İnsan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelligahıdır. İnsanın hayatında Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları tecelli eder. Bu sebeple de insan, varlıkların en şereflisidir; eşref-i mahlûkattır. İnsan yine bu sebeple, kendi başına, kendinde değerlidir; varlık, her şey, onda ve onunla anlamını bulur. İnsanda en değerli olan, Hakk’ın nazargâhı olan kalbidir. Buna karşılık vücud, -genel olarak bütün varlıklar ve özel olarak insanlardan ibaret olan- halkın nazargâhıdır. Varlık, halk ile ve halkın nazarında ortaya çıkar. Varlığın sadece fiziki dünyadan ibaret olmadığı, insanın manalardan oluşan bir dünyada yaşadığı hatırda tutulduğu takdirde, insan olması bakımından insan için varlığın, itibari olduğu kolayca anlaşılabilir. Biz insanlar olarak, sadece insanların bildiği ve anladığı “manevi” varlıkların oluşturduğu bir “dünya”da yaşarız.
Mesela bir insanın neler olduğunu kısaca ele alacak olursak, meselenin ilk bakışta göründüğü kadar zor olmadığı da fark edilebilir. Bir insan anne ve babasının çocuğudur, küçük kardeşinin ablası veya ağabeyi, ağabeyi veya ablasının küçük kardeşidir. Teyze ve halasının, amca ve dayısının yeğeni, dede ve ninesinin torunudur. Yine öğretmeninin talebesi, talebesinin öğretmeni, memurunun amiri, amirin de memurudur. Bulunduğu ve yaptığı işe göre öğretmendir, doktordur, avukattır, hâkimdir, bakkaldır, tezgâhtardır. Bu listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Dikkat edilecek olursa burada yüklem olarak kullanılan bütün ifadeler “dir” ile biter ki “dir” ifadesi varlık bildirir. Bizim hayatımızda bulunan ne kadar makam, unvan, konum varsa, hatta kullandığımız alet ve edevat varsa, bunların hepsi, insan hayatında edindiği konum ve mana ile ve bu manada mevcuttur. İnsanları yok saydığınızda, veya insanlar olmadığında bunlar da varlığını muhafaza edemez.
İnsan varoluşunu, dünya hayatı olarak gerçekleştirir ve bu gerçekleşme, diğer insanları gerektirir. Ben, yani insan ferdi, varoluşunu ve varlığının devamını diğer insanlara borçludur. Bu sebeple diğer insanları korumak, onların varoluşunu temin etmek, insanın kendi varoluşunu temin etmesinin ön şartıdır. Ahlâki hayatı tanımlayan kurallı hayat ve hayatın kuralları, vazife ve sorumluluk yanında, hayra, yani varlığa yönelik olma manası ve muhtevası ile ihtiyarın ve ihtiyarı temellendiren irade de burada esasını bulmaktadır.
Her bir insan bütün bunları doğumundan itibaren yaşayarak kesb eder (kazanır) ve kendi kendisinin farkına varırken, bütün bu süreçlerin tecrübesine sahip olur. Bu bakımdan toplumsal hayatın bulunduğu her yerde, ayrıntıda ve uygulamada farklılıklar bulunmakla birlikte, en genel anlamıyla ilke bazında bütün insanlarda müşterek olan genel ahlâk ilkeleri etkin olmuştur. Mesela, hırsızlığın, yani insanların birbirinin malını çalmasının kural olduğu bir toplum veya insanların birbirlerini korumasının değil öldürmesinin kural olduğu bir toplum mevcut değildir. Sorun kuralların varlığında olmayıp, bunların uygulanmasındadır. Kuralların geçerliliği ile ilgili olarak konulmuş bazı tahditler (sınırlama) sıkıntı oluşturmaktadır. Bu çerçevede yapılan “biz” ve “bizim dışımızdakiler” ayrımı, bizimkilerin malına dokunmamakla birlikte, diğerlerinin malına dokunmanın kabul edilebilir olduğunu savunmak, böyle bir tahdit örneği olarak kabul edilebilir.
Burada söz konusu olan ilkenin varlığı ve bilgisi değil, uygulamasıdır. Zaten bütün sorun da burada ortaya çıkmaktadır.
|