Gönderen Konu: Kaşağı - Ömer Seyfettin - Kitap özeti  (Okunma sayısı 4694 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı busegül

  • Süper Mega üye
  • *******
  • İleti: 20005
  • +360/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Allah birdir ve Muhammed (s.a.v.) onun elçisidir.
    • Uyanan Gençlik
Kaşağı - Ömer Seyfettin - Kitap özeti
« : 16 Ağustos 2012, 10:02:42 »
KAŞAĞI KİTAP KONUSU:
Ömer Seyfettin’in yazdığı bu kitapta, küçük bir çocuğun kardeşine attığı iftira, ve sonrasında gelen büyük bir pişmanlık anlatılıyor. Bu başarılı kitabı okurken, içiniz burkulacak, sonrasında ise büyük bir ders alacaksınız…

KAŞAĞI ÖZETİ:
Annem, İstanbul’a gittiği için küçük kardeşim Hasan, Dadaruh ve ben çok güzel vakit geçiriyorduk. Dadaruh babamın seyisiydi. Her sabah erkenden atların yanına giderdik. Atlara bayılıyorduk. Dadaruhla birlikte atlarla gezintiye çıkmak, sırtlarında dolaşmak çok zevkliydi. En eğlencesi ise kaşağı ile onları tımarlamak. Dadaruh onları o kadar güzel tımarlardı ki; tık… tıkıı… tık…

Hep özenmişimdir o tımarlama işine. Her seferinde Dadaruh’a ben de yapacağım, ben de istiyorum diye tuttursam da Dadaruh hep aynı şeyi söylüyordu: Boyun ata erişince sen de yapacaksın, daha çok küçüksün. Birkaç kere beni kucağına alarak yaptırmıştı, fakat onun gibi yapamıyordum, atlar hiç de güzel tepki vermiyordu.

Bir gün Hasanla Dadaruh gölün kenarına indiler. Fırsat mı o fırsat evde tekken hemen kaşağıyı aramaya koyuldum. Annemin İstanbul’dan getirdiği pırıl pırıl mükemmel kaşağıyı buldum. Hemen atların yanına indim. Karınlarına sürttüm. Ama beceremiyordum. Atlar tepinip duruyorlardı. Fark ettim ki kaşağının dişleri çok sivri, belki acıtıyor olabilir. Duvara sürtmeye başladım. Ama dişlerini mahvettim. Bozuldular, bir şeyler oldu. Çok sinirlendim. Öfkemi neyden çıkaracağımı bilemeyince, hemen az ilerideki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın üstüne koyup, irice bir taşla üstüne tüm gücümle vurup parçaladım. Sonra da atıp kaçtı. Artık Dadaruh’un zarar görmemesi için kullanmaya kıyamadığı kaşağı yoktu…

Babam ertesi sabah erkenden ahıra uğradı, ben yine ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçiyle duruyordu. Babam çeşmeden geçerken, parçalanmış kaşağıyı gördü. Dadaruh’u çağırdı, ona bağırdı. Dadaruh şaşkındı, bir şey bilmediğini söyledi. Gözler bana dönünce ben de Hasan yaptı diye bir iftira attım. Babam bağırarak Hasanı çağırdı. Kaşağıyı neden kırdın diye bağırdı. Hasan masumca kendini savundu, yapmadığını söyledi. Babam ona sormakta ısrar etti, Hasan da aynı şeyleri tekrarlayınca babam ona hızlı bir tokat attı. Hasan ağlayarak odasına çıktı. Artık dışarı çıkması yasaktı. Eve mahkum kalmıştı. Annem gelse de bir şey değişmedi. En sonunda Hasan üzüntüden ciddi bir hastalığa yakalandı…

Eve doktor geldi. “Kuşpalazı” diye bir hastalığa yakalandığını söyledi. Ertesi sabah hizmetçimiz Pervin’i ağlarken buldum. Neden ağladığını, kardeşimin iyi olacağını söyledim. “O iyi olmayacak, ölecek!” dedi. Ağlamaya başladım. Benim hatamdı. O gece içim rahat etmedi. İtiraf zamanı gelip çatmıştı. Gece Hasanın yanına gidecektim. Pervin’i uyandırıp olanları anlattım. Sonra da Hasanın yanına gideceğimi söyledim. Uyuyorlar yarın gidersin diyerek göndermedi.

Ertesi sabah uyanır uyanmaz hemen Hasanın yanına koştum. Ama zavallı, suçsuz kardeşim o gece benim iftiramın açtığı nedenle, ölüme kurban gitmişti.

KAŞAĞI KİTABINDAN:
Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul'a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan'la artık Dadaruh'un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, ihtiyar bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh'la beraber onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan ziyade, bizim hoşumuza gidiyordu. Hele tımar...

Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıpkı... tık... tık... tık... tıpkı bir saat gibi... yerimde duramaz:

    — Ben de yapacağım! diye tuttururdum.

O vakit Dadaruh, beni Tosun'un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,

    — Hadi yap! derdi.

Bu demir aleti hayvanın üstüne sürter, fakat o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.

    — Kuyruğunu sallıyor mu?
    — Sallıyor.
    — Hani bakayım?..

Eğilirdim, uzanırdım. Lakin atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

Her sabah ahıra gelir gelmez,

    — Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
    — Yapamazsın.
    — Niçin?
    — Daha küçüksün de ondan...
    — Yapacağım.
    — Büyü de öyle.
    — Ne vakit?
    — Boyun at kadar olduğu vakit.
    — .....

At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Halbuki en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının muntazam tıkırtısı Tosun'un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, "Höyt.." diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan'la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh'un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul'dan gönderdiği hediyeler içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun'un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.

    — Galiba acıtıyor? dedim.

Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca tekrar tecrübe ettim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul'dan gelen, ihtimal, Dadaruh'un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.

Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin'le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh'a haykırdı:

    — Gel buraya!

. . . . . .

Nefesim kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı meydana çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh:

    — Bilmiyorum, dedi.

Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan:

    — Hasan dedim.
    — Hasan mı?
    — Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
    — Niye Dadaruh'a haber vermedin?
    — Uyuyordu.
    — Çağır şunu bakayım.
    — .....

Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan'ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan'a dedi ki:

    — Eğer yalan söylersen seni döverim!
    — Söylemem.
    — Pekala, bu kaşağıyı niye kırdın?

Hasan, Dadaruh'un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak:

    — Ben kırmadım, dedi.
    — Yalan söyleme, diyorum.
    — Ben kırmadım.

Babam tekrar:

    — Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok fenadır, dedi.

Hasan, inkârında inat etti. Babam hiddetlendi. Üzerine yürüdü, "Utanmaz yalancı" diye yüzüne bir tokat indirdi.

    — Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin'le otursun! diye haykırdı.

Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde mahpustu. Annem geldikten sonra da affedilmedi. Fırsat düştükçe, "O yalancı" derdi babam. Hasan yediği tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. "Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?" derdi.

Ertesi sene annem, yazın gene İstanbul'a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan'a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını, tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. "Kuşpalazı" dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.

Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.

    — Niye ağlıyorsun? diye sordum.
    — Kardeşin hasta.
    — İyi olacak.
    — İyi olmayacak.
    — Ya ne olacak?
    — Kardeşin ölecek! dedi.
    — Ölecek mi?

Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin'in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan'ın hayali gözümün önüne geliyor, "İftiracı! İftiracı!" diye karşımda ağlıyordu.

Pervin'i uyandırdım.

    — Ben Hasan'ın yanına gideceğim, dedim.
    — Niçin?
    — Babama bir şey söyleyeceğim.
    — Ne söyleyeceksin?
    — Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
    — Hangi kaşağıyı?
    — Geçen seneki. Hani babamın Hasan'a darıldığını...

Lafımı tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin'e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni affedecekti.

    — Yarın söylersin, dedi.
    — Hayır, şimdi gideceğim.
    — Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni affeder.
    — Pekala!
    — Haydi şimdi uyu!
    — .....

Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin'i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı masum kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh'u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.

 

Voiser