Kavram ile terim arasında önemli bir irtibat bulunmakla birlikte genellikle birbiri ile karıştırılır. Kavram bir şeyin dilden bağımsız varlığıdır. Bu varlık duruma göre dış dünyada ve ona bağlı olarak zihinde bulunmaktadır. Mesela kütüphane, dış dünyada mevcut olan bir binada etkin olan bir kurumdur. Bu kurumun zihindeki varlığı ve bir anlamda, kütüphane nedir? Sorusuna verilen cevap, onun kavramıdır. Buna karşılık terim, bu kavramın dilde ifade edilmiş şeklidir. Terime, ıstılah da denilmektedir.
İslâm ahlâkını kendisine konu edinen ilmin temel kavramları, o halde, onlar özellikle isimlendirilmeden önce de mevcuttu. Mesela irade hürriyeti, insanın sorumluluğu, mükellefiyetleri vs. başından itibaren bütün Müslümanlar tarafından bilinmekte ve dikkate alınmakta idi. Onların “kavramı” veya “kavram olarak hürriyet, sorumluluk ve mükellefiyet” zihinde ve hayatta mevcuttu. Muaz b. Cebel Yemen’e kadı (hâkim) olarak görevlendirilirken, onun hürriyeti, mükellefiyetleri ve sorumluluğu hem kendisi hem onu gönderen Hz. Peygamber hem de gittiği yörede yaşayan insanlar tarafından bilinmekteydi. Ancak bu konuda sistematik bir düşünce söz konusu olmadığı için, bunların hiç birisi bir isim alarak veya bunlara isim verilerek ıstılahlar (terimler) ortaya çıkarılmamıştı. Bu kavramların ıstılahlarla ifade edilmesi için, bu alanın sistematik bir şekilde tedvin edilmesi, yani ahlâk alanının ilmileşmesi gerekiyordu. Ahlâk alanının ilmileşmesi kavramların zaman içerisinde isimlendirilerek, bunlarla ahlâki hayatın tasvir, tahlil ve tahkik edilmesi yoluyla gerçekleşmiştir.
Bir davranış düzeni olarak İslâm ahlâkı, teorik olarak “kavramları” ve “ıstılahlarıyla” (terimleriyle) birlikte ortaya konulup, sonra uygulanmış bir ahlâk sistemi değildir. Vahiy, önce Hz. Peygamber’in şahsında etkin olmuş; çeşitli zamanlarda, değişik vesilelerle nazil olan ayetler onun hayatında bir vahdet, insicamlı bir bütün teşkil etmiştir. Hz. Peygamber’in etrafındaki insanlar vahye hem lisanî haliyle (Kur’an), hem de bilfiil hayat (sünnet) olarak bu bütünlük içerisinde şahit olmuşlar ve bunu da bir hayat tarzı olarak üstlenmişlerdir. İlk Müslümanların hayatlarındaki müşterek cihet, onların hepsinin ayrı ayrı bir ve aynı kaynağı, yani Hz. Peygamber’i, müşahede etmeleri ve onun hayatına katılarak, bu zeminde ferdi ve toplumsal bir varoluş esası bulmalarıdır.
Kelime-i şehadet, ilk dönemden itibaren Müslümanların müşahede ederek, - yani gözleri ile görerek, kulakları ile işiterek ve bizzat yaşayarak- iştirak ettikleri bir varoluş tarzı hakkında yaptıkları “şahitlik”tir. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet etmek, sadece bir söz değil, yaşanarak onaylanmış bir hakikatin ifadesi olmaktadır.
Ancak bu durum K. Kerim’de ve Hz. Peygamber’in sünnetinde hiçbir “kavram” veya bunun dildeki ifadesi olarak hiçbir “terim” bulunmadığı anlamına gelmez. Başta iman ve küfür olmak üzere, takva, birr, ma’ruf, hasene, sabır, istikamet, salih amel gibi birçok terim K. Kerim’de kullanılmıştır.
Bunlar müslümanın ahlâki düzeninin temel küllilerini, daha farklı bir ifade ile varoluş kategorilerini teşkil etmişlerdir. Burada önemli bir süreç gerçekleşmiştir ki, ana hatları ile ele almakta fayda vardır. Nitekim bu süreçte bu külliler ahlaki düzenin esasını teşkil ederken (oluşturup şekillendirirken), aynı zamanda isimlendirilmiş; isimlendirilirken varolmuş, varolurken de isimlendirilmiştir. Burada varolma, etkin olma ve isimlendirilme bir ve aynı olayın farklı görünüşleri ve isimlendirilmeleri olarak gerçekleşmiştir. Mesela “takva” kavramı önce teorik olarak tanımlanıp, sonra insanlara öğretilmemiş; insanlara “muttaki olmaları” emredilmiş, insanların bu emre uymaları ile anlamını ve içeriğini kazanırken tanımlanmış ve bu içerik te “takva” adını almıştır.
İmam Gazali isim-müsemma-tesmiye ilişkisini müzakere ederken, bunların birbirinin aynı olduğunu iddia eden bir görüşü de nakleder. İsim, isimlendirme ve isimlendirilenin bir ve aynı şey olduğunu söylemek mümkün ise, bunun bir örneğini temel İslâmi ahlâki kavramların ortaya çıkma sürecinde görebiliriz. Nitekim insanların hayırda sabretmeleri emredildiğinde, aynı zamanda hayırda sabır gerçekleşmiş ve bu oluş hayırda sabır olarak da isimlendirilmiştir. Benzer bir durumu salih amel teriminde görebiliriz. Salih amel de, “salih ameli işleyin” olarak emredilmeden önce mevcut olmadığı gibi, bu emre ittiba ile ta’ayyün etmiş ve öylece de isimlendirilmiştir. “Salih amel” bu emir olmadan bu manada mevcut olmadığı gibi, kendisine isim verilmeden önce ta’yin edilip, bilinemez durumda idi. İsim verilmesi ile birlikte, isim de alarak, bilinebilir ve hakkında konuşulabilirler arasına girmiş oldu. İslâm dininin ilk defa tebliğ edildiği dönemde, isim-müsemma-tesmiye’nin, daha doğru bir sıralama ile tesmiyemüsemma-isim sürecinin, bir ve aynı şeyin üç ayrı görünüşü olduğu söylenebilir. Bir fiilin, mesela namazın tesmiyesi (isimlendirilmesi) ile namazın görünür hale gelmesi ve bunun da bir isim olarak dilde varlık kazanması, bir ve aynı şeydir. Ama namaz Hz. Peygamber’in hayatında bir defa ortaya çıktıktan sonra, isim ile müsemma birbirinden ayrı hale geldiği gibi tesmiye de artık, sadece müsemmanın ta’ayyünü sürecindeki bir cihet olarak dikkate alınabilmektedir.
Benzer bir durum bütün bir İslâm ahlâkı ve daha geniş anlamıyla İslâm dini için geçerlidir. İslâm dini ve ahlâkı, bir teklif olarak emredilmiş, emredilmesi ile birlikte insanların ittibâsı yoluyla ta’ayyün etmiş ve bu ta’ayyün isimlendirilmiştir. Bizim daha sonra İslâm’ı anlatırken kullandığımız iman, ibadet, ahlâk ve muamelat gibi üst başlıklar, tamamen bu isim-müsemma-tesmiye veya tesmiye-müsemma-isim sürecinin ilimleşme aşamasına tekabül etmektedir.
İslâm ahlâkının temel kavramlarını ele alırken bu cihetin hep farkında olmak ve cahiliye dönemi ahlâkı veya daha önceki ahlâk anlayışları ile İslam ahlakı arasında akrabalık veya bir devamlılık ilişkisi aramak ve bunun üzerinden bu kavramları temellendirmeye/anlamaya çalışmak oldukça ciddi yanlışlara sebep olmaktadır. Bu cihetten yapılan çalışmalar nihai olarak İslam’in özgünlüğünü örtmekten başka bir netice vermemektedir.
|