Tarihin en eski medeniyetlerinden birini kurmuş olan Türkler’de İslâmiyet’ten önce, zamanın sosyal ve dinî hayatının, törenlerinin mûsiki ile yakın ilişkisi bulunmaktaydı. Eski Türk inançları doğrultusunda belirli zamanlarda yapılan törenlerde, dinî mahiyetteki mûsikinin önemli bir yeri vardı. Bu dönemde mûsiki şiirden ayrılmaz ve şairler törenlerin vazgeçilmez düzenleyicileri idiler. Tonguzlar’ın “şaman”, Altay Türkleri’nin “kam”, Kırgızlar’ın “bahşı”, Oğuzlar’ın “ozan” adını verdikleri ve şairliğin dışında sihirbazlık, hekimlik, rakkaslık ve mûsikişinaslık gibi birçok nitelikleri de bulunan bu kişilerin halk üzerinde büyük etkisi vardı. Bu kişiler, kendinden geçmiş bir halde birtakım hareketler yaparken, Türkler’in en eski çalgısı olan “kopuz” eşliğinde şiirler okurlardı. Türk mûsikisinin en eski örneklerinin, ozanların kopuzlarla çaldıkları bu nağmeler olduğu söylenir. Ancak hususi bestesi olan ve sihirli bir etkisi olduğuna inanılan bu güftelerin o döneme ait örnekleri günümüze kadar gelememiştir. Eski Türk hayatında dinî nitelik taşıyan başlıca üç büyük âyin vardı: 1- Avların bereketli olması için düzenlenen ve sığır adı verilen sürgün av âyinleri. 2- Şeylan, şilan, şölen, çeşn yahut toy adı verilen kurban âyinleri. 3- Ölen kişinin ruhunun dinlenmesini sağlamak amacıyla düzenlenen ve yuğ denilen umumi matem âyinleri. İşte bütün bu dinî âyinlerde ortaya çıkan şölenlerdeki kasideler, sığırlardaki destanlar ve yuğlardaki mersiyelerin başlangıçtaki dinî nitelikleri sonradan yavaş yavaş yok olmaya başlamış ve bir süre sonra da din sahasından ayrılmıştır. Türkler’in mûsiki aletleriyle icra ettikleri terennümlere “gök” veya “kök”, sesli okunanlarına ise “ır” ve “dule” denirdi. Senenin günlerine eşit olmak üzere sayıları üç yüz altmışı bulan bu göklerin hâkanlar huzurunda icrası eski teşrifat gereğiydi. Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da mûsiki, özelliklerini korumaya devam etti ve zamanla Türk-İslâm medeniyeti içerisinde önemli bir yere sahip oldu. İslâmiyet’in doğuş yıllarında Arap yarımadasında belli kurallar etrafında şekillenmiş bir mûsikinin mevcut olduğu söylenemez. Basit bir mûsiki çerçevesinden ileriye gitmeyen mûsiki icraları da zamanla aşama kaydetti. Hz. Ömer devrinden itibaren şiirlere besteler yapılmaya başlandığı söylenir. Zaman içerisinde gelişerek kendi kurallarını ortaya koyan ve bugün “dinî mûsiki” dediğimiz mûsiki formatı, Hz. Peygamber’in güzel sese rağbet etmesi, önem vermesi ve güzel nağmeleri teşvik etmesi ve bu anlamda güzellikleri tavsiye etmesinin bir sonucu olarak doğmuştur. Dinî mûsiki daha sonraları İslâm coğrafyasında camide ibadet esnasında ve tasavvufî anlayışlar çerçevesinde tekkelerde şekillenmiş ve geniş bir “form” zenginliğine ulaşmıştır. Medine’de ilk ezan sözlerinin tesbitinden sonra Hz. Peygamber’in “Bu sözleri Bilâl’e öğretin, bundan sonra ezanları Bilâl okusun. Zira Bilâl’in sesi güzeldir” ifadeleri, yine Hz. Peygamber’in “Yâ Bilâl, bizi ferahlandır” diyerek Bilâl-i Habeşî’yi mânevî bir neşeyle dinlemesi, onun güzel sese verdiği önemin göstergeleridir. Bu konuda Hz. Peygamber’in birçok hadisi mevcuttur. Bunlardan iki tanesinin mânası şöyledir: 1- “Kur’an’ı güzel seslerinizle süsleyiniz. Cenâb-ı Hak güzel sesiyle cehren (açık olarak) ve tegannî ile (nağme yaparak) Kur’an okuyan bir peygambere kulak verdiği gibi hiçbir şeye kulak vermemiştir”. (Burada “kulak vermek”, büyük bir arzu ve istekle dinlemek, işitmek mânasında, aynı zamanda mecazi anlamda kullanılmıştır). 2- Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin okuduğu Kur’an’ı dinleyen Resûlullah ona: Ey Ebû Mûsâ, sana Dâvûd’a verilen mizmarlardan biri verilmiş” buyurdu. Bu hadisin bir başka rivayetinde ise Ebû Mûsâ Hz. Peygamber’e cevaben “Yâ Resûlallah, kıraati dinlediğini bilseydim, tilâvetimi daha güzel nağmelerle süslemek için gayret ederdim” demiştir (Bu ifadede söz konusu edilen “mizmâr” kelimesi, o devirlerde kullanılan bazı nefesli mûsiki aletlerinin ismi olduğu gibi, nağme, terennüm ve hoş sada anlamlarında da kullanılmaktaydı). İşte bu ve buna benzer hadisler, Peygamberimiz’in hayatında bu konuyla ilgili olumlu tavırları, tavsiyeleri ve tatbikatları, müslümanların Hz. Peygamber’in tavsiyelerini yerine getirme konusunda âdeta yarışır hale gelmelerine; müslümanların Kur’an’ı daha güzel nağmelerle okumaya yönelik daha çok çaba göstermelerine yol açtı. Ancak bu iyi niyetli yaklaşımların zamanla sesler arası bir rekabete dönüşmeye başladığı, dolayısiyle Kur’an okumada herkesin büyük dikkatle sürdürmeye gayret gösterdiği ağırbaşlı ve sade üslûbun yerini, âdeta nağmeler yarışına bıraktığı gözlendi. Bir vasıta olarak, Kur’an okuyuşunda yardımcı unsur olan güzel ses, sanki Kur’an’ın metninin önüne geçmeye başladı. Bunun üzerine “tecvid” ve “kıraat” ilimleri ortaya çıktı. Kur’an’ın birtakım kurallar çerçevesinde okunmasını sağlayan bu ilimler, güzel ses ve mûsikinin de katılımıyla gelişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in benimsediği, Kur’an’ın güzel seslerle en güzel bir şekilde okunmasının sağlanması için, seslerin tanınarak ölçülü bir şekilde kullanılması anlamını taşıyan mûsikinin uygulanmasının ne derece önemli olduğu üzerindeki duyarlılık kendisini göstermeye başladı.
[b]İslâmiyet’ten önce Türkler’in mûsiki aletleriyle ve sesleriyle icra ettikleri eserlere ne isim verilirdi? [/b]
İslâmiyet öncesi Türkler’in mûsiki aletleriyle icra ettikleri eserlere kök veya gök, sesli okunanlara ise ır ve dule denirdi.
|