Az önce de belirtildiği gibi, teklifî hükümlere fıkıhta “mükellefin fiilleri” adı da verilir. Hanefi fıkıh bilginlerine göre mükellefin fiilleri şunlardır: Farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram ve mekruh. Diğer mezheb bilginlerine göre ise bu sayı; vacip, mendub, haram, mekruh ve mubah olmak üzere beştir. Burada Hanefilerin taksimi esas alınıp diğerleri ile aradaki farka işaret edilecektir.
[b]1. Farz[/b]
Allah veya Resulü tarafından kesin delille emredilen ve ifade ettiği anlamda tereddüt bulunmayan eylemlerdir. Farzlar, başka anlama gelme ihtimali bu- lunmayan ayet, mütevatir veya meşhur hadis, ya da icmâ gibi kesin delillere dayanır. Farzın yapılması kesin olarak gereklidir. Terkeden ağır cezayı haketmiş olur; farz olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilir. Farzlar; farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:
[b]Farz-ı ayn: [/b]
Mükellef olan her Müslümanın kendisinin yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir kısım mükellefin yapmasıyla diğerlerinden yü- kümlülük kalkmaz. Beş vakit namaz ve ramazan orucu böyledir.
[b]Farz-ı kifâye: [/b]
Mükellef Müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir kısım Müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur. Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemek, şahitlik yapmak, insanların ihtiyacı olan sanatları ve ilimleri öğrenmek ve cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyenlere aittir. Toplumda, bu farzı kimse yerine getirmezse, bütün toplum günahkâr olur. Yukarıda anlatılan aynî ve kifâî ibadet ile burada anlatılan farz-ı ayn ve farz-ı kifâye hüküm olarak aynı yükümlülüğü ifade eder.
Bazı durumlarda kifâî farz, aynîye dönüşebilir. Meselâ; bir yerde tek doktor varsa hastaya müdahale görevi ona aynî farz olur. Suda boğulmakta olan birini gören ve yüzme bilen birisine, başka kimse yoksa, onu kurtarmak aynî farz olur. Yine toplumda şahitlik yapacak başka kimse kalmamışsa, bu işe ehil olanın şahitlik yapması aynî farz haline gelir.
[b]2. Vacip[/b]
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre farzla vacip eşanlamlıdır. İkisi de aynı hükümleri ifade etmek için kullanılır. Hanefilere göre ise, farz ve vacip birbirinden farklı anlam taşır. Vacip; Allah veya Resulü tarafından yapılması kesin olarak istenilen ancak dayanağı farz kadar kesin olmayan fiillerdir. Fiilin dayanağının farz kadar kesin olmaması, bazen bize gelişi kesin fakat farklı yoruma müsait olmasından (delâletinin zannîliğinden) kaynaklanır.
Bazen de fiilin dayandırıldığı delil bize kesin olan yollardan gelmemiş (sübutu zannî) olabilir. Fıtır sadakası vermek, kurban bayramında kurban kesmek, vitir ve bayram namazları, namazda Fâtiha sûresini okumak gibi.
Bütün bunlar Hanefilere göre vaciptir; çünkü bir kısmı haber-i vâhid adı verilen ve kesin bilgi ifade etmeyen bir delile dayanmaktadır. Bir kısmının dayandığı delilden ise tam olarak bu hükmün çıktığı kesin olarak anlaşılamamaktadır. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim’de: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (el-Kevser 108/2) buyurulmuştur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emri Hz. Peygamber’e verilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in bunları yapması farzdır. Ancak emrin, diğer Müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Hanefiler bu emrin diğer Müslümanları da büyük ihtimalle kapsadığını söylemişlerdir. Diğer taraftan “kurban kes!” diye çevirilen “inhar” emri başka anlamlara da gelmektedir. Böylece bu emir sünnetten daha kuvvetlidir. Fakat ayetin yoruma müsait olması sebebiyle, farz derecesinde de değildir. İşte bu gibi emir ve hükümleri ifade etmek için Hanefiler vacip kavramını kullanmışlardır.
Hanefîlere göre vacip, uygulama bakımından farz gibidir. Onların farz ve vacip ayırımı inanç noktasında önem arzetmektedir. Farz gibi vacibin de yapılması kesin olarak gereklidir. Terkeden farzı terkedenden daha az bir cezayı haketmiş olur; vacip olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilmez. Mesela hiç Kur’ân okumadan kılınan namaz geçerli olmaz. Fakat Fatiha okunmasa namaz sehiv secdesi yapılarak geçerli hale gelir. Hanefîlerin vacip olarak nitelendirdiği ibadet ve fiillerin bir kısmı diğer mezhep âlimlerine göre farz, bir kısmı ise müekked sünnet olarak adlandırılır. Mesela onlara göre namazda Fâtiha sûresini okumak farz, bayram namazları, vitir namazı ve kurban bayramında kurban kesmek müekked sünnettir.
[b]3. Sünnet[/b]
Fıkıh usûlünde sünnet, delil olması yönüyle ele alınmıştır. Buna göre dinde delil olan sünnet, Hz. Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve onaylardır. Başkasının yaptığı ve Hz. Peygamber’in de haberdar olduğu zaman onayladığı davranışlar da sünnet kapsamına dâhil edilmiştir. Bu gibi sünnetlere onaya dayalı olmaları sebebiyle “takrîrî sünnet” adı verilmiştir. Hz. Peygamber’in yaptığı her davranış ve söylediği her söz dinen bağlayıcı bir delil olmasa da, geniş anlamıyla sünnet olarak adlandırılmaktadır. Bu manada sünnet, Kur’ân’la birlikte İslâm’ın iki temel kaynağından ve dinî hükümlerin delillerinden biridir.
Fıkıhta ve ibadet alanında sünnet ise, Hz. Peygamber’in farz ve vacip kapsamı dışında kalan yani kesin ve bağlayıcı olmayan ancak tavsiye ve örnek olma niteliği taşıyan söz ve fiillerinin genel adıdır. Sünnet; müekked ve gayri müekked sünnet olmak üzere iki kısma ayrılır. Bu ayırım Hz. Peygamber’in dine dâhil olan davranışlarının diğer Müslümanları bağlayıcılık derecesine göre yapılmıştır. Hz. Peygamber’den sâdır olan davranışların dine dâhil olup olmaması bakımından ise sünnet, sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid kısımlarına ayrılmaktadır.
[b]Müekked Sünnet: [/b]
Pekiştirilmiş ve güçlü sünnet demektir. Bunlar, Hz. Peygamber’in devamlı olarak yaptığı ve sırf mecburi olmadığını göstermek için ara sıra terk ettiği fiillerdir. Bunlar bir anlamda dinî vecibeler için koruyucu ve tamamlayıcı nitelik de taşımaktadırlar. Bu sebeple önem bakımından farz ve vacipten sonra üçüncü sırada yer alırlar. Abdest alırken ağıza su vermek (mazmaza), sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri, ezan, kamet ve cemaatle namaz müekked sünnetlerdendir. Bu çeşit sünneti yerine getiren sevap kazanır. Terkeden ise cezayı hak etmemekle birlikte kı- namayı ve azarlamayı hak eder. Farz namazların cemaatle kılınması ve namazın ilanı için ezan okunması gibi dinin alametlerinden (şiar/şeâir) sayılan sünnetler fert planında terk edilebilir. Fakat bunları toptan terk ve ihmal etmek dinin şiarlarına zarar vereceği için câiz görülmemiştir. Bu çeşit sünneti yerine getiren sevap kazanır. Terkeden ise cezayı hak etmemekle birlikte kınamayı ve azarlamayı hak eder.
[b]Gayr-ı müekked sünnet: [/b]
Hz. Peygamber’in çok defa edâ edip, bazen terkettiği sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayr-ı müekked sünnetlere, “müstehab” veya “mendub” adı da verilir. Bu gruba giren sünneti yapan sevap kazanır, terkeden kınama ve azarlamayı hak etmez.
[b]Sünnet-i hüdâ: [/b]
Sünnetin müekked ve gayr-i müekked çeşidine “Sünnet-i hüdâ” da denilir. “Sünnet-i hüdâ” ile daha çok, dinî vecibeleri tamamlayıcı özellik taşıyan fiiller kastedilir. Cemaatle namaz kılmak, ezan ve kâmet okumak bu kabildendir.
[b]Sünnet-i zevâid: [/b]
Hz. Peygamber’in insan olması itibariyle yaptığı, dini tebliğ maksadı taşımayan, normal insanî davranışlarıdır. Bunlara âdet sünneti de denir. Mesela, Hz. Peygamber’in beyaz elbise giymesi, saç ve sakalını kınalaması, yeme, içme gibi hususlardaki alışkanlıkları zevâid sünnettir. Bu fiiller dinî yükümlülük kapsamında değildir. Yapılması dinen tavsiye de edilmiş değildir. Mükellef bu nevi sünnetleri, Hz. Peygamber’e olan sevgisi ve bağlılığından ötürü ve Resûlüllah’ın yolunu takip etmek niyetiyle yaparsa sevap kazanmış olur. Bu gibi sünnetleri terkeden ise, kötü bir davranışta bulunmuş olmaz, kınama ve cezalandırılmayı da haketmez.
Hanefîler dışındaki İslâm hukukçularının çoğu, bu üç çeşit sünneti ve Kur’ân’da farz ve vacip niteliğinde olmayıp; işlenmesi kesin olarak emredilmeyen hükümleri ifade etmek için “mendub” terimini kullanmışlardır. Ayrıca İslâm hukuk literatüründe “sünnet”, “nâfile”, “müstehab”, “tetavvu’”, “ihsan” ve “fazilet” kelimeleri mendubla aynı veya yakın manada kullanılır.
[b]4. Müstehab[/b]
Güzel görülen, sevimli ve tercih edilen amel demektir. Hz. Peygamber’in bazan işleyip, bazan terk ettiği, İslâm âlimlerinin dinî bakımdan uygun ve güzel bulup işlediği işlere “müstehab” denir. Nâfile namaz ve oruçların bir kısmı bu niteliktedir. İbadetlerin yapılışında; farz, vacip ve sünnetlerin dışında kalan bazı davranışlar müstehabtır. Sabah namazının, ortalık aydınlanıncaya (isfâr) kadar, sıcak mevsimde öğle namazının serin vakte (ibrâd) kadar geciktirilerek kılınması, akşam namazında ise acele edilmesi müstehaba örnek verilebilir. Müstehabın yapılmasında sevap vardır, terkinde ise kınama yoktur.
[b]5. Mubah[/b]
Allah veya Resulü’nün, mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiile “mubah” denir. “Helal” ve “câiz” terimleri de mubahla eşanlamlı olarak kullanılır. Mubahın yapılmasında ve yapılmamasında sevap veya günah yoktur. Yapılıp yapılmaması, sevap veya günah açısından eşittir.
[b]6. Haram[/b]
Allah veya Resulü tarafından yapılmaması ve vaz geçilmesi kesin olarak istenilen fiile “haram” denir. Bir fiilin haram niteliğinde olabilmesi için ayet ya da mütevatir veya meşhur hadisle kesin ve bağlayıcı şekilde yasaklanması gerekir. Başkasının malını haksız yere yemek, adam öldürmek, evlilik dışı cinsel ilişki (zina), alkollü içki içmek, yalan söylemek, dinin kesin haram kabul ettiği ve yasakladığı bazı fiillerdir. Haramı yapmayan ve terkeden, mükâfat ve sevap kazanır, yapan ise âsî ve günahkâr olur. Haramı inkâr eden dinin sınırları dışına çıkar. Hanefîler dışındaki İslâm hukukçularının çoğuna göre, haram zannî delil sayı- lan ve kesin bilgi ifade etmeyen haber-i vâhidle de sabit olabilir. Hanefîler, haber-i vahidle kesin ve bağlayıcı şekilde yasaklanan fiile ”tahrîmen mekruh”, kesin ve bağlayıcı olmayan yasaklamaya ise “tenzîhen mekruh” derler.
[b]Haramın çeşitleri[/b]
İslâm dininin “haram” diye nitelediği fiiller gözden geçirildiği zaman, her birinin pek çok zarar içerdiği görülür. Haram fiil, ya kendisi bizzat kötü olduğundan veya kötülüğü iyiliğinden daha fazla olduğu için yasaklanmıştır. Bu kötülük ve fenalık, ya fiilin bizzat kendisindedir veya fiilin beraberindeki diğer hususlardadır. İşte bu sebeple haram, doğrudan veya dolaylı yoldan olmak üzere ikiye ayrılır:
a. Doğrudan haram:
Allah ve Resulü’nün geçici ve bir sebebe dayalı olmaksızın baştan itibaren ve temelden yani kendi yapılarındaki kötülük veya zarardan dolayı haram kıldığı fiildir. Buna “bizzat haram” veya “haram lizâtihî” denir. Zina, hırsızlık, ölü hayvan eti satma, devamlı evlenme engeli bulunanlarla evlenme gibi. Bunlardaki zarar, doğrudan ve kendi bünyelerindeki kötülüğe dayanır. Bu gibi haramların kapsamına giren fiiller genel olarak; can, mal, akıl, din ve nesilden ibaret olan beş temel maslahatı korumak amacıyla yasaklanmışlardır. Bizzat haram fiiller, temelden gayri meşru sayılır. Mükellef Müslüman bu fiili işlerse, lehine olarak herhangi bir hukuki sonuç doğmaz. Meselâ; hırsızlık fiili, çalınan mal üzerinde hırsıza mülkiyet hakkı vermez. Aynı şekilde dinen ve hukuken evlenmeleri yasak olan erkek ve kadın nikâh akdi yapsalar haram bir fiil işledikleri için karı-koca olamazlar ve evlilik hayatı yaşayamazlar.
b. Dolaylı haram:
Esasen meşru olduğu halde, haram kılınmasını gerektiren bir durum sebebiyle haram kılınan fiildir. Buna “haram li-ğayrihî” denir. Gasbedilmiş arazide namaz kılmak, kendisine cuma namazı farz olanlar için cuma vaktinde alış-veriş yapmak, bayram gününde oruç tutmak böyledir. Mesela, oruç tutmak aslı itibariyle meşru bir fiildir, fakat bayram gününde oruç tutmak haram kılınmıştır. Çünkü bu günlerde insanlar Allah’ın misafiri sayılırlar. Ayrıca bayram sevincini birlikte yiyerek içerek yaşarlar. Oruç ise bu sevinci yaşamaya aykırıdır. İşte bu haricî unsur sebebiyle, bayramda oruç tutmak meşru sayılmamıştır. Bazı haramlar, çaresizlik ve şiddetli ihtiyaç karşısında mubah olur. Sözgelimi, domuz eti yemek kesin olarak haramdır. Ancak açlıktan ölmek üzere olan bir kimse, domuz etinden başka yiyecek bir şey bulamadığı takdirde ihtiyacı kadar yani açlığını yatıştıracak bir miktarı ondan yiyebilir. Fıkıh literatüründe “ma’siyet” ve “günah” terimleri zaman zaman haramla eş anlamlı olarak kullanılır.
[b]7. Mekruh[/b] Allah ve Resulü’nün, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarz ve üslupla yapılmamasını istediği fiile mekruh denir. Hem haram hem de mekruh, yasaklanan ya da hoş karşılanmayan veya çirkin olan fiilleri ifade eder. Ancak haram ve mekruh kavramları Hanefilerde, diğer mezheplere göre bazı farklılıklar gösterir. Haram; ayetle ya da mütevatir veya meşhur sünnetle kesin ve bağlayıcı şekilde yapılmaması istenen fiili ifade eder. Mekruh ise; ya yine bu delillerle fakat kesin ve bağlayıcı olmayarak yapılmaması istenen fiilleri; ya da haber-i vahid gibi sübut bakımından kesinlik ifade etmeyen bir delil ile terk edilmesi istenen fiilleri ifade eder.
Mekruhun kısımları
Mekruh Hanefîlere göre, tahrîmen ve tenzîhen mekruh olmak üzere ikiye ayrılır:
[b]a. Tahrîmen mekruh[/b]
Allah ve Resulü’nün, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği, ancak haber-i vahid gibi kesin olmayan zannî delile dayanan fiildir. Harama yakın mekruh demektir. Mesela, Hz. Peygamber başkasının satın almak için müşteri olduğu mala aynı anda müşteri olmayı ve evlenmek için dünür olduğu kadına dünür olmayı yasaklamıştır. Bunu ifade eden hadiste “satış üstüne satış” ve “dünürlük üstüne dünürlük” kesin bir uslupla yasaklanmaktadır. Aslında bu davranışların haram olması gerekirdi. Fakat bunu bildiren hadisin haber-i vâhid olması, hükmün “tahrîmen mekruh” sayılmasını gerektirmiştir. Tahrîmen mekruhu işlemek cezayı gerektirir, fakat bunu inkâr eden dinden çıkmaz.
[b]b. Tenzîhen mekruh[/b]
Allah ve Resulü’nün kesin ve bağlayıcı olmayan bir üslupla yasakladığı fiildir. Helala yakın mekruh demektir. Namaz için mescide gidecek kimsenin soğan vaya sarmısak yemesi bu çeşit bir mekruhtur. Bu yasağı bildiren deliller ağır tehdit içermeyip ilgili fiillerin yapılmamasının yapılmasından daha iyi olacağını bildirdiği için, bunlara helala yakın mekruh denilmiştir. Tenzîhen mekruhu işlemek cezayı ve kınanmayı gerektirmez. Fakat bu kapsama giren bir şey yapan, daha iyi ve faziletli olan şekle aykırı davranmış olur. Her iki mekruhu terkeden kimse de övgüyü hak eder.
Hanefîlerde, “tahrîmen mekruh” hükmü “vacib”in, “tenzîhen mekruh” ise “mendub”un karşıtıdır. Hanefîler dışındaki mezhep imamları Hanefîlerin “tahrîmen mekruh” saydıkları fiilleri de haram kapsamına alırlar. Onlar, haram anlamında yasak edildiğine dair işaret bulunmayan fiiller için yalnız “mekruh” terimini kullanırlar.
|