespit etmesinin, nasıl anlaşılabileceği noktasında belirmektedir. Sorumuzu şu şekilde sorabiliriz: bu kavramları “iyi” ve “kötü” kılan nedir? Bu soru Hz. Peygamber’in tebliği ile ortaya çıkan “hayat” ve “dünya” dikkate alınmadan cevap verilemez gibi gözükmektedir.
Hayr ve Şer, iyi veya kötü, genel olarak olduğu gibi İslâm ahlâkının da temel terimlerindendir. Ahlâk ilmi ve düşüncesi, hayır ve şer, iyi ve kötü ile başlar, yine bunların mahiyeti üzerindeki düşünce ile derinleşir ve bu kavramların, hayatın muhtelif alanları ile irtibatı üzerinden, insanı fert, cemiyet mensubu ve kurum ve kuralların bunlarla irtibatı üzerinden yine başa döner. İyi teriminin anlamı nedir? İyi neyi ifade etmek için kullanılır? İyi bir araba ile iyi bir fiil arasında fark var mıdır? İyi teriminin kullanım şekilleri/anlamlarını birbirinden ayırmak mümkün müdür? İyi nedir? Bir davranışı iyi kılan özellik nedir? Bu özellik, davranışın bir parçası, kalıcı bir sıfatı mıdır? Yoksa davranışın veya fiilin, belirli bir bağlamda, yetki sahibi bir mütekellimin (konuşanın) söylediği sözün, fiil ile irtibatlı olarak, o fiili gerçekleştirenin mükafat veya ceza alıp alıp almayacağına dair anlamı mıdır?
Yani bir fiilin iyi olması, onu gerçekleştirenin övüldüğü ve mükafat almasının muhtemel olduğunu mu ifade eder? Diğer bir ifade ile iyilik ve kötülük, fiillere mütekellimin yüklediği bir mana mı, yoksa o fiilin ayrılmaz bir parçası mıdır?
Bunlar ve benzeri sorular ahlâk düşüncesinde, özellikle ahlâk felsefesinde esaslı bir şekilde müzakere edilmektedir. Bu soruların hepsini burada cevaplamak yerine meseleyi bir cihetten biraz daha anlaşılır kılmaya çalışalım.
Mevlana’nın işaret ettiği gibi nesneler kadar fiillerin de, iyi veya kötü adı verilebilecek bir vasfı yoktur. A fiilinin “iyi” olması ile mesela “ağacın yaprağının yeşil olması” tamamen farklı iki önerme türüdür. Ağacın yaprağının yeşil olması, yaprağın tabii bir bir sıfatıdır. Bu sıfat, yaprak nerede olursa olsun, aynıdır ve değişmez. Buna karşılık mesela “bir şeyi almak” kendinde iyi veya kötü değildir. Bir şeyi almak, eğer nesnelerle mülkiyet ilişkilerinin kabul gördüğü şartlarda gerçekleşiyorsa, o zaman, bu çerçeve içinde bir mana kazanır. Bu mana yine duruma göre değişir. Mesela eğer “bir şeyi almak”, “sahibinden ücretini vererek veya rızasiyle” gerçekleşiyorsa, o zaman, en azından bir alış-veriş yapılması anlamında kı- saca “mübah”, veya “meşru” veya “doğru” veya “maruf” diyebileceğmiz bir “vasıf” kazanır. Ama “bir şeyi almak”, yine mülkiyet ilişkilerinin geçerli olduğu şartlarda, “sahibinin izni olmadan bir şeyi almak şeklinde” gerçekleşiyorsa, buna “kötü” diyoruz. Burada “sahibinin izni olmadan bir şeyi almak” kısaca “hırsızlık” olarak isimlendiriliyor ve ahlâki dilde, “hırsızlık yapmak kötüdür” hükmüyle ifade ediliyor. Burada görülebileceği gibi fiziki dünyadaki nesnelerde veya herhangi bir hareket olarak bir fiilde iyilik veya kötülük vasfı olmamakta, iyilik ve kötülük, nesneler ve fiillerin insan fiilleri ile irtibatı, insan hayatının bir parçası olması ile, bu nesnelere ve fiillere “yüklenmektedir”; veya bu nesneler veya fiiller bu sıfatları kesb etmekte; ilişki düzenleri değişince, fiillerin ve nesnelerin “sıfatları” da değişmektedir.
Kısaca ifade etmek gerekirse iyi ve kötü terimleri insan fiilleri hakkında kullanıldığında, onlarda bulunan değişmez nitelikleri ifade etmez. Bu terimlerden iyi, Cenab-ı Hakk tarafından yapılması emredilen ve yapıldığında da O’nun rızasının kazanılmasına vesile olacak fiilleri ifade etmek için kullanılır. Kötü ise O’nun yapılmasını yasakladığı ve yapılmasına razı olmadığı, dolayısı ile yapılması O’nun gazabını celbedebilecek olan fiilleri ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu emir ve yasakların, varlığı muhafaza ve geliştirme konusunda insana yol göstermesi, makuliyetinin (akla uygunluğunun) de esasını teşkil etmektedir.
Burada hemen şunu söyleyebiliriz: İslâm ahlâkı, bütün ahlâk teorilerinin ağırlıklı olarak vurguladığı hemen bütün unsurları içinde taşır: ne haz kendi başına kötüdür, ne dünyevi fayda, ne vicdan ve akıl kendi başına değersizdir, ne de bir şeyi sırf hayr olduğu için yapmak reddedilmiştir. Aksine bunların hepsi belirli bir ölçü içerisinde muhafaza edilerek, insani varoluşun devamı sağlanmıştır. Hatta insanın kendi kendisini düşünmesi bile, başkalarını koruma üzerinden, İslâm ahlâkının bir unsuru haline gelmiştir. İnsanın Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinden istifade etmesi ve bunların tadını çıkarması, insanlara zararlı olan şeylerin değil de faydalı olan şeylerin yapılmasının tercih edilmesi, insanın vicdanının sesini dinlemesi ve nihayet ahlâki kuralları mümkün mertebe kayıtsız ve şartsız uygulaması meşru bir davranıştır. Ancak bunların hiç birisi kendi başına amaç teşkil etmez. Amaç nihai olarak insanın kendi varlığını ilahi isim ve sıfatların tecelligâhı olarak gerçekleştirmesi ve muhafaza etmesidir.
|