İslam Ahlak Esasları - Ünite 4: İslâm Ahlâkının Temel Kavramla - Çözümlü Sorular

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
1. Bir hareketi veya hareketsizliği fiil haline getiren
unsur nasıl ortaya çıkar?
Cevap: Fiil, insanın etrafında olup biten olaylara bilerek
ve farkında olarak müdahale etmesi veya farkında olarak
müdahale etmemesi anlamına gelmektedir. Bu çerçevede
bir hareketi veya hareketsizliği fiil haline getiren unsurun,
iradenin, ne olduğu sorusu da kavramsal bir soru olarak
ortaya çıkar.

2. Bir fiili bir faile izafe ne gibi sonuçları ortaya çıkarır?
Cevap: Bir fiili bir faile izafe etmek sadece teorik ve
metafizik birçok meseleyi ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı
zamanda insanın fiillerinden sorumlu olup olmadığı gibi
bir meseleyi de ortaya çıkarır.

3. Sorumluluk ne zaman ortaya çıkar?
Cevap: Sorumluluk, ancak içeriği belli bir talep söz
konusu ise mümkün olduğu için, vazifeyi ve teklifi
(yükümlü kılmayı) iktiza eder (gerektirir).

4. Sorumluluk ne zaman sözkonusu değildir?
Cevap: Hiçbir vazifesi ve mükellefiyeti olmayanın
herhangi bir sorumluluğu da olmaz.

5. Sorumluluk ve sorumsuzluk arasındaki fark nedir?
Cevap: Bir vazifesi olan insan, bunu ifa etmekle sorumlu
ise, bu sorumluluğu ifa etmesi veya etmemesi arasında,
neticeleri açısından bir fark olması gerekmektedir. Bu
sebeple vazife ve sorumluluk fikri, zorunlu olarak bir
yaptırım içermektedir.

6. Ahlâk alanını tanımlayan ve içeriğini büyük oranda
dolduran terimler nelerdir?
Cevap: Ahlâki vazifelerle irtibatlı yaptırımın ne olduğu
meselesi, daha doğrusu “ahlâki yaptırım” kavramı da
ahlâk düşüncesinin önemli bir unsurudur. Bütün bu
kavramların hakkında olduğu fiilin, ahlâkın konusu haline
gelme ciheti, yani iyi veya kötü olup olmadığı ve buna
bağlı olarak iyilik ve kötülük kavramları da, ahlâk
düşüncesinin en temel kavramlarıdır. Daha farklı bir
şekilde bu iki terimin ahlak alanını tanımladığı
söylenebilir.

7. Kavram ile terim nedir, birbirlerinden temel farkları
nelerdir?
Cevap: Kavram ile terim arasında önemli bir irtibat
bulunmakla birlikte genellikle birbiri ile karıştırılır.
Kavram bir şeyin dilden bağımsız varlığıdır. Bu varlık
duruma göre dış dünyada ve ona bağlı olarak zihinde
bulunmaktadır. Mesela kütüphane, dış dünyada mevcut
olan bir binada etkin olan bir kurumdur. Bu kurumun
zihindeki varlığı ve bir anlamda, kütüphane nedir?
Sorusuna verilen cevap, onun kavramıdır. Buna karşılık
terim, bu kavramın dilde ifade edilmiş şeklidir. Terime,
ıstılah da denilmektedir.

8. İslâm ahlâkını kendisine konu edinen ilmin temel
kavramları ne zamandan beri mevcuttu?
Cevap: İslâm ahlâkını kendisine konu edinen ilmin temel
kavramları, o halde, onlar özellikle isimlendirilmeden
önce de mevcuttu. Mesela irade hürriyeti, insanın
sorumluluğu, mükellefiyetleri vs. başından itibaren bütün
Müslümanlar tarafından bilinmekte ve dikkate alınmakta
idi. Onların “kavramı” veya “kavram olarak hürriyet,
sorumluluk ve mükellefiyet” zihinde ve hayatta mevcuttu.

9. İslâm ahlâkını kendisine konu edinen ilmin temel
kavramları nasıl ilmileşmiştir?
Cevap: Ancak bu konuda sistematik bir düşünce söz
konusu olmadığı için, bunların hiç birisi bir isim alarak
veya bunlara isim verilerek ıstılahlar (terimler) ortaya
çıkarılmamıştı. Bu kavramların ıstılahlarla ifade edilmesi
için, bu alanın sistematik bir şekilde tedvin edilmesi, yani
ahlâk alanının ilmileşmesi gerekiyordu. Ahlâk alanının
ilmileşmesi kavramların zaman içerisinde isimlendirilerek,
bunlarla ahlâki hayatın tasvir, tahlil ve tahkik edilmesi
yoluyla gerçekleşmiştir. Bir davranış düzeni olarak İslâm
ahlâkı, teorik olarak “kavramları” ve “ıstılahlarıyla”
(terimleriyle) birlikte ortaya konulup, sonra uygulanmış
bir ahlâk sistemi değildir. Vahiy, önce Hz. Peygamber’in
şahsında etkin olmuş; çeşitli zamanlarda, değişik
vesilelerle nazil olan ayetler onun hayatında bir vahdet,
insicamlı bir bütün teşkil etmiştir. Hz. Peygamber’in
etrafındaki insanlar vahye hem lisanî haliyle (Kur’an),
hem de bilfiil hayat (sünnet) olarak bu bütünlük içerisinde
şahit olmuşlar ve bunu da bir hayat tarzı olarak
üstlenmişlerdir.

10. Kelime-i şehadet, nasıl bir “şahitlik”tir?
Cevap: Kelime-i şehadet, ilk dönemden itibaren
Müslümanların müşahede ederek, - yani gözleri ile
görerek, kulakları ile işiterek ve bizzat yaşayarak- iştirak
ettikleri bir varoluş tarzı hakkında yaptıkları “şahitlik”tir.
Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in
O’nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet etmek, sadece bir
söz değil, yaşanarak onaylanmış bir hakikatin ifadesi
olmaktadır.

11. İslâm ahlâkının ilmî kavramları Kur’an-ı Kerim’de
hangi surette geçer?
Cevap: Başta iman ve küfür olmak üzere, takva, birr,
ma’ruf, hasene, sabır, istikamet, salih amel gibi birçok
terim K. Kerim’de kullanılmıştır. Bunlar müslümanın
ahlâki düzeninin temel küllilerini, daha farklı bir ifade ile
varoluş kategorilerini teşkil etmişlerdir.

12. Daha önce anlamı oluşmamış terim veya isimler,
anlamlarını nasıl kazanmışlardır?
Cevap: Örneğin salih amel, “salih ameli işleyin” olarak
emredilmeden önce mevcut olmadığı gibi, bu emre ittiba
ile ta’ayyün etmiş ve öylece de isimlendirilmiştir. “Salih
amel” bu emir olmadan bu manada mevcut olmadığı gibi,
kendisine isim verilmeden önce ta’yin edilip, bilinemez
durumda idi. İsim verilmesi ile birlikte, isim de alarak,
bilinebilir ve hakkında konuşulabilirler arasına girmiş
oldu.

13. İslâm ahlâkı ilminin değerlendirilebilmesi ve kişiler
üzerinde tahahkkuk etmesi için gerekli olan ön şart nedir?
Cevap: İslâm Ahlâkının temel kavramı, insani varoluşun
ön şartı olan, hayattır. Hayat, bütün ahlâki kavramların
merkezindedir ve diğer kavramların hepsi hayat dolayısı
ile ve hayatla irtibatı içinde anlamını kazanır. Hayat,
insanın varoluşunu isimlendirir. Hayat, dünya hayatı ve
ahret hayatı olmak üzere iki kısma ayrılır. Ölüm, dünya
hayatının biterek, ahret hayatının başlamasını ifade eder.
İnsanlara hayatı, Cenab-ı Hakk ihsan etmiştir. O’nun
dışında başkaları tarafından, bu kim olursa olsun fark
etmez, dokunulması kabul edilemez.

14. İnsana verilen hayat ne anlama gelir?
Cevap: Hayat her insana Cenab-ı Hakk tarafından verilir.
İnsana hayatın verilmesi, onda Cenab-ı Hakk’ın isim ve
sıfatlarının tecelli etmesi anlamına gelir. Hayat, sadece
maddi/biyolojik manası ile canlılık anlamına gelmez;
bunun ötesinde insanın sahip olduğu veya ilişkili/irtibatlı
olduğu şeylerin varlığının ötesindeki bir boyutu olarak,
manası da hayatın bir parçasıdır. Şeylerin manası, çok kısa
ifade etmek gerekirse, onlarda insanı ilgilendiren cihettir.

15. Ahlâk ilmi kapsamında “dünya” ne anlama
gelmektedir?
Cevap: Cisimlerin, bitkilerin ve biyolojik canlılığın bir
düzen içinde mana kazanmış haline, dünya denilmektedir.

16. Dünya, insan varlığı bakımından ne anlam ifade
etmektedir?
Cevap: İnsan, bir dünyanın parçası olarak ve bu dünya
içinde hayatını sürdürür. Aile hayatı, meslek hayatı, özel
hayat gibi ifadeler hayatın bu boyutu ile ilgilidir. Hatta
insanın hayatı denildiğinde canlılığından daha çok onun
varoluşunun manalarla dolu veya manalardan ibaret bu
boyutu kast edilir.

17. “Hayat” denmekle kastedilen şey, sadece doğumdan
kabire kadar olan süreç midir?
Cevap: Kur’an-ı Kerim’de “dünya hayatı” ile “ahiret
hayatı” birbirinden ayrı olarak zikredilir. Hayat, sadece
“bu dünya”da olan değil bunun ötesinde ahret hayatı
denilen ve öldükten sonra gerçekleşecek “öteki dünya”da
olacak olanı da ifade eder.

18. Müslüman bir kimse için dünya ve ahiret hayatı ona ne
ifade etmelidir?
Cevap: Dünya ve ahret hayatı, Müslüman’ın kararlarını
alırken ve fiillerini gerçekleştirirken dikkate aldığı
çerçeveyi ve ufku teşkil eder. Müslüman’ın uzak geleceği
ahrettir, ahret hayatıdır. Müslüman etrafında olup biten
olayları, karşı karşıya geldiği veya beraber iş yaptığı
insanlarla ilgili kararlar alır, fiiller gerçekleştirirken
hayatın dünya ve ahret boyutlarını birlikte dikkate alır.

19. İnsana neden “eşref-i mahlûkat” denmiştir?
Cevap: İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. İnsanın
ahlâki varlık olmasının esasında, onun sahip olduğu
özellikler bulunmaktadır. İnsan alternatifler arasından
tercihte bulunabilecek, sahip olduğu imkânları
geliştirebilecek, ne yaptığını bilebilen, bunlara bağlı
olarak da vazifeleri olan ve vazifelerinden sorumlu bir
varlıktır. Bu ve bunların yanında sayılamayacak çok
özelliği, insanı özel bir varlık haline getirmiştir. İnsanın bu
özelliğini ifade etmek için, eşref-i mahlûkat
(=yaratılmışların en şereflisi) ve halifetullah fi’l-arz
(=yeryüzünde Allah’ın halifesi) tabirleri kullanılır.

20. Kuran’a göre insanın yaratılışı esnasında Allah ile
melekler arasında nasıl ifadelerde bulunulmuştur?
Cevap: “Hani Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım” demişti. Onlar da orada, “Biz seni
hamd ile yüceltip, seni bütün noksanlıklardan tenzih
ederken-, oranın düzenini bozacak ve kan dökecek birini
mi yaratıyorsun?” dediler. (Allah da) “Ben sizin
bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi. (Allah) Âdem’e bütün
isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek, “Eğer
sadık (görüşünüzde doğru) iseniz, bunların isimlerini
söyleyin” dedi. (Melekler) Seni tenzih ederiz; bizim, Senin
bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Her şeyi bilen ve
hikmet sahibi olan Sensin. (Allah) Ey Âdem, “onlara,
onların isimlerini söyle” dedi. (Âdem) onların isimlerini
söyleyince dedi ki: “Ben size yerin ve göklerin
gaybını/(gözükmeyen kısmını) bilirim, açıkladıklarınızı ve
gizlediklerinizi bildiğim gibi, demedim mi?” (Bakara/2:
30-33).

21. İnsanın, Allah’ın halifesi olmasında Hz. Adem nasıl
bir rol oynamıştır?
Cevap: Bu ayetlerde Cenab-ı Hakk yeryüzünde “bir
halife” yaratacağını söylerken aynı zamanda bütün
insanlığın atasının Hz. Âdem olduğunu açıklıyor. Burada
Hz. Âdem’in bütün insanlığı temsil ettiği açıktır. Yani
Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i ve onun soyundan gelecek
bütün insanları/insanlığı “yeryüzünde halife” olarak
yaratmıştır. Halife bir taraftan sonradan gelen anlamına
gelse de, bunun ötesinde, sonradan gelerek öncekinin en
azından bir cihetten vazifesini veya benzer vazifeleri
üstlenen kişi anlamına gelmektedir.

22. Hilafet ile insanın Allah’ın yolunda kendi varlığını
devam ettirmesi arasında doğrudan bir irtibat olduğu
nasıl anlaşılır?
Cevap: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O
halde, insanlar arasında hakla (adaletle?) hükmet ve
hevaya uyma (keyfi davranma?), yoksa seni Allah’ın
yolundan saptırır. Allah yolundan sapanlara hesap
gününde, unuttukları sebebiyle şiddetli bir azap vardır.”
(Sad/38: 26) ayetinde de görüleceği üzere hilafetin hak ile
hükmetme, yani doğru karar verme ile bir alakası olduğu
dile getirildiği gibi keyfi davranmanın da insanı Allah’ın
yolundan saptıracağı dile getirilmektedir. Hilafet ile
insanın Allah’ın yolunda kendi varlığını devam ettirmesi
arasında doğrudan bir irtibat olduğu buradan kolayca
anlaşılabilir.

23. İnsanın yanılması ile kendisine zulüm etmesi arasında
nasıl bir ilişki kurulabilir?
Cevap: İnsan kendi kendine zulmedebilir. İnsan
yanılabilir bir varlıktır. İnsan tasavvurlarında,
düşüncesinde ve çıkarımlarında yanılabileceği gibi,
yargılarında da yanılabilir. İnsan olgular, değerler ve diğer
insanlar hakkındaki yargılarında olduğu gibi kendisi
hakkındaki yargılarında da yanılabilir. Bu yanılgı, başka
insanlar ve nesnelere olduğu gibi kendisine de zulüm
olarak gerçekleşebilir. İnsan başka insanlara olduğu gibi
kendisine de haksızlık yapabilir. Kısaca insan kendi
kendisine zulmedebilir.

24. K. Kerim’de Cenab-ı Hakk’ın insanlara zulmetmediği,
insanların kendi verdikleri kararlar ve yaptıkları
neticesinde kendilerine ve birbirlerine zulm ettikleri hangi
ifadelerle vurgulanmıştır?
Cevap: “Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi
kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince
Allah’tan başka taptıkları tanrılar, kendilerine hiçbir fayda
vermedi. Hatta onların ziyanlarını artırmaktan başka bir
şeye yaramadı.” (Hûd/11: 101) Başka bir ayette ise,
insanların kendi kendilerine zulmetmenin sebebi dile
getirilmiştir: “Ayetlerimizi yalan sayarak sırf kendi
kendilerine zulmeden o kimselerin hali, ne çirkin bir ibret
levhasıdır!” (Araf/7: 177). Kur’an-ı Kerim’deki pek çok
ayet-i kerimede nefse zulüm, insanların büyük ve küçük
günah işlemesi ile irtibatlı olarak kullanılmıştır.

25. Kur’an-ı Kerim’de kaç yerde günah işleyerek kendi
nefsine zulm ettiğini itiraf edip af dileyenlerin duaları
zikredilir?
Cevap: Kur’an-ı Kerim’de dört yerde günah işleyerek
kendi nefsine zulm ettiğini itiraf edip af dileyenlerin
duaları zikredilir. Bunlardan birisi, Hz. Adem ile Hz.
Havva’nın yasak meyveyi yedikten sonra pişman olup,
Cenab-ı Hakk’tan öğrendikleri ve yaptıkları duadır:
“Dediler ki: Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi
bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden
oluruz.” (Araf/7: 23). Diğer ayetler: (Enbiya/21: 87;
Neml/27: 44).

26. İnsanı kendi kendine zulmetmesi nasıl tahakkuk eder?
Cevap: Kendi kendine zulmetme, kendisini olmadığı ve
olamayacağı bir yerde görme ile başlayıp, kendisini diğer
insanlardan veya insanların bir kısmından “üstün” görüp,
diğerlerine tahakküm etmeyi kendisinin tabii hakkı hatta
vazifesi olarak görmeye başlayarak, kendi haddini aşması,
diğer insanlara zulüm, yani hemcinsine zulüm olarak
tahakkuk edebilir. Yine benzer bir şekilde kendisi verdiği
kararlar, ortaya çıkardığı (putperestlik gibi) pratiklerle
insan onuruna yakışmayan bir durum da ortaya çıkarabilir.

27. İnsan, başkalarından önce kendi kendisine
zulmetmemesi için neye ihtiyaç duyar?
Cevap: İnsanın başkalarından önce kendi kendisine
zulmetmemesi için Cenab-ı Hakk’ın hidayetine ihtiyacı
vardır. Cenab-ı Hakk’ın hidayeti, en temel tercihlerden
başlayarak insanın karşı karşıya kaldığı karar verme
aşamalarında, doğru karar vermesi hususunda önünü,
dolayısıyla aklını aydınlatır.

28. İnsanın eşref-i mahlûkat olmasıyla Allah’in isimlerinin
nasıl bir alakası vardır?
Cevap: İnsan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelligahıdır.
İnsanın hayatında Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları
tecelli eder. Bu sebeple de insan, varlıkların en şereflisidir;
eşref-i mahlûkattır. İnsan yine bu sebeple, kendi başına,
kendinde değerlidir; varlık, her şey, onda ve onunla
anlamını bulur.

29. İnsanda en değerli olan parça nedir?
Cevap: İnsanda en değerli olan, Hakk’ın nazargâhı olan
kalbidir.

30. İrade özgürlüğü nedir?
Cevap: İnsanın hür olması, irade özgürlüğü olarak ifade
edilir. İrade özgürlüğü, genel olarak, insanın hangi fiili
yapacağına ve neyi tercih edeceğine kendisinin karar
verebilmesi imkânı olarak tanımlanabilir.

31. İrade hürriyeti farklı görüşe mensup İslâm
toplumlarında nasıl kabul edilmiştir?
Cevap: İnsanın özgürlüğü, irade hürriyetine sahip olduğu,
bütün Müslümanlar tarafından, hatta cebriye olarak
isimlendirilen mezhep ve görüş sahipleri tarafından da,
teorik olmasa bile yaşadıkları hayat içinde, pratik olarak
kabul edilmiştir. Mesele özgürlüğün sadece bir irade
hürriyeti mi, yoksa bunda daha fazla bir içeriği mi olup
olmadığı noktasındadır.

32. İslâm ahlâkında vazifenin nasıl bir önemi vardır?
Cevap: İslâm ahlâkında vazife çok önemlidir. Ancak
vazife dışarıdan insana yüklenen bir “mecburiyet” değil,
insanın kendisinde bulunan hayr hissinin etkinleşmesi ve
insanın kendisini gerçekleştirmesi yönünde bir görev
üstlenmesidir. Çünkü hürriyet, Müslüman olmanın, daha
doğrusu insanın gerçekleştirdiği fiillerin ahlâki değer
taşıması ve sorumluluğu için zorunludur. İslâm ahlâkında
vazife, hürriyeti nefy etmeden (olumsuzlamadan), hürriyet
de vazifeyi nefy etmeden muhafaza edilmiştir.

33. Mutlak özgürleşmenin gerçekleşmesi sözkonusu
mudur?
Cevap: Kısaca insan ihtiyaç sahibi ve bu ihtiyaçlarına
bağımlı bir varlıktır. Bağımlı varlık, özgür değildir.
İnsanın özgürleşebilmesi için, bağımlılıklarından
kurtulması gerekir. O halde özgürleşmenin yolu,
ihtiyaçları azaltmaktır. Bir insanın ihtiyacı ne kadar az ise,
o kadar özgürdür. İnsanın bütün ihtiyaçlarından veya
ihtiyaçlarının tamamından kurtulması mümkün olmadığı
için, mutlak bir özgürlük mümkün değildir. İnsan sadece
ihtiyaçlarını azaltabilir; asgariye indirebilir.

34. İnsanın hukukî yaptırıma maruz kalmaması nasıl
sağlanabilir, aksi takdirde nasıl bir yaptırım sözkonusu
olabilir?
Cevap: Her bir insan çevresinde kendisine iyi ve doğruyu
hatırlatacak birilerine ihtiyaç hisseder. Bu hatırlatma
bazen yaptırım şeklinde de ortaya çıkar. Mesela “eline
sağlam” olmayan birisinin bu özelliği bilindiği takdirde,
etrafındaki insanlar tarafından güvensizlikle karşı karşıya
kalır ve kendisine bazı şeylerin emanet edilmesi söz
konusu olduğunda şüpheyle karşılaşır. Birilerinin şüpheli
tavırlarına maruz kalmak ve bu şüpheyle yaşamak zorunda
kalmak, bir yaptırım şeklidir. Ayrıca ahlâki alanda dikkate
alınmayan birçok kural da, hukukun alanına girmektedir
ki, ahlâk alanındaki dikkatsizlik veya ihlaller hukuki
sonuçlar da doğurabilmektedir.

35. İnsan ihtiyaç duymaksızın yaşayabilir mi?
Cevap: İnsan bir “mahlûk” (yaratılmış) olması hasebiyle
muhtaç bir varlıktır. Muhtaç olmayan tek varlık Allah
Teala’dır. Her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç
değildir. İnsan hayatının her döneminde muhtaç, ihtiyaç
sahibi bir varlıktır. Bu ihtiyaç fiziki/biyolojik olduğu
kadar manevi cihette de mevcuttur. İnsan, tabii çevreye,
insanlara muhtaçtır; bunun da ötesinde bütün insanlar
Cenab-ı Hakk’a muhtaçtır. Cenab-ı Hakk’a olan ihtiyaç,
sadece mahlûk olmak cihetinden değil, ahlâki bir varlık
olarak belirli bir hayat düzeni kazanma sürecinde de söz
konusudur. İnsan Cenab-ı Hakk’ın hidayetine muhtaçtır.

36. İnsanın muhtaç bir varlık olduğu hayata nasıl yansır?
Cevap: İnsanın muhtaç bir varlık olmasını, doğumundan
itibaren hayatını takip ederek daha yakından görebiliriz.
İnsan doğduğu andan itibaren nefes almaya, gıdaya ve
korunmaya, elbise ve konuta muhtaçtır. Bunların yanında
kendisini himaye edecek insanlara, kendisine dili
öğretecek, daha doğrusu bütün boyutları ve içeriği ile
yaşamayı öğretecek insanlara muhtaçtır. Anne baba,
akrabalar, komşular, toplumdaki bütün kurumlar ve bu
kurumların işlerken tabi olduğu kurallar, her bir insanın
ihtiyaçları arasında bulunmaktadır. Aslında insanın
ihtiyaçları oldukça fazladır. Bunların hepsini saymak
neredeyse mümkün değildir. Kısaca insanın bir bedene,
bedenin canlılığını muhafaza edebileceği fiziki bir
çevreye, kendisini sıradan bir canlı olmaktan çıkarıp insan
olarak yetiştirecek insani bir çevreye ihtiyacı vardır. İnsan
bunlar olmadan varlığını sürdüremez.

37. Ahlâkî şuur açısından bir Müslüman, ihtiyaç sahibi
olmasını nasıl değerlendirmelidir?
Cevap: İnsanın ahlâki şuuru açısından muhtaç bir varlık
olduğunun farkında olması ve kendisini “müstağni”
görerek, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi bir zanna
düşmemesi gerekir.

38. Ahlâkî açıdan “fayda” neden gerekli olan bir
kavramdır?
Cevap: Vazife ile hürriyet arasındaki dengenin muhafaza
edilebilmesi için vazifenin içeriğinin bir “fayda”
boyutunun olması gerekir. Vazife, fayda esasında değil,
fayda, vazifeyi yerine getirmenin bir neticesi olarak
gerçekleşmelidir. O zaman vazife, faydayı sağlar.
Böylelikle, vazifeyi sırf hayr (iyi) olduğu için yapabilecek
olgunluğa henüz ulaşamamış insanlar da, onu ifa etmenin
ne gibi faydalar sağladığını, en azından başka insanlarda
görerek öğrenip ve bu cihetten faydayı düşünen insanların
da vazifeye talip olması mümkün olabilir.

39. Hayrın aslında varlığı muhafaza etme anlamıyla
mutlak faydayı içermesi nasıl sözkonusu olur?
Cevap: Zaten hayır da esas itibariyle varlık ile irtibatlı
olduğu ve mutlak hayrın varlık olduğu dikkate alındığı
takdirde, hayrın aslında varlığı muhafaza etme anlamıyla
mutlak faydayı içerdiği de ortaya çıkar. İslâm dininde
mesela mekasidü’ş-şerî’a olarak ifade edilen beş maksad,
esas itibariyle hep “muhafaza”ya işaret eder. Bunlar aklı
muhafaza, dini muhafaza, nesli muhafaza, nefsi muhafaza
ve nihayet malı muhafazadır. Dikkat edilecek olursa dinin
amaçları olarak belirlenmiş olan ilkelerin hepsi, elde olanı
muhafaza etme ve güçlendirip geliştirmeye matuftur. Bu
durum hayr veya iyinin İslâm ahlâkı tarafından
belirlendiği haliyle, sadece formel bir talep olmayıp, çok
güçlü formel bir kısmı/ciheti olmakla birlikte, insanların
hakiki menfaatlerini muhafaza eden bir muhtevasının da
olduğu ortaya çıkmaktadır.

40. Ahlâk ilminde, en temel kavramlar olan “iyi” ve
“kötü”nün nasıl bir yeri vardır?
Cevap: İyi ve kötü, ahlâkın en temel kavramlarıdır. İyi ve
kötü kavramları olmadan, ahlâktan bahsedilemez. Zaten
davranışın düzeni olarak ahlâk, davranışları iyi ve kötü
olarak tasnif eder; bunlar arasında “en iyi” veya “en
yüksek iyi” ile “ikinci ve üçüncü dereceden iyi”;
“kendinde iyi” ve “başka bir şey için iyi” gibi tefriklerle
birlikte, insanın tercihlerinde bir düzen oluşturması imkânı
sağlanır.

41. “İyi” ve “kötü” kavramları, Arapça’da hangi
kelimelerle ifade edilir?
Cevap: Türkçe’de iyi ve kötü olarak ifade ettiğimiz
kavramlar Arapça’da birden çok kelime ile ifade
edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “birr”, “hasene”, “maruf”
gibi tabirler iyiyi ifade etmek için “ism”, “seyyie”,
“münker” gibi tabirler de kötüyü ifade etmek için
kullanılmıştır.

42. “İyi” ve “kötü” kavramları farklı ilim dallarında
hangi ifadelerle kullanılmıştır?
Cevap: Ahlâk alanında telif edilmiş olan eserlerde iyi ve
kötü için çeşitli terimler kullanılmıştır. Hadis eserlerinde
belirli bir terminoloji kullanmak yerine, hadislerde geçen
kelimelerin daha fazla dikkate alınması, bu eserlerin
rivayet özelliği ile doğrudan alakalıdır. Buna karşılık
kelam eserlerinde mesele daha çok “hüsün ve kubuh”
meselesi olarak ele alınmış; ama duruma göre hayır ve şerr
de kullanılmıştır. Özellikle akide kitaplarında iyi ve kötü
için kullanılan tabirler “hayır ve şerr”dir. Fakihler teorik
tartışma yapmadıkları zaman daha çok “helal” ve “haram”
ve bunlarla irtibatlı olan diğer tabirleri kullanmakla
birlikte, bu kavramların teorik müzakeresini yaptıkları
Fıkıh usulü eserlerinde meseleyi “hüsün ve kubuh”
tabirleri ile ele almışlardır. Buna karşılık felsefede daha
çok “hayr” ve “şerr” kullanılmıştır.

43. Dinin iradesi dış etkilere, dönemsel değişikliklere ve
insanların etkisine açık mıdır?
Cevap: Cenab-ı Hakk tarafından görevlendirilen
Peygamberler tarafından insanlara öğretilen ve O’nun
iradesini ifade eden din, bütün insanları aşan ve onları
önceleyen, dolayısı ile onların ahlâklı olarak/belirli bir
davranış düzenine bağlı bir şekilde varlıklarını
sürdürmelerini sağlayan külli/evrensel merci olmaktadır.
Bu irade, insanların tasarrufu altında olmadığı için onların
anlık ve dönemlik meyilleri ve çıkarlarının tesirine
kapalıdır; herkes için ve insanüstü bir merci tarafından
verilen kurallar, insanların makul bir şekilde, hüsn-i
ihtiyarları ile bizzat hayırlara/yani varlık ve varoluşu
muhafaza ve ikmal etmeye sevk etmektedir.