Dinin birinci ve temel kaynağı olan Kur’ân’da ibadetlerin nasıl ve ne şekilde yapılacağı üzerinde ayrıntılı olarak durulmamıştır. İlgili ayetler, büyük ölçüde ibadetin mahiyetini, ibadetin kime ve nasıl yapılacağını anlatmaktadır. İbadetlerin nasıl ve ne şekilde icra edileceğini Hz. Peygamber’in söz ve fiillerinden öğrenmekteyiz. Nitekim o, ibadetlerin nasıl yapılacağının kendisinden öğrenilmesi gerektiğini açıkça ifade etmiştir. “Benim namaz kılışıma bakın ve namazınızı öyle kılın” (Buhârî, “Ezân”, 18), “Haccın nasıl yapılacağını benden öğrenin” (Nesâî, “Menâsik”, 220) gibi hadisler bu duruma işaret etmektedir. Buna göre Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen ve ana çatısı oluşturulan ibadetlerin ayrıntılı biçimlemesini sünnetten öğrenmekteyiz.
İbadet ancak Allah için yapılır. İbadet, Yüce Yaratıcı karşısında boyun bükmenin zirvesi ve O’na olan sevginin bir sonucu ve göstergesidir. Onun için ibadette temel amaç, Allah için yapmak, O’nun hoşnutluğunu kazanmak ve nimetlerine şükretmektir. Allah’tan başkasına ibadet edilmez ve ibadette aracı kullanılmaz. İbadet doğrudan Allah’a yapılır. Çünkü insanları yaratan, eşsiz nimetlerle donattığı hayatı onlara veren ancak O’dur. Yaratılmışların ibadet nitelikli saygı ve bağlılıklarını sunmaya Allah’tan başka lâyık bir başka varlık da yoktur. “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” ayeti bu ilkeyi açıkça ifade etmektedir (el-Fâtiha 1/5).
Bir davranışın ibadet olabilmesi için, inanılarak, samimiyetle, iyi niyetle ve dünyaya ait bir menfaat beklemeden yapılması gerekir. Buna taabbüd anlayışı denilir. Taabbüd, ibadeti öncelikle sırf ibadet olduğu için ve Allah’ın emrine olan bağlılığı ve saygıyı ifade etmek için yapmak demektir. Bu, ibadetlerde temel bir ilkedir. Çünkü ibadet etmek hem imanın doğal sonucu hem de insanın fıtratında var olan bir duygu ve ihtiyaçtır. İnsanlık tarihinde bir şeye tapmayan insan yoktur. Putlara tapmak da aslında insanın ibadet ihtiyacından doğmuştur. Ancak Allah’tan başkasına tapanlar bu ihtiyacı yanlış yollardan karşılamaya çalışmışlardır. Bunun için Kur’ân’ın en çok vurgu yaptığı husus ibadetin ihlâsla yani sadece Allah için yapılmasıdır ( Tâhâ 20/14; el-Beyyine 98/5; el-Kevser 108/2). Çünkü Allah’tan başka ibadete layık olan gerçek bir mabud yoktur.
Temel ilke bu olmakla birlikte ibadetin hem bireysel hem de toplumsal bir takım faydaları da vardır. Fakat bunlar ibadetin amacı değil sonucudur. Müslümanlar bu faydaları elde etmek için ibadet etmezler. Allah’ın rızasını kazanmak için yaptıkları ibadetler bu güzel sonuçları doğurur. Bunlara ibadetlerin sırları ve hikmetleri denilir. Mesela namaz kişiyi Allah’a yaklaştırır, ruhu ve iradeyi güçlendirir, insanı sabra ve şükre alıştırır. Özellikle cemaatle kılınan namaz topluluk bilincini geliştirir, sosyal dayanışmaya katkı sağlar. Oruç, insan sağlığını olumlu yönde etkiler, yoksullara yardım duygularını geliştirir ve yokluk içinde yaşayan insanların halini daha iyi anlamamızı sağlar. Zekât insanın cimrilik ve bencillik gibi olumsuz duygularından kurtulmasına yardımcı olur. Bu bakımdan ibadet emrine muhatap olan kişinin, o emri yerine getirirken taşıdığı hikmetleri düşünmesi ve anlamaya çalışması insana farklı bir bilinç kazandırabilir.
İbadetlerde gönüllülük esastır. Baskı altında ve içten gelmeden yapılan ibadetler insana gereken hazzı vermez. İnsan Allah’ın kulu olduğu için O’na ibadet etmeye mecburdur. Fakat bu mecburiyeti aklı sayesinde kendisi hissetmelidir. İnsanı özgür bırakan Allah kimseyi ibadete zorlamamaktadır. Aksine, önemini ve güzel sonuçlarını anlattığı ibadete onların kendilerini zorlamalarını istemektedir.
İnsanlar arasında bireysel farklılıkların olduğu bir gerçektir. Aynı işi yapan iki kişinin bile farklı duygular yaşadıkları olur. İbadetin hikmet ve faydaları da bireylere, onların sahip olduğu dinî bilinç ve seviyeye göre farklı olabilir. Bazı insanlar için ibadetin amacı sadece kulluk imtihanını kazanmaktır. Başka bir seviyedeki insan için ibadetin amacı nefsin terbiye edilmesi ve disiplin altına alınmasıdır. Daha üst bir seviyede olanlar için ise Allah’a ibadet, bunların da üstünde ve ötesinde anlamlar taşır. Mesela bu seviyede olanlar ibadet ettikleri zaman gönüllerinde üstün bir zevk, ruhlarında Allah’a kavuşma duygusu ve manevi bir mutluluk yaşarlar. Hz. Peygamber'in ''Benim mutluluğum namazdadır” (Nesâî, “Işratü’n-nisâ”, 1) sözü, ibadetin bu yönüne ve Hz. Peygamber’in seviyesine ışık tutmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber ibadeti en üst seviyede ve en yoğun duygularla yapıyordu. Bu sebeple de onun namazı, yüce yaratıcı ile bir buluşma ve O’nun huzurunda bir yakarışa dönüşüyordu. Buradan da anlaşılmaktadır ki, ibadetler, bizzat amaç olmayıp, özü itibariyle yüksek amaçlara basamak niteliğindedir. Aynı zamanda da dine bağlılığın ve bir anlamda dindarlığın dışa yansıyan bir göstergesi durumundadır.
İbadetler dinin değişime açık olmayan sahasını oluştururlar. Bu sebeple ibadet, Kur’ân’ın emrettiği, Hz. Peygamber’in de uygulamalarıyla şekil ve sınırlarını çizdiği biçimde yapılmalıdır. Çağların geçmesi ve şartların değişmesi, hiç kimseye namazın şeklini, orucun mahiyetini, haccın icra biçimini değiştirme yetkisi vermez. Konumu ve bilgi seviyesi ne olursa olsun, Peygamber dışında hiçbir kimsenin böyle bir yetkisi yoktur. Bunun için “çağa uydurma ve kolaylaştırma” adıyla ibadetlerin mevcut şekillerini değiştirmeye çalışmak, fayda yerine zarar vermektedir. Çünkü dinin temelini oluşturan ibadetlere yapılacak bu gibi müdahaleler insanların dine bağlılıklarını ve samimiyetlerini zedelemekte ve sarsmaktadır. Hz. Peygamber tarafından belirlenen biçim ve şekiller ibadetlerde birliği, düzeni ve aynı zamanda yapılabilirliği sağlamaktadır. Aksi halde her insana ve her çağa göre bir namaz şekli ortaya çıkar. Bu da dinin kuşatıcılığına ve ibadetlerin birleştiriciliğine gölge düşürür. Buna göre mevcut ibadet şekillerinin korunup içlerinin doldurulması gerekir. Bu da, ibadet bilincinin geliştirilmesi, ibadetin kazandırması gereken manevi ve ahlaki faydaların artırılmasıyla olur.
İbadetlerin ifası sırasında maddi ve ruhi hayat arasındaki dengeyi gözetmek ve aşırılıktan kaçınmak esastır. Zira İslâm bir denge dini olduğu için din ile dünya arasında da gerekli dengeyi kurmayı emretmiştir. Bu ilkeye göre ne dünya dine ne de din dünyaya feda edilir. Aksine bunlar arasında makul bir denge kurulur (el-Bakara 2/200-202; el-İsrâ 17/18; el-Kasas 28/77). Bir Müslümanın günlük, haftalık, aylık ve yıllık yapmak zorunda olduğu ibadetler belirlenmiştir. Bu gibi ibadetlerin yerine getirilmesi farz veya vaciptir. Bunlar dışında kalanlar genel olarak nâfile ibadet adını alır.
Esasen nâfile ibadetleri yerine getirip getirmemekte, az veya çok yapmakta mükellefler serbest bırakılmıştır. Bir Müslüman zorunlu olmayan nâfile ibadetleri imkân ve gücüne göre dilediği kadar yapabilir. Yaptığı oranda da Alla’a yakın olur, ibadet hazzı almış ve ahlaken daha olgun duruma gelmiş olabilir. Ancak bu gibi ibadetler aile, iş ve toplumsal hayatı aksatacak aşırılıkta olmamalıdır. Bu konuda da en büyük örnek Hz. Peygamber’dir. O, aşırılığa kaçmadan dengeli bir dinî hayat yaşamış, ümmeti için de bunu önermiştir. Dünya ve ibadet hayatı arasında olması gereken dengeyi kuramayıp aşırılığa kaçan bazı arkadaşlarını uyarmıştır. Onları uyarırken, insanın üzerinde kendisinin ve aile fertlerinin hakkı olduğunu ifade etmiştir. Kendi hayatında söz konusu dengeyi nasıl kurduğunu anlatırken de, Allah’tan en çok sakınan ve O’na en çok ibadet eden birisi olarak hem ibadet ettiğini, hem dinlendiğini hem de ailesiyle ilgilendiğini söylemiştir (Buhârî, “Nikâh”, 1; Müslim, “Nikâh”, 5). Hz. Peygamber’in şu hadisleri dinde dengenin gerekliliğine işaret etmektedir: “Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakınınız” (Nesâî, “Menâsik”, 217), “Ey insanlar! Siz orta yolu takip edin” (İbn Mâce, “Zühd”, 28).
İbadetlerdeki ilkelerden biri de kolaylık sağlamak ve insanları zora sokmamaktır. Din, insanları dara sokmak, eziyet etmek ve hayatlarını çekilmez hale getirmek için değil, rahmet olmak içindir. Kur’ân ve Hz. Peygamber de ancak insanlara rahmet olmak için gönderilmiştir (Tâhâ 20/2- 3; el-Enbiyâ 21/107). İbadetlerin amacı da zorluk ve sıkıntı getirmek değil, insanları maddeten ve manen temizlemek ve arındırmaktır (el-Mâide 5/6, elHac 22/77-78). Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerde hastalara ve yolculara getirilen kolaylıklar bu ilkeye dayanmaktadır.
İbadetlerde devamlılık esastır. Müminin ibadet yükümlülüğü ölünceye kadar devam eder (el-Hicr 15/98-99). İbadet hayatını kesintiye uğratmamak için az da olsa devam etmek gerekir. İnsan kulluk mertebesinde ne kadar yükselirse yükselsin, ibadet yükümlülüğü sona ermez.
İslâm’ın ibadet kapsamında gördüğü hususlardan biri de duadır. Hz. Peygamberin hadislerinde, ibadetin özünün dua olduğu bildirilmiştir (Tirmizî, “Deavât”, 1). Duada temel ilke, Allah’a yönelik olması, uygun talepler içermesi, içten gelerek ve samimi niyetlerle yapılmasıdır. Duanın dili açısından herhangi bir sınırlama yoktur. Herkesin kendi dilinde dua yapması ve yakarışını istediği gibi îfâ etmesi esastır. Çünkü herkes isteğini en iyi kendi diliyle veya en iyi bildiği dille ifade edebilir. Kur’ân’da ve hadislerde yer alan dualar bu konuda birer örnek sunmaktadır. Namaz da aslı itibariyle dua olmakla birlikte bu ibadetin özgün dili Arapçadır. Çünkü namazda herkesin Kur’ân’dan kolayına gelecek kadar okuması emredilmiştir (elMüzzemmil 73/20). Kur’ân Arapça olduğuna göre namazda da ondaki cümlelerin özgün haliyle Arapça okunması temel bir ilkedir. Dil, ibadette öncelikle şekil birliğini sağlayan, duygu birliğine ise yardımcı olan araçlardan biridir. Bu anlamdaki şekil birliği ancak ortak dil kullanılarak sağlanabilir. Bu genel olarak imkânsız bir şey de değildir. İmkânsız olan duygu birliğidir. Duygular bireylere göre farklı olabilir. Bu sebeple de duygu birliği şart değildir. Fakat ortak dilin, mesela Fâtiha’nın herkes tarafından Arapça olarak okunmasının duygu birliğine katkı sağlayacağı da inkâr edilemez. Özellikle cemaatla edâ edilen ibadetlerde, duygu birliğinin oluşabilmesi ve evrenselliğin korunabilmesi için vahiy dili olan Arapçanın korunması gerekir. Ayrıca, namazda sûre ve ayetlerin tercümelerinin okunması kabul edilse bile, herkesin kabul edebileceği bir tercüme üzerinde anlaşma sağlanması son derece zordur. Bu zorluk aynı dili konuşan Müslümanlar arasında da geçerlidir. Birden çok Türkçe ve İngilizce Kur’ân meâlinin bulunduğu düşünülürse konu daha iyi anlaşılır. Tercümenin hiçbir zaman orijinal metnin içerdiği anlamı tam olarak veremeyeceği de bir gerçektir. Tercüme metnin ezberlenmesi, orijinalinin hazzını veremeyeceği gibi ayrıca zorluklar da taşımaktadır. Bunun yanında ibadetten alınacak manevi zevk biraz da kutsal metinlerin özgün dilinin ses ve ahengi içinde gizlidir. Namazda okunacak ayet ve duaların Arapçasını bilme ve öğrenme imkânı olmayanlar için fıkıh kitaplarında alternatif çözümler sunulmuştur.
İbadetlerde değişiklik yapılamayacağı ilkesi, ibadetin icrası için çağın imkânlarından yararlanmaya engel değildir. Daha geniş kitleye duyurulması amacıyla, ezan okurken, büyük ve geniş mekânlarda namaz kılınırken hoparlör kullanılması, Kâbe’yi tavaf esnasında özürlülerin tekerlekli sandalyelerden yararlanması örnek olarak verilebilir.
|