İslâm Ahlâkının Tahakkuk Süreci ve Kavramlaşma

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Kavram ile terim arasında önemli bir irtibat bulunmakla birlikte genellikle
birbiri ile karıştırılır. Kavram bir şeyin dilden bağımsız varlığıdır. Bu varlık
duruma göre dış dünyada ve ona bağlı olarak zihinde bulunmaktadır. Mesela
kütüphane, dış dünyada mevcut olan bir binada etkin olan bir kurumdur. Bu
kurumun zihindeki varlığı ve bir anlamda, kütüphane nedir? Sorusuna verilen
cevap, onun kavramıdır. Buna karşılık terim, bu kavramın dilde ifade edilmiş
şeklidir. Terime, ıstılah da denilmektedir.

İslâm ahlâkını kendisine konu edinen ilmin temel kavramları, o halde,
onlar özellikle isimlendirilmeden önce de mevcuttu. Mesela irade hürriyeti,
insanın sorumluluğu, mükellefiyetleri vs. başından itibaren bütün
Müslümanlar tarafından bilinmekte ve dikkate alınmakta idi. Onların
“kavramı” veya “kavram olarak hürriyet, sorumluluk ve mükellefiyet”
zihinde ve hayatta mevcuttu. Muaz b. Cebel Yemen’e kadı (hâkim) olarak
görevlendirilirken, onun hürriyeti, mükellefiyetleri ve sorumluluğu hem
kendisi hem onu gönderen Hz. Peygamber hem de gittiği yörede yaşayan
insanlar tarafından bilinmekteydi. Ancak bu konuda sistematik bir düşünce
söz konusu olmadığı için, bunların hiç birisi bir isim alarak veya bunlara isim
verilerek ıstılahlar (terimler) ortaya çıkarılmamıştı. Bu kavramların
ıstılahlarla ifade edilmesi için, bu alanın sistematik bir şekilde tedvin
edilmesi, yani ahlâk alanının ilmileşmesi gerekiyordu. Ahlâk alanının
ilmileşmesi kavramların zaman içerisinde isimlendirilerek, bunlarla ahlâki
hayatın tasvir, tahlil ve tahkik edilmesi yoluyla gerçekleşmiştir.

Bir davranış düzeni olarak İslâm ahlâkı, teorik olarak “kavramları” ve
“ıstılahlarıyla” (terimleriyle) birlikte ortaya konulup, sonra uygulanmış bir
ahlâk sistemi değildir. Vahiy, önce Hz. Peygamber’in şahsında etkin olmuş;
çeşitli zamanlarda, değişik vesilelerle nazil olan ayetler onun hayatında bir
vahdet, insicamlı bir bütün teşkil etmiştir. Hz. Peygamber’in etrafındaki
insanlar vahye hem lisanî haliyle (Kur’an), hem de bilfiil hayat (sünnet)
olarak bu bütünlük içerisinde şahit olmuşlar ve bunu da bir hayat tarzı olarak
üstlenmişlerdir. İlk Müslümanların hayatlarındaki müşterek cihet, onların
hepsinin ayrı ayrı bir ve aynı kaynağı, yani Hz. Peygamber’i, müşahede
etmeleri ve onun hayatına katılarak, bu zeminde ferdi ve toplumsal bir
varoluş esası bulmalarıdır.

Kelime-i şehadet, ilk dönemden itibaren Müslümanların müşahede ederek, -
yani gözleri ile görerek, kulakları ile işiterek ve bizzat yaşayarak- iştirak
ettikleri bir varoluş tarzı hakkında yaptıkları “şahitlik”tir. Allah’tan başka ilah
olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet
etmek, sadece bir söz değil, yaşanarak onaylanmış bir hakikatin ifadesi
olmaktadır.

Ancak bu durum K. Kerim’de ve Hz. Peygamber’in sünnetinde hiçbir
“kavram” veya bunun dildeki ifadesi olarak hiçbir “terim” bulunmadığı
anlamına gelmez. Başta iman ve küfür olmak üzere, takva, birr, ma’ruf,
hasene, sabır, istikamet, salih amel gibi birçok terim K. Kerim’de kullanılmıştır.

Bunlar müslümanın ahlâki düzeninin temel küllilerini, daha farklı
bir ifade ile varoluş kategorilerini teşkil etmişlerdir. Burada önemli bir süreç
gerçekleşmiştir ki, ana hatları ile ele almakta fayda vardır. Nitekim bu süreçte
bu külliler ahlaki düzenin esasını teşkil ederken (oluşturup şekillendirirken),
aynı zamanda isimlendirilmiş; isimlendirilirken varolmuş, varolurken de
isimlendirilmiştir. Burada varolma, etkin olma ve isimlendirilme bir ve aynı
olayın farklı görünüşleri ve isimlendirilmeleri olarak gerçekleşmiştir. Mesela
“takva” kavramı önce teorik olarak tanımlanıp, sonra insanlara öğretilmemiş;
insanlara “muttaki olmaları” emredilmiş, insanların bu emre uymaları ile
anlamını ve içeriğini kazanırken tanımlanmış ve bu içerik te “takva” adını
almıştır.

İmam Gazali isim-müsemma-tesmiye ilişkisini müzakere ederken,
bunların birbirinin aynı olduğunu iddia eden bir görüşü de nakleder. İsim,
isimlendirme ve isimlendirilenin bir ve aynı şey olduğunu söylemek mümkün
ise, bunun bir örneğini temel İslâmi ahlâki kavramların ortaya çıkma
sürecinde görebiliriz. Nitekim insanların hayırda sabretmeleri emredildiğinde,
aynı zamanda hayırda sabır gerçekleşmiş ve bu oluş hayırda sabır
olarak da isimlendirilmiştir. Benzer bir durumu salih amel teriminde
görebiliriz. Salih amel de, “salih ameli işleyin” olarak emredilmeden önce
mevcut olmadığı gibi, bu emre ittiba ile ta’ayyün etmiş ve öylece de
isimlendirilmiştir. “Salih amel” bu emir olmadan bu manada mevcut
olmadığı gibi, kendisine isim verilmeden önce ta’yin edilip, bilinemez
durumda idi. İsim verilmesi ile birlikte, isim de alarak, bilinebilir ve hakkında
konuşulabilirler arasına girmiş oldu. İslâm dininin ilk defa tebliğ edildiği
dönemde, isim-müsemma-tesmiye’nin, daha doğru bir sıralama ile tesmiyemüsemma-isim
sürecinin, bir ve aynı şeyin üç ayrı görünüşü olduğu
söylenebilir. Bir fiilin, mesela namazın tesmiyesi (isimlendirilmesi) ile
namazın görünür hale gelmesi ve bunun da bir isim olarak dilde varlık
kazanması, bir ve aynı şeydir. Ama namaz Hz. Peygamber’in hayatında bir
defa ortaya çıktıktan sonra, isim ile müsemma birbirinden ayrı hale geldiği
gibi tesmiye de artık, sadece müsemmanın ta’ayyünü sürecindeki bir cihet
olarak dikkate alınabilmektedir.

Benzer bir durum bütün bir İslâm ahlâkı ve daha geniş anlamıyla İslâm
dini için geçerlidir. İslâm dini ve ahlâkı, bir teklif olarak emredilmiş,
emredilmesi ile birlikte insanların ittibâsı yoluyla ta’ayyün etmiş ve bu
ta’ayyün isimlendirilmiştir. Bizim daha sonra İslâm’ı anlatırken
kullandığımız iman, ibadet, ahlâk ve muamelat gibi üst başlıklar, tamamen bu
isim-müsemma-tesmiye veya tesmiye-müsemma-isim sürecinin ilimleşme
aşamasına tekabül etmektedir.

İslâm ahlâkının temel kavramlarını ele alırken bu cihetin hep farkında olmak
ve cahiliye dönemi ahlâkı veya daha önceki ahlâk anlayışları ile İslam ahlakı
arasında akrabalık veya bir devamlılık ilişkisi aramak ve bunun üzerinden bu
kavramları temellendirmeye/anlamaya çalışmak oldukça ciddi yanlışlara
sebep olmaktadır. Bu cihetten yapılan çalışmalar nihai olarak İslam’in
özgünlüğünü örtmekten başka bir netice vermemektedir.