ihtiyaç nedir?

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
ihtiyaç nedir?
« : 29 Ocak 2018, 16:14:21 »
İnsan bir “mahlûk” (yaratılmış) olması hasebiyle muhtaç bir varlıktır. Muhtaç
olmayan tek varlık Allah Teala’dır. Her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye
muhtaç değildir. İnsan hayatının her döneminde muhtaç, ihtiyaç sahibi bir
varlıktır. Bu ihtiyaç fiziki/biyolojik olduğu kadar manevi cihette de
mevcuttur. İnsan, tabii çevreye, insanlara muhtaçtır; bunun da ötesinde bütün
insanlar Cenab-ı Hakk’a muhtaçtır. Cenab-ı Hakk’a olan ihtiyaç, sadece
mahlûk olmak cihetinden değil, ahlâki bir varlık olarak belirli bir hayat
düzeni kazanma sürecinde de söz konusudur. İnsan Cenab-ı Hakk’ın
hidayetine muhtaçtır.

İnsanın muhtaç bir varlık olmasını, doğumundan itibaren hayatını takip
ederek daha yakından görebiliriz. İnsan doğduğu andan itibaren nefes
almaya, gıdaya ve korunmaya, elbise ve konuta muhtaçtır. Bunların yanında
kendisini himaye edecek insanlara, kendisine dili öğretecek, daha doğrusu
bütün boyutları ve içeriği ile yaşamayı öğretecek insanlara muhtaçtır. Anne
baba, akrabalar, komşular, toplumdaki bütün kurumlar ve bu kurumların
işlerken tabi olduğu kurallar, her bir insanın ihtiyaçları arasında
bulunmaktadır. Aslında insanın ihtiyaçları oldukça fazladır. Bunların hepsini
saymak neredeyse mümkün değildir.

Kısaca insanın bir bedene, bedenin canlılığını muhafaza edebileceği fiziki
bir çevreye, kendisini sıradan bir canlı olmaktan çıkarıp insan olarak
yetiştirecek insani bir çevreye ihtiyacı vardır. İnsan bunlar olmadan varlığını
sürdüremez. Ancak insanın bütün bunların ötesinde, kendisini ve bütün bu
karşılıkları ile birlikte ihtiyaçlarını da yaratan Cenab-ı Hakk’ın bütün bunları
mümkün kıldığının farkında olmaya da ihtiyacı vardır. Bunun da ötesinde her
şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Cenab-ı Hakk’ın hidayetine de ihtiyacı
vardır. Bu ihtiyaç özellikle insanın verili şartların ötesine geçip, kendisinde
bulunan ihtiyarı, yani hayırlı olana yatkınlığı, daha da güçlendirip geliştirmek
ve kendi varoluşunu mükemmelleştirmesi cihetinde ortaya çıkmaktadır.

İnsanın ahlâki şuuru açısından muhtaç bir varlık olduğunun farkında
olması ve kendisini “müstağni” görerek, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi bir
zanna düşmemesi gerekir. Çünkü insanın kendi kendine yeterli bir varlık
olduğu yanılgısı, bu düşünceye sevkeden her ne ise o esasın dışındaki bütün
varlık karşısında nefyedici bir tavra esas teşkil etmekte; bunun neticesinde
bütün insanlık için büyük facialar ortaya çıkmaktadır. Son iki dünya savaşına
bakılacak olursa, bunların gerisinde böyle bir yanılgının olduğu fark
edilebilir. Kendi başına yeterli olduğunu ve başka insanlara ihtiyaçları
olmadığını düşünen insanlar, kendi arzuları önünde engel olarak gördükleri
diğer devlet ve milletleri yok etmeyi düşünebilmektedirler. Zamanımızda
ortaya çıkan ırkçı ve bölücü hareketlerin gerisinde bir insan grubunun şu veya
bu şekilde “kendi kendilerine yeterli oldukları” gibi bir yanılgı
bulunmaktadır.

Hâlbuki her bir insan ve her bir insan grubu diğerine muhtaçtır ve her biri
diğerini muhafaza ederek, diğerinin de hayrını dikkate alarak kendi varlığını
ve geleceğini temin edebilir. İyi davranışları ifade etmek için kullanılan
“salih amel” kavramı da, her şeyden önce insanı insan olarak, tabiatı tabiat
olarak, mü’mini de mü’min olarak inşa ve muhafaza eden fiilleri ifade
etmektedir. Salih amelden gelen “sulh” kelimesi de, yaygın olarak tercüme
edildiğinden farklı olarak sadece “barış” anlamına gelmez, bunun ötesinde
aktif bir varoluş şeklini, aktif bir şekilde varlığı muhafaza ve geliştirmenin
tayin edici ilke olduğu düzeni ifade eder.

İnsanın hayatını devam ettirmesi için diğer insanların desteğine ihtiyacı
vardır. Bu sebeple İslâm ahlâkında öncelik esas itibariyle diğer insanların
haklarının gözetilmesine verilmiştir. Bir insanın kendisine karşı yapılan
haksızlığı affetmesi bir yücelik, buna karşılık, başka bir insana karşı
yapılan haksızlığı bağışlaması veya hoşgörmesi, görmemezlikten gelmesi
ahlâk dışı veya kötü ahlâk örneği, hatta onun hesabına kötü bir fiil
olarak kabul edilmiştir. Zulme rıza, zulüm olarak görülmüştür. İnsanın
diğer insanların desteğiyle varlığını sürdürmesi, asli bir durumdur. Bu
sebeple insanlara yardım etme (isti’ane, dayanışma) İslâm ahlâkının mühim
kavramlarından biridir. Bu kavram Müslümanların teşkil ettiği bütün
toplumlarda teşkilatlanma ilkesidir. Orta Asyalı büyük âlim Azizüddin enNesefi
tarafından insan-ı kâmilin en önemli vazifesi olarak sayılmıştır.

İnsanın diğer insanların desteğine bağımlı olması, insanlar tarafından
kolayca unutulabilmektedir. Bunun unutulmaması ve hep canlı, bir şuur
halinde tutulması oldukça önem arz etmektedir. Bu şuur halini şu şekilde
özetleyebiliriz. “Ben, sen olmandan varlığımı sürdüremem. O halde, seni
muhafaza etmem, seni korumam, benim kendi varlığımı devam ettirebilmemin
ön şartıdır. Ve bu benim asli vazifemdir.” İnsan yüzeysel olarak
bakınca, sanki diğer insanlarla varoluşsal bir irtibatı yokmuş gibi bir intibaya
kapılabilir. İslâm ahlâkında aile, komşu, akraba ilişkileri ile ilgili temel
kurallara baktığımızda, bunların esasında onlarla mevcut olan varoluşsal
irtibatın canlı tutulmasının, “harsın (kültür) ve neslin” muhafazasının da,
diğer kurallarla irtibatlı olduğunu görebiliriz. İslâm ahlâkı, insani varoluşu
devam ettirmek ve geliştirmek için insanın zaten yapması gereken şeylerin
ta’ayyünü ve insanlığa öğretilmesinden ibarettir.

Demek oluyor ki insanın sahip olduğu imkânlar, bağlar ve bağlılıklar
kendileri ile birlikte, insanlara bazı vazifeler de getirirler. Vazifeler,
insanların imkânlarının bir fonksiyonu gibidir ve farkında olunan vazifeler,
insanların sorumluluklarını belirler. İmkânlar keyfi olarak kullanılamaz.
İslâm ahlâkının diğer bir temel kavramı o zaman vazife ve bununla ilgili
sorumluluk olarak ta’ayyün etmektedir.

Nihayet her bir imkân kadar her bir fiil de, kendisi ile birlikte bazı
neticeler ortaya çıkarır. Herhangi bir neticesi olmayan herhangi bir fiil
olmayacağı için, fiilleri neticeleri ile birlikte düşünmek gerekmektedir. Bazı
fiiller, övgüye, bazıları da yergiye konu olur. Övgü ve yerginin güçlü
ifadeleri, mükâfat ve ceza olarak isimlendirilmektedir.