İnsan bir “mahlûk” (yaratılmış) olması hasebiyle muhtaç bir varlıktır. Muhtaç olmayan tek varlık Allah Teala’dır. Her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. İnsan hayatının her döneminde muhtaç, ihtiyaç sahibi bir varlıktır. Bu ihtiyaç fiziki/biyolojik olduğu kadar manevi cihette de mevcuttur. İnsan, tabii çevreye, insanlara muhtaçtır; bunun da ötesinde bütün insanlar Cenab-ı Hakk’a muhtaçtır. Cenab-ı Hakk’a olan ihtiyaç, sadece mahlûk olmak cihetinden değil, ahlâki bir varlık olarak belirli bir hayat düzeni kazanma sürecinde de söz konusudur. İnsan Cenab-ı Hakk’ın hidayetine muhtaçtır.
İnsanın muhtaç bir varlık olmasını, doğumundan itibaren hayatını takip ederek daha yakından görebiliriz. İnsan doğduğu andan itibaren nefes almaya, gıdaya ve korunmaya, elbise ve konuta muhtaçtır. Bunların yanında kendisini himaye edecek insanlara, kendisine dili öğretecek, daha doğrusu bütün boyutları ve içeriği ile yaşamayı öğretecek insanlara muhtaçtır. Anne baba, akrabalar, komşular, toplumdaki bütün kurumlar ve bu kurumların işlerken tabi olduğu kurallar, her bir insanın ihtiyaçları arasında bulunmaktadır. Aslında insanın ihtiyaçları oldukça fazladır. Bunların hepsini saymak neredeyse mümkün değildir.
Kısaca insanın bir bedene, bedenin canlılığını muhafaza edebileceği fiziki bir çevreye, kendisini sıradan bir canlı olmaktan çıkarıp insan olarak yetiştirecek insani bir çevreye ihtiyacı vardır. İnsan bunlar olmadan varlığını sürdüremez. Ancak insanın bütün bunların ötesinde, kendisini ve bütün bu karşılıkları ile birlikte ihtiyaçlarını da yaratan Cenab-ı Hakk’ın bütün bunları mümkün kıldığının farkında olmaya da ihtiyacı vardır. Bunun da ötesinde her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Cenab-ı Hakk’ın hidayetine de ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç özellikle insanın verili şartların ötesine geçip, kendisinde bulunan ihtiyarı, yani hayırlı olana yatkınlığı, daha da güçlendirip geliştirmek ve kendi varoluşunu mükemmelleştirmesi cihetinde ortaya çıkmaktadır.
İnsanın ahlâki şuuru açısından muhtaç bir varlık olduğunun farkında olması ve kendisini “müstağni” görerek, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi bir zanna düşmemesi gerekir. Çünkü insanın kendi kendine yeterli bir varlık olduğu yanılgısı, bu düşünceye sevkeden her ne ise o esasın dışındaki bütün varlık karşısında nefyedici bir tavra esas teşkil etmekte; bunun neticesinde bütün insanlık için büyük facialar ortaya çıkmaktadır. Son iki dünya savaşına bakılacak olursa, bunların gerisinde böyle bir yanılgının olduğu fark edilebilir. Kendi başına yeterli olduğunu ve başka insanlara ihtiyaçları olmadığını düşünen insanlar, kendi arzuları önünde engel olarak gördükleri diğer devlet ve milletleri yok etmeyi düşünebilmektedirler. Zamanımızda ortaya çıkan ırkçı ve bölücü hareketlerin gerisinde bir insan grubunun şu veya bu şekilde “kendi kendilerine yeterli oldukları” gibi bir yanılgı bulunmaktadır.
Hâlbuki her bir insan ve her bir insan grubu diğerine muhtaçtır ve her biri diğerini muhafaza ederek, diğerinin de hayrını dikkate alarak kendi varlığını ve geleceğini temin edebilir. İyi davranışları ifade etmek için kullanılan “salih amel” kavramı da, her şeyden önce insanı insan olarak, tabiatı tabiat olarak, mü’mini de mü’min olarak inşa ve muhafaza eden fiilleri ifade etmektedir. Salih amelden gelen “sulh” kelimesi de, yaygın olarak tercüme edildiğinden farklı olarak sadece “barış” anlamına gelmez, bunun ötesinde aktif bir varoluş şeklini, aktif bir şekilde varlığı muhafaza ve geliştirmenin tayin edici ilke olduğu düzeni ifade eder.
İnsanın hayatını devam ettirmesi için diğer insanların desteğine ihtiyacı vardır. Bu sebeple İslâm ahlâkında öncelik esas itibariyle diğer insanların haklarının gözetilmesine verilmiştir. Bir insanın kendisine karşı yapılan haksızlığı affetmesi bir yücelik, buna karşılık, başka bir insana karşı yapılan haksızlığı bağışlaması veya hoşgörmesi, görmemezlikten gelmesi ahlâk dışı veya kötü ahlâk örneği, hatta onun hesabına kötü bir fiil olarak kabul edilmiştir. Zulme rıza, zulüm olarak görülmüştür. İnsanın diğer insanların desteğiyle varlığını sürdürmesi, asli bir durumdur. Bu sebeple insanlara yardım etme (isti’ane, dayanışma) İslâm ahlâkının mühim kavramlarından biridir. Bu kavram Müslümanların teşkil ettiği bütün toplumlarda teşkilatlanma ilkesidir. Orta Asyalı büyük âlim Azizüddin enNesefi tarafından insan-ı kâmilin en önemli vazifesi olarak sayılmıştır.
İnsanın diğer insanların desteğine bağımlı olması, insanlar tarafından kolayca unutulabilmektedir. Bunun unutulmaması ve hep canlı, bir şuur halinde tutulması oldukça önem arz etmektedir. Bu şuur halini şu şekilde özetleyebiliriz. “Ben, sen olmandan varlığımı sürdüremem. O halde, seni muhafaza etmem, seni korumam, benim kendi varlığımı devam ettirebilmemin ön şartıdır. Ve bu benim asli vazifemdir.” İnsan yüzeysel olarak bakınca, sanki diğer insanlarla varoluşsal bir irtibatı yokmuş gibi bir intibaya kapılabilir. İslâm ahlâkında aile, komşu, akraba ilişkileri ile ilgili temel kurallara baktığımızda, bunların esasında onlarla mevcut olan varoluşsal irtibatın canlı tutulmasının, “harsın (kültür) ve neslin” muhafazasının da, diğer kurallarla irtibatlı olduğunu görebiliriz. İslâm ahlâkı, insani varoluşu devam ettirmek ve geliştirmek için insanın zaten yapması gereken şeylerin ta’ayyünü ve insanlığa öğretilmesinden ibarettir.
Demek oluyor ki insanın sahip olduğu imkânlar, bağlar ve bağlılıklar kendileri ile birlikte, insanlara bazı vazifeler de getirirler. Vazifeler, insanların imkânlarının bir fonksiyonu gibidir ve farkında olunan vazifeler, insanların sorumluluklarını belirler. İmkânlar keyfi olarak kullanılamaz. İslâm ahlâkının diğer bir temel kavramı o zaman vazife ve bununla ilgili sorumluluk olarak ta’ayyün etmektedir.
Nihayet her bir imkân kadar her bir fiil de, kendisi ile birlikte bazı neticeler ortaya çıkarır. Herhangi bir neticesi olmayan herhangi bir fiil olmayacağı için, fiilleri neticeleri ile birlikte düşünmek gerekmektedir. Bazı fiiller, övgüye, bazıları da yergiye konu olur. Övgü ve yerginin güçlü ifadeleri, mükâfat ve ceza olarak isimlendirilmektedir.
|