İbn Hazm şöyle demektedir: “Erdemler ile erdemsizlikler (el-fedâil ve’rrezâil, faziletler ve reziletler), ibadetler ile günahlar (et-ta’ât ve’l-me’âsî) arasında nefsin nefret etmesi ile ünsiyet kurmasından/alışmasından başka bir ilişki yoktur. Mutlu (sa’îd) kişi, nefsini erdemlere ve ibadetlere alıştıran, onları sevdiren; erdemsizliklerden ve günahlardan uzaklaştıran, nefret ettiren kişidir. Mutsuz (şakî) kişi ise nefsini erdemsizliklere ve günahlara alıştıran, onları sevdiren; erdemlerden ve ibadetlerden uzaklaştıran ve onlardan nefret ettiren kişidir.” (İbn Hazm, 2009, s. 48).
İbn Hazm’ın bu ifadelerinde faziletleri kazanma ve reziletlerden de uzak durmanın nihai olarak insanın bunlara alışarak bunlarla arasında bir yakınlığın oluşmasına bağlı olduğunu ifade etmektedir. Burada verilen cevap aynı zamanda nasıl faziletli olunur sorusunun da cevabıdır. Kısaca ilk bakışta faziletler, insanın iyi davranışları tekrar tekrar işleyerek alışmaları yoluyla kazanılır. Buradan faziletli olmanın insanın kendi gayreti ile elde ettiği bir nitelik olduğu kolayca anlaşılabilir.
Ancak burada “alışma” olarak tercüme edilen kelime “ünsiyet”tir. Ünsiyet alışkanlıktan öte, insanların birbirleri ile olan irtibatlarını, bağımlılıklarını fark ederek, bunu şuurlu bir bağ haline getirmelerini ifade eder. İnsanlar arasındaki ünsiyetin ortaya çıkması, nefretin tam zıddıdır; insan tabiatında olanın, ona uygun bir şekilde ve onu güçlendirerek etkin olmasıdır.
Daha önce bahsettiğimiz Kınalızâde Ali Efendi de benzer bir şekilde insanın faziletleri kazanma ve erdemli bir hayat sürmesini, kendisinde bulunan tabii imkanları geliştirmesine bağlamaktadır. Kınalızade meseleyi ele alırken, psikoloji ile ahlak arasında bir irtibat kurmakta; insanın biyolojik ve psikolojik gelişimi ile ahlaki gelişimi arasındaki irtibatı keşfederek, bunun üzerinden ahlak eğitimine de bir yol bulmaktadır. Bu irtibatı biz kısaca, biyolojik ve psikolojik gelişimin ahlaki gelişime esas teşkil ettiğini ve bunların birlikte düşünülmesi gerektiği şeklinde ifade edebiliriz. Şimdi bunu kısaca ele alarak, faziletleri kazanmanın, erdemli olmanın nasıl bir süreç olduğunu, Kınalızade’nin açıklamalarını da dikkate alarak, tahlil edelim.
Daha önce de gördüğümüz gibi insan yavrusu dünyaya geldiği zaman sadece bir “imkanlar” veya “kabiliyetler” toplamıdır. Ne konuşmayı bilir, ne okumayı ne de yazmayı; ne yürümeyi, ne kızmayı, ne gülmeyi, ne de sevinmeyi ve sevincini ifade etmeyi. Bunlar gibi özellikler insanda zamanla ortaya çıkar. İnsanda ortaya çıkan bütün özelliklerin iki tane kaynağı vardır. Bunlardan birisi tabiat, ikincisi ise sına’attir. Kınalızade şöyle ifade eder:
“Hikmette mukarrer olmuştur ki kemâlata müeddi olan harekâtın mebâdisi ve esbâbı iki nev’dir: Biri tabi’at, biri sın’at (sanat).” (Kınalızade, 2007, s. 149).
Tabiata misal olarak nutfeyi (embriyo) verir. Nutfenin gelişimi tabiatında olanın, uygun şartlarda etkin olmasından ibarettir. Nutfenin kemaline ulaşması, canlılığını muhafaza ederek dünyaya gelmesinden ibarettir. Dünyaya geldikten sonra da tabiatı etkinliğini sürdürür ve belirli bir yaşa gelinceye kadar bu bedensel gelişme olarak gerçekleşir. Bedensel gelişmede insanın müdahelesine gerek yoktur. Sadece şartların uygun olması, uygun gıdaların alınması, insanın canlı olarak varlığını ve gelişimini sürdürmesi için yeterlidir.
Sun’ ise kendiliğinden değil, insanın müdahelesi ve şekillendirmesi ile gerçekleşir. Buna misal olarak ağaç parçaları verilebilir. Ağaç parçaları kendi başlarına bırakıldıkları zaman, neyse o olarak kalırlar. Onlardan bir “şey” olabilmesi için, bir elin müdahele etmesi gerekmektedir. Bir el, yani insan ağaç parçalarına belirli bir şekil vererek, ondan masa, sandalye ve başka şeyler yapar. Sadece orada duran ağaca göre masa ve sandalye gibi bir alet, veya bir sanat eseri haline gelmiş ağaç, daha mükemmeldir. Ancak bu kemal ağaca sonradan verilmiştir. Kısaca ağaç kemalini insanın sun’una borçludur. İnsanda insani nefs zamanla etkin olurken, bazı nitelikleri de kazanmaya başlar. Bu niteliklerin hiçbirisi tabii değildir; hepsi öğrenme yoluyla kazanılır. Bu süreçte insan yeme ve içme gibi ihtiyaçları ile kendisini savunma ihtiyacını tabii olarak hissetse de, bunun ötesindeki ihtiyaçlarını, özellikle insan olarak yaşarken onun hayatına bir mana katan boyutu tabii olarak kavrayamaz. Bunların başında haya gelir. Haya duygusu insanda iyi ve kötüyü temyiz etme aşamasında, kendisinin iyiye yatkın olmasına bağlı olarak, kötüden uzak durma eğilimi olarak ortaya çıkar. Eğer bu eğilim terbiye edilmezse, aşırılıklar ortaya çıkar. Benzer bir şekilde yeme içme gibi ihtiyaçlarını karşılama söz konusu olduğunda ve kendisini savunma gerektiğinde bunları rastgele ve keyfi bir şekilde değil belirli bir düzen içinde karşılaması, tabii değildir; insan bunların hepsini sonradan öğrenir.
İnsanın hayatı nebati (bitkisel) ve hayvani nefsinin ihtiyaçlarını belirli bir düzen içerisinde, yani ne az ne de fazla; ne kendisini yok edecek kadar ihmal eden, ne de başkalarına zarar vermeden, orta yolu bularak karşılaması, onun belirli bir ahlaki düzene göre yaşadığını gösterir. Çocukların yetişirken bunu kendi ebeveyinlerinden (anne ve babalarından) görerek ve onların hayatına iştirak ederek, yukarıda ifade edildiği gibi, müşahede yoluyla öğrenmeleri önem arz etmektedir. Önemli olan çocukların zaman zaman iyi fiiller gerçekleştirmeleri değil, iyi fiilleri gerçekleştirmeyi bir tür ikinci tabiat haline getirmeleridir. Eğer bir insanda iyi fiiller, artık düşünmeye gerek kalmadan gerçekleşiyorsa, o insanda iyiliğin ve faziletlerin bir meleke haline geldiği söylenir. Daha başka bir ifade ile iyi ve ahlaklı bir insan kötülüğü düşünüp, isteyemez; hep iyiliği ister ve verdiği kararlar da hep iyiliğin gerçekleşmesi yönündedir. Faziletler, erdemler onda meleke haline gelmiştir. Ahlak ilminden amaç ta, insanda iyi fiilleri yapma, kötü fiillerden de uzak durmanın [b]meleke[/b] haline gelmesinin yolunu ortaya koymadır.
Ancak iyi davranmaya alışmak ile iyiliğin insanda meleke haline gelmesi arasında önemli bir fark vardır. Alışkanlıkta irade yoktur; insan bir anlamda ne yaptığını ve niçin yaptığını bilmeyebilir. Melekede ise durum daha farklıdır: insan neyi niçin yaptığını bilir ve bu yaptığını bilerek ve isteyerek yapar. Sadece faziletlerin kendisinde meleke olduğu insan bunları terk etmeyi isteyemez; terk etmeyi istemez. Burada kısaca alışkanlık ile meleke arasındaki temel farkın, melekenin iradeye bağlı olduğu; buna karşılık alışkanlığın iradeyi devre dışı bırakmasıdır. Bu sebeple meleke sahibi insanda iyilik etkin olurken, onu yeni şeyler yapmaktan; daha önce bilinmeyen kararlar almaktan alıkoymaz. Buna karşılık alışkanlıklar, yenilikler karşısında kördür; alışkanlıkları ile yaşayan insanlar, yeni şeyler geliştiremeyecekleri gibi, yeni durumlarda da bocalarlar.
İslâm Ahlâkında niyet ve amel yani eylem arasında derin bir ilişki vardır. Aynı şekilde sorumluluk ve özgürlük arasında da benzer bir bağlantıdan söz edilebilir. Daha önce ahlâk-varlık-bilgi arasındaki ilişkinin imanın tesisi olduğunu; adalet ile tevhidin birbirini gerektirdiğini söylemiştik. Dolayısıyla ruhun ahengi ve nefsin itkilerinin dengesi için iman zorunlu ibredir.
Habisliği/erdemsiz eylemleri tekrar etmenin cezası –en iyi ihtimallekişinin olduğu gibi kalmasıdır (kalplerin mühürlenmesi). Hak ile batılı, ilahi kelam ile insanî kelamı birbirinden ayıramama durumudur kalbin mühürlü olması. Böyle olunca da kişinin, ahlâki bakımdan küçülmesi oldukça anlaşılır bir durumdur. İman, Tanrı’ya inancın erdemi olarak görülebilir. İman, inananlar arasında kişiyi, güven ve sorumluluk yoluyla bağlar. İmanı kısaca Allah’a güven olarak ifade edersek, bu, erdemi ve güveni kendinde barındırır. İnanan, güvenilir de olmalıdır. Böylece iman eyleminden ahlâkı ayırmak mümkün değildir. Toplumsal yönünü de dikkate aldığımızda inanılan Varlığın, Allah’ın sınırları toplumda hukuk olarak görülür. Bireyde ise ahlâk ve erdem olarak tecessüm eder.
|