Sorular ve Cevaplar => Edebiyat ve Hobi => Bilgi Bankası => Yazarlarımız => Konuyu başlatan: Leb-i Damla - 06 Ekim 2008, 22:32:58

Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Leb-i Damla - 06 Ekim 2008, 22:32:58
Meryem Aybike Sinan,
1975 yılında Malatya’da doğdu.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünden mezun oldu.
Mezuniyet tezini “Yavuz Bülent Bakiler’in Şiirleri Üzerine Bir İnceleme “ adlı çalışmasıyla verdi.
Öykü denemeleriyle edebi çalışmalarına başladı.
İlk öyküsünü orta okul yıllarında “Türkiye Çocuk Dergisi”nde yayımladı.
Ardından Türkiye Gazetesi Magazin ekinde hikayeler yazdı.
Akra FM ‘de bir çok denemesi yayımlandı.
Ülkü Ocakları Dergisi, Erguvan, Bu Ülke, Halka ve Olaylara Tercüman Gazetesi ,
Somuncu Baba dergisi, gibi yayın organlarında çeşitli hikaye ve denemeleri yayımlandı.
Halen Somuncu Baba Dergisinde düzenli olarak çocuklar için hikayeler kaleme alıyor.
Ak iller, Çankaya Yokuşu adında yayıma hazır iki roman denemesi bulunuyor.
Evli olup, Mehmet Kağan ve Bengisu adında iki çocuk annesidir.  


Sabah ola hayr ola  

Onlar gittiler...
Kır çiçeklerinin uzak vadilere sığındıkları gibi...Onlar da kendi küçük dünyalarına sığınıp, azaldılar, azaldılar. İşte böyle elleri, dilleri, belleri günah sularının arkından çıkmayan talihsizler ordusuna bıraktılar meydanı. Gönül bahçelerimizin şakayıklarınadır. İnşAllah seslenişim duyula ve gide şakayıkların menziline. Bu şu mahzun yüreğimin onlara seslenişidir:
Vakit gece...
Ruhum tedirgin. Kırgınım kaypak yürekli, kem sözlü, iki yüzlü insanlara... Perişanım.
Ötelerden anacığımın mahzun ve kederli sesi gelip buluyor kalbimin derinlerini. “Kızım, diyor... Sabır denen nazlı çiçeği takacaksın göğsüne. Her tarafıyla ucuzlamış, mahalle pazarlarında haraç mezat kimsenin yüzüne bakmadığı nice insan müsveddeleri tanıyacaksın tarihin görmediği. Sana bin bir yüzleriyle kimi zaman gülecek, kimi zaman adına kara çalacaklar. Arkandan bet yüzleriyle dudak bükecekler. Kendilerini başka başka gösterecekler temiz yürekli insanlara. Şaşırmayacaksın kızım, şaşırmayacaksın. Allah’a sığınacaksın, sadece O’na. Kalbinin tüm ayarlarını O'na kur, O'na yürü, O'na dön yüzünü. O'nun sonsuz adaletine güven...
Bet yüzlüler, kem gözlüler her zaman vardılar.
Her vakit olacaklar.
Alabildiğine...”


Gözlerimi bir an tüm dünyadan çekmek ve gitmek istiyor yüreğim...
Mahşeri andıran bir hüzün yağıyor üzerime. Kekremsi, buruk... Uzak ve unutulmuş duyguların kıyısında geziniyorum. Deruni bir şarkı çalıyor çok uzaklarda. Beni söylüyor gecenin hüznünde.Tüm yıldızlarını kaybeden yüreğimin utangaç rıhtımında derin bir melalin ayak sesleri var bu akşam. Alacakaranlık tüm kasvetiyle yağmalayıp geçiyor yüreğimin aydınlığını...
Nerden gelip nereye gidiyorum... Tüm güvendiğin dağlara neden kar yağardı ki? sorular zor... Cevaplar tedirgin, beklemek kordu. İçim dışım yanıyordu. Hangi dala tutunsam, hangi dağa yaslansam, hangi mevsimi beklesem kar yağıyordu...
Sulu sepken kar geliyordu dört yandan...
Ötelerden o ses tekrarlıyordu:
Bet yüzlüler, kem gözlüler her zaman vardılar.
Her vakit olacaklar...
Alabildiğine...


Sadakat içlenip sözlenmeyince duygular uçarı ve firari, kalbin rıhtımında. Saniyelik sevgiler, dakikalık sözler, saatlik tevazular, günlük inançlar, gecelik sevdalar, sabahlık gülüşler sarıyor hayatlarımızı. Kimsenin kimseyi sevdiği yok aslında. Biz diyen, kendi menfaatini en son düşünen mana erleri gittikten sonra; durmadan, bozuk plaklar gibi “ben” diyen, üç kuruşluk ikbal için cihana geldiğini sanan her haliyle yapay, her haliyle sahte kimsecikler sardı dört yanı...
Duygularım itiraz ediyor bunca çarpıklığa. Kalkalım gayrı gönül diyorum. Yürek dayanmıyor bunca yüzsüzlüğe. Yalnızlık bileniyor kalabalık insan ordusu içinde. Bile bile yalnızlığı ezberliyor dimağım. Pünhan bir elem sızıyor kalbimin mazgallarına.
Vefa, sadakat, huzur yoksa ben yokum diyor yüreğim.
Ötelerden o ses kulağıma fısıldıyor:
Bet yüzlüler, kem gözlüler her zaman vardılar...
Her vakit olacaklar.
Alabildiğe...


Yüreğim inanmak istiyor. Saatim güzele, iyiye, dürüstlüğe ,merhamete, sevgiye, şefkate kurulmak istiyor. Her defasında saatimin ayarı bozuluyor. Bir kıvılcım gelip donduruyor tüm ayarlarımı…
Her yönüyle yozlaşan kirlenen, elimizden çıkan bu dünyada, mutsuzluğun bin türlüsünü yaşayan biziz... Yok saysak da, birbirimizi suçlasak da asıl kirlilik ruh cephesinde yaşanıyor, biliyorum.
Tüm değerlerimizi soyunup dökündüğümüz, gelecek nesillere nerdeyse bırakacak bir şeyimizin kalmadığı şu günlerde gelecek adına kendimi güvende hissetmiyorum. Adeta dudak uçuklatan bir insan kirlenmesiyle karşı karşıyayız, diyor aklım.
Ey insanlar diye haykırmak istiyor tüm benliğim:
Geliniz yeniden fethedelim insanlık adına ne varsa tüm soyunduklarımızı. Ancak ne benim sesim duyulur, ne kulak veren...
Tanzimat Edebiyatının ünlü şairi Ziya Paşa bir beytindediyor ki:

“Canan gide rindan dağıla mey ola rizan
Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde”.

Ne de zaman müsait... Çevre kirliliği halt etmiş. İnsanlık uzun bir geceye yatmış gibi. Ziya Paşa'nın da dediği gibi böyle bir gecenin sabahından hayır umulur mu diyeceğim ancak yine büyüklerimizin söylediği güzel bir söz takılıyor dudaklarıma :
”sabah ola hayr ola”

 
Meryem Aybike SİNAN 
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 17 Şubat 2009, 20:37:26
Diyemediklerim

Diyemediklerim var...
Güz beni bekler Şeyhim,
Efendim,
Bozkır rüzgarlarının önüne katılmış bir yaprağım.
Sürüklenip gelmişim kapına . Yüreğimde bir sonbahar telaşı. Bir göçmen kuşlarına bakıyorum bir kendime... Gökyüzünde kuşlar kafilesi döne döne uçuyor. Renkli, ahenkli. Her kanat çırpışında yaralı bir kuşun bin tılsım gizli. Soğuk ve bezgin rüzgara inat göçüyorlar ılık iklimlere.
Bense utanılası bir kördüğümü çözmeye çalışıyorum yıllardır. Hayatın gizi üzerine bildiklerimi, bilmediklerime ayarlıyorum. Çözmüyorum bu kördüğümü. Çözemiyorum. Düğüm üstüne düğüm atıyorum aslında.
Yolumu şaşırmışım şeyhim.
Irmakların coşkusu, göğün mavisi, güneşin altın saçları, rüzgarın hüzünlü uğultusu, denizin sonsuzluğu yakalıyor ruhumu binbir yerinden. Dünya dönüyor mütereddit.
Dökülüyorum yollarına. Sana gelen yollara düşüyorum.
Bir söz düşür yüreğime göklerden gelen.
Yaralı yüreğime bergüzar olsun.

Diyemediklerim var.
Söz beni bekler Şeyhim...
Diyemediklerim yakar gönlümü. Gönül can evi, gönül beytullah. Bir celsede düşür yüreğime közü. Hakk Hakk diye yak közü. Kar yüzü görmemiş bir ateş yansın yüreğimde. Biraz kül biraz duman olayım... Ellerim yaralı bir kelebek, kanat çırpsın göklere... Dualar yorgun düşsün dudaklarımda.
Bir kör kuyuda Yusuf olayım Şeyhim. Çöllere düşeyim sonra. Çöl yürek yangını. Yürek kavrulan çöl. Mısır’a hiç varmasa yolum. Yayan yapıldak çöllerde savrulayım. Bir çöl ikindisinde diktiğim gül, bir çöl seherinde açsa yine. Çöl Hüseyin demek. Hüseyin çöl gibi yakar gönlümü. Çöl bir ermiş. Her dem şükreden, tazelenen. Gündüz yakan, gece üşüten. Bir tarafı vaha, bir tarafı serap.
Çöl ceylanlarının âhı vursun yüreğime. Bir avcı ol, gönder oklarını kalbimin dehlizlerine.
Köz beni bekler Şeyhim
Diyemediklerimi sen söyle yüreğimin tenhasına...
Vefasız yüreğime intizar olsun...

Göremediklerim var.
Göz beni bekler Şeyhim.
Sevdam hangi ırmağa düşmüş ... Hangi umman bekler beni... Hangi dağlar saklar beni? Hangi dualara düşer dileğim?
Ayaklandır damarlarımdaki donuk kanı. Güzel dualar adına, bir ırmağın akışına kat beni. Yatsı ezanı okunurken bir vav gibi eğileyim, büküleyim sevgilinin dergahında. Bir elif gibi mağrur, bir mim gibi mesrur, dizileyim sevgilinin yollarına. Helal bakışlara çeleyim gönlümü. En sevgilinin kapısında durayım kırk yıl Yunus misali. Bu zindan, bu yeryüzü kara bahtım ola...
Kervan göçmeden Şeyhim, kalmadan dağlar başında ebedi bahçelere gitmek diler bu gönül.
Ebedi bahçelere gitmek diler bir şafak vaktinde ruhum..
Kendimden geçmişim, kendimden uzaklara düşmüşüm, senden himmet diler bu yürek...
Öz beni bekler Şeyhim.
Göremediklerimi sen göster bana...
Gözlerim birbirinden bî-haber olsun.

Bilemediklerim var.
Giz beni bekler şeyhim.
Bir musikarın nağmesinde gizli tılsımlı sözler. Bir peygulegüzinim dağlar başında. Karanlık nura akar. Yalnızlık çıkmazında bir akşam üstü o nura aksa yüreğim. Bildiğim bütün şeyleri unutsam. Ebedi bir huzura, ebedi bir hayata ayarlasam düşlerimi. Giden kuşlarım dönse uzaklardan. Sonra...
Sabah sisi gibi düşsem yollara . Aşk kervanı karşılasa beni ansızın. Sevgiliye giden kafileye katılsam. Kalmasam dağlar başında. Gönül şehri baştan ayağa can kesilse. Yakup’un sabrı bilese sabırsızlığımı.
Bir giz düşür yüreğime Şeyhim,
Kurtulayım ruhumun hamallığından. Bilemediklerimi sen söyle bana...
Bildiklerime efsunkâr olsun.

Silemediklerim var.
İz beni bekler Şeyhim.
Sadakat içlenip sözlendiğinde, dönüp dönüp bakıyorum mahrem- esrarıma. Ne zamanlar akmış hayatın yanağından. Bir gözyaşı, bir hüzün, bir güz yağmuru gibi yitip gitmiş nice zamanlar.... Geriden geriye avucumda, heybemde kalanlar beni taşımaz yarınlara diyorum. Hiçlik denizindeyim şimdi. Bilemediklerim, göremediklerim, diyemediklerim, silemediklerim ve soramadıklarım yüzünden olsa gerektir çektiğim bunca çile.
Yollarıma çizdiğim izleri silmek gerektir.
Bir giz düşür yüreğime şeyhim. Beni ona götüren bir iz düşür yollarıma.
Gideyim.
Silemediklerimi bırakarak. Bilemediklerimi bildiklerimden çıkarak.
Gideyim artık şeyhim...
Bir giz düşür yüreğime...
Bu yürek tâ ebede hizmetkâr olsun.

Meryem Aybike Sinan
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 17 Şubat 2009, 22:10:06
Gel ha gönül havalanma
Engin ol gönül engin ol
Dünya malına güvenme
Engin ol gönül engin ol
 
TRT radyosu açık...
Merhum sanatçı Turan Engin söylüyor.
Bu usta ve bir o kadar engin olan sanatçımızı kaybedeli ne kadar yıl oldu bilmiyorum.
Zaman homurdanarak akıyor ve unutturuyor her şeyi fütursuzca…
Zaman unutturmaya çalışsa da onu unutmak mümkün değil, bu türküleri var oldukça…

Yılların sinesine oturmuş yanık bu halk ezgisinin sözleri çeldi aklımı birden…
Tanıdık, kalbimin duymaya, görmeye, bilmeye hasret kaldığı ululardan kalma bu deyişi yakaladım ta kalbinden… Yüreğime çağırdım yeni baştan…
Modern çağın karanlık ve üşüten uğultusu kulaklarımı tırmalıyorken,
kayan oynak zeminlerde yürürken bir halk türküsünün eteklerine yapışmak ve
peşi sıra yürümek pek sıcak geldi…
Ruhuma çöreklenen zehir zemberek onca kederin sağanağından ıslak ve perme perişanım.
Her şey bir kıymık gibi batıyor kalbimin üzerine…

Yaralıyım. Kış hüznüne yakalanan ruhumun kederinden olsa gerek içimi acıtıyor deyiş.
“Engin ol gönül engin ol”diyor ya türkü…
İşte en can alıcı, en baş tacı yapılası düşünce bu dizelerde gizli…
Gönüller engin olmayı bilselerdi,
bunu bilmenin asıl büyüklük olduğu gerçeğini bir de…
Dünya gerçek anlamda yaşanır olmaz mıydı?
O zaman olgunlaşıp büyümez miydik? 
Ne diyorduk? İşte…
Ululardan kalma sözdür…
Engin ol gönül engin ol…
 
 Teslim Abdal sözüm haktır
Sözümün yalanı yoktur
Engin söyle, büyüklüktür
Engin ol gönül engin ol…
“Engin söyle büyüklüktür”

Olmak isteği, oldu desinler kibri bütün insanlığın sanırım en büyük yarası…
Modern çağın insanı belki de en büyük üzüntü ve
acıları mevki ve makam derdi ve para hırsı nedeniyle yaşıyor.
Kimsenin derdi ol/mak değil aslında…
Cümle âlem, konu komşu elle gösterip Oldu! desinler istiyorlar…
Oysa oldum! demenin, öldüm! demeyle aynı anlama geldiğini bir bilseler…
Bu türkünün peşisıra geldiğim nokta
“tevazu” dur… İçtenliktir.
 
Dünyeviliğin kuşattığı insanlığın tükenişine bir serzeniş, kendince bir uyarıştır belki de…
Ne dersek diyelim, ne yakıştırırsak yakıştıralım gerçek şu ki türküyü büyük kentlerin en geniş ve
kalabalık caddelerine büyük reklâm panolarına yazmak gerekir…
Tepeden tırnağa kesrete batmış( ve hatta tapmış diyelim) insanları bir saniye düşündürse bile kâfidir… Çünkü maalesef modern insanın gediği nokta öylesine vahimdir ki
bu bir saniyeleri dahi hayatından çıkarmış durumdadır…
Yalnızdır, buhrandadır, tutunacak tek bir dalı dahi kalmamıştır paradan gayrı…
Ne kadar mevki ve makam gibi geçici dünyalık meselelerde yükselirse yaşama gayesi o denli bilenmektedir çünkü… Kendisini yalancı avuntularla oyalamaktadır… Olmuş! tur ya, gerisi teferruattır…

Modern çağın insanı yalnızdır.
Alabildiğine yalnız. Büyük kentlerin caddeleri artık yaşı geçkince,
otuzunu çoktan aşmış yaşlı başlı kızların ve erkeklerin cirit attıkları,
sabahlara kadar gece kulüplerinde kendilerini avuttukları günahkâr ve
suçlu caddelere dönüşmüştür.
Artık büyük paralar kazanan zevk ve sefahatte Sodom ve
Gomore halkını aratmayan bir insanlık trajedisi oynanıyor hayat perdelerinde. Her manada,
her kesimden ve her mevki ve makamdan sonuna kadar bizden ve sahici…
Tevazünün rafa kaldırıldığı, parayla şanla şöhretle ayakta kalınabileceğini sananların en büyük yanılgısı işte burada başlıyor ya…
Bir bilseler nasıl bir zehre bulaştıklarını…
Bu şaşaalı günlerin tez geçeceğini, yüksekte olanların aşağıdakiler kadar güvende olmadıklarını, aşağıda bıraktıklarına günün birinde dönüp muhtaç olacaklarını bir bilselerdi…
Engin konuşup, engin düşünmeyi öğrenselerdi dünya biraz daha güzelleşmez miydi?
Türküde var olan asıl tılsım sanırım bu inci gibi dizelerde…
“Engin söyle, büyüklüktür”… 
Asıl büyüklüğün, kalıcı olanın tevazu olduğunu bu kadar mı güzel anlatır bir türkü?

Ululardan kalma sözdür:
“Engin ol gönül engin ol…”
 
 Engin söyle büyüklüktür!
Engin olmak, engin konuşmak, engin düşünmek!
Türkü çok şey anlatıyor aslında…
Kültür genetiğimizde var olan kutsal değerlerimizi kendi diliyle, kendi sözüyle hatırlatıyor…
Bu türküye sanatkârımızın ismiyle müsemma bir türkü de diyebiliriz…

Rahmetli THM sanatkârımız, ustamız Turan Engin 24.07.2006’da hakka yürümüş.
Bu türküsünü hasretle dinledikten sonra diğer ünlü türkülerini de özlediğimi farkettim.
Aman Allahım bu nasıl bir repertuardır, bu nasıl bir zenginliktir ve bu ne büyük bir ustalıktır…
Kendine mahsus davudi sesi, dağları andıran heybetiyle ağa bir sanatçımızdı Turan Engin… Çocukluğumuzdan beri kulaklarımız sesine aşina idi…
Bilirdik ki Turan Engin Erzincan türkülerini çok iyi okur ve
yine bilirdik ki deyişlerin ilk duraklarından biridir…
”Vardım Hint eline kumaş getirdim”
türküsünü hiç unutur mu bu yürekler bilinmez ama o davudi sesi hiç mi hiç unutmayacağız.
 
Şu dünyanın halı böyle
Yalan yahşi geçer şöyle
Söyledikçe engin söyle
Engin gönül engin ol…
 
“Söyledikçe engin söyle”
Sanırım halk türkülerinin kumaşında öylesine gizemli ve güçlü söyleyişlerin bulunması türküyü yakanların halktan ve engin oluşlarıdır…
İşte en felsefi, en derin ve en içi dolu sözleri böyle yanık ezgilerin eşliğinde yüreğimizin kıyısına getirdikleri için Turan Engin gibi gerçek sanatkârlarımızı ta yürekten selamlıyorum.
Türkülerimiz olmasaydı eğer en saf, en el değmemiş, en masum hallerimiz olduğunu belki de hiç bilmeyecektik… Türkülerimiz bizim milli hafızamızdır…
Türkülerimizi anamızın ak sütüne benzeten Bedri Rahmi Eyüboğlu aslında bu safiyeti,
güzelliği bir yerde destanlaştırıyor, yıldızlaştırıyor…
Bu güzel türkünün durduk yerde bana bunca şeyi söyletmeyi başarması az şey midir?
Üstelik hiç de gündemimde türkü üstüne yazı yazmak olmadığı halde nasıl da gelip kuruldu gönlümün tahtına. Nasıl da söyletti beni…
Engin olmak, engin söylemek ve engin düşünmek gereğini bir kez daha hatırlattı.
Bir daha beni kendime davet etti.
Ve bir kez daha ta yürekten ağlattı beni…

Ululardan kalma sözdür:

“Engin ol gönül engin ol...”


Meryem Aybike Sinan - Sanat Alemi
Başlık: Engin söyle,büyüklüktür
Gönderen: Black_house - 17 Şubat 2009, 22:49:56
Şâirin biri ne güzel söyler:

“Alçak gönüllü ol ki, kendisi yükseklerde olduğu halde
Su yüzünde göze görünen yıldız gibi olasın!

Duman gibi olma ki, yükseltir kendini
Hava tabakalarına doğru, oysa ki alçaktadır.”

Çok güzel bir yazı...Her kesin okumasını tavsiye ederim.  gull
Başlık: Engin söyle,büyüklüktür
Gönderen: kardelen - 17 Şubat 2009, 22:54:38
Peygamber’imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:

“Herkesin yanı başında iki melek bulunur, bunlar kendisini kontrol eden bir gemi avuçlarında tutarlar.
Eğer adam büyüklük taslarsa melekler gemi çekerek «Allah (C.C)’im, onu aşağı indir» diye dua ederler. Adem nefsini alçaltınca melekler de «Allah (C.C)’im, onu yükselt» diye dua ederler.»


Her şeyin başı tevazu diyorum bende... 103 hocam akıcı bir yazı... tşkk
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 18 Şubat 2009, 00:11:27
Filistin’e Ağıt…
 
 
Ey çok uzaklarda ağlayıp ağlayıp yüreğimi dağlayan ülke…
Ey gülüşleri, sevinçleri, huzuru unutan gam ülkesi. Ey unuttuğumuz, ey uyuttuğumuz ve ey günah defterimize dürülü mahzun diyar… Öncenin öncesi sen vardın orada, sonranın sonrasında yine sen olacaktın sonsuza galebe çalan. Hani bütün baharlar senin baharında filizlenecekti, gülşene dönecekti şehitlerinin kanıyla yıkanan kavrulmuş toprakların. Yıllar oldu uzak düştün yârin yaranın bağından. Üstüne düşen ateş ne zaman söner, ne zaman susar göklerinde uğuldayan nemrut haykırışları… Ne zaman diner bu Firavun  tufanı?  Kalbinin tamiri mahşeri bekler bundan böyle. Şimdi yaslısın, yaralısın, kendine ağırsın, yaraların kanıyor dinmeyesi…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
 
Hani sen ki güllerin bezediği, baharların gitmek bilmediği mevsimlerin ülkesiydin. Sen ki gökkuşağı idin çöl kıyısında. Sen ki Akdeniz gibi serin, Akdeniz gibi derin ve büyülü idin. Şimdi yaralarını saramadığım için, gözyaşlarını silemediğim için, ahvalini bilemediğim için kederlerdeyim. Bir hüzün kaplamış ruhumu, senin gözyaşların gözlerime akıyor ve sanki o caninin elleri boğazımı sıkıyor. Sodom ve Gomore’yi utandıran, sana sağanak sağanak bomba yağdıranları güldüren bir hafızasız şehirlerin ortasında bir başınayım. Gözlerim senin ağlayışlarına ayarlı. Kulaklarım senin kulaklarına. Kalbim senin yüreğinden geçenlere… Seninleyim. Birileri ceza kesse de, sihirli koltuklarda uyuklayan tiranlar unutsa da bizleri, seninleyiz…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
 
“Yusuf’u Kaybettim Kenan ilinde” diyor ezginin biri…
Oysa biz ne Yusuflar terk ettik kör kuyularda, merdivensiz bıraktık unutası… Ne Yusuflar can verdi zalimin ellerinde. Ne Züleyha’lar kan ağladı sevdiklerinin peşinde. Yaralarımız kabuk bağlamadan, unutmadan acı gören yürek, acısını… Bir daha bir daha kanadı yaralarımız, iyileşmeyesi.  Ey limon çiçeği, ey Akdeniz mavisi ne zaman şafağa duracak bedenin. Ne zaman başak verecek toprağın, elin… Sen ki çöle açılan Leyla’sın, sen ey sevdiğini kaybeden Mecnun, sayıklıyorsun, iniliyorsun dertnâk… Vahşetin adresi yine belli, vahşetin eli yine kara ve yine aynı namahrem el uzanmış sana… Müslüman bir el bekliyorsun alnındaki ateşi alası… Nerde diyorsun dindaşlarım nerde? Nerde ey Müslüman senin cevşenin? Merhameti, şefkati olmaz gözü dönmüş erzelin… Kalk ey mahzun ülke, kalk yerinden ey Yusuf, Hüseyin… Rahman, Rahim, Kadim hakkına direnin, direnin…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
 
Akdeniz kıyıları mahzun bir daha…
Mahzun Kenan illeri, mahzun yanık çöllerin bağrı… Kınalı kuzular gibi çocuklar, dallarından kopuyor, düşüyor limon çiçekleri açmadan. Yeni baştan yanıyor anaların yüreği. Hilal içini çekiyor, yarım yarım ağlıyor, yıldızını arıyor ağlayası… Kerbela misali canhıraş feryatlar yükseliyor Filistin’de… Soğuklar üşütmüyor, ayaz üşütmüyor. Dualara düşmemek, Müslümanların avucunda kanamamak üşütüyor masum Filistinliyi… Umarsızlık ok gibi düşüyor yüreğine. Özde yer etmeyen, sözde kalan yarım yamalak sözcükler, ayıplamalar yetmiyor. Yetmiyor sözler, ağıtlar… Yetmiyor kuru laflar, yalan acımalar, ağız ucundan söylenmiş söylemler… Akdeniz tutuşmuş, Akdeniz yanıyor, Ortadoğu kan çanağı… Filistin bezirgânlar oynağı, üzerinde hesaplar yapılıyor. Bir kılçık saplanmış İslam’ın boğazına, boğulası. Boğulmadan çıkarmak gerek… Çöl ortasında kalakalmış ey  uzak ülke, ey bahtsız halk yüreğimdesiniz. Hissediyor, biliyorum ne haldesiniz…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
 
Ey uzaklarda ağlayıp ağlayıp yüreğimi dağlayan ülke…
Ey gülüşleri, sevinçleri, huzuru unutan gam ülkesi… Bedeli ölüm olan bir ağır imtihandır başınızda esen. Sert bir rüzgârda savruluyorsunuz, tükeniyorsunuz an be an. Portakal bahçelerinde oynayası çocukların, korku dolu gözleri bir yıldırım düşürüyor göğsüme. Parçalanıyor yüreğim, daralıyorum, ağlıyorum…”Kırılan çanak bir daha olmaz” derler biliyorum. Cennet ülkesine yürüyen çocukların ardından ben de ağlıyorum. Dalından koparılan goncaların kokusunu ta buradan duyuyorum. Ruhum çekildi bedenimden, kalakaldım… Şimdi anneler ne söylerler, hangi taşı basarlar bağırlarına. Hangi teselli hükmeder yüreklerine ey İnsanlık? Gözleri yolda kalan bu anaların ellerinden ne zaman tutacağız? Ne zaman “yeter”diyeceğiz…
Ben kederlerdeyim.
Ben tutsağım hüznüme. Ben aldım ruhumu gidiyorum… Keşke Karani yürüyüşlü bir serüven olsaydım Yemen Ellerinde. Keşke gidebilseydim hiç dönmeyesi…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
Meryem Aybike Sinan
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 18 Şubat 2009, 00:28:02
Beşir Ayvazoğlu ve İstanbul
 
Şu sönen gölgelenen dünyada
Bir zevk-i tahattur kaldı"
               (Ahmet Haşim)
 
 
Dün İstanbul’da idim…
İstanbul… Şehirlerin sultanı, gözbebeğimiz, başkentler başkenti… Ne zaman Kocaeli’nden kalkıp İstanbul’a gitsem derin bir heyecan kasırgası sarıyor beni. Aslında aramızda en fazla yarım saat yol var. Elimi uzatsam yetişecek kadar yakın bana İstanbul… Yüreğime yakın olanın mesafesi menzil menzil uzaklar olsa da her zaman yakınımda hissetmişimdir. Yanı başımda nefesini duymuşumdur. Katıldığım bir çalışma münasebetiyle her Cumartesi yolumu İstanbul’a düşürüyorum. Kalbimi İstanbul’a katıyor,  ezgilerimi Marmara’nın mavisine söylüyorum. Yavuz Bülent Bakiler Ağabeyimin deyişiyle ne zaman bu efsunkâr şehri düşlesem “Yüreğim İstanbul oluyor birden”.
İşte yine bu duygularla dün İstanbul’da idim…
 
 
Dün İstanbul seyahatimin en güzel tarafını Kubbealtı Akademi vakfında yaşadım. Bir anı yakaladı yüreğimin en mutena yeri...
Her zaman ki gibi işimiz bittikten sonra Sevgili Ağabeyim, Hocamız Mehmet Nuri Yardım’ı ziyarete gitmiştim. Dursun Gürlek Hocam ve Mehmet Nuri Yardım Hocam’la kısa bir sohbetten sonra Türk Edebiyatı Dergisinin ve Vakfının Kubbealtı Akademi’de bir tanıtım toplantısı olduğunu söylediler. Üstelik Beşir Ayvazoğlu Hocamız konuşacaktı. Beşir Ayvazoğlu benim için çok önemli ve özel bir isimdir. Çocukluğumdan beri tanıyıp hayran olduğum ve kitaplarını büyük beğeniyle okuduğum bir İstanbul beyefendisidir. Gerçekten zevk ve estetik, nezaket denince ilk aklıma gelen  isimlerden biridir Beşir Ayvazoğlu. Bir parça Yahya Kemal, bir parça Tanpınar’ın selis üslubu ve inceliği gelir aklıma sonra…
Türk edebiyatı Dergisi de kendimi bildim bileli tanıdığım, benim için bir mektep olmuş, bir edebiyat üniversitesi olmuş bir derginin adıdır… Türk Edebiyatı Dergisi’nin bir kardeşi doğduğunu öğrendim ki buna gerçekten çok mutlu oldum.
Çünkü Türk Edebiyatı Dergisi, merhum Ahmet KABAKLI Hocamızın çok önemli bir misyonunu omuzlamıştır yıllar yılı…
Okulumuz evimiz olmuş. Dil bağımız olmuş,bin bir çiçek sunmuştur gönül bahçemize...
 
 
Az sonra içeriye bir hanımefendi giriyor. Belkıs İbrahimhakkıoğlu diye benimle tanıştırıyorlar. Oysa ben Belkıs Ablacığımı yıllardır gıyabında tanıyorum. Çocukluğumun önemli isimlerinden birisi olan Belkıs İbrahimhakkıoğlu’nun yazılarını az mı okudum. “Sanat Fidanlığı'nda”  az mı yol gösterdi bize yazının efsunlu ve çetrefilli yollarını… Belkıs Abla ile bu kez sahiden sarıldık ve tanıştık. Çok sıcak ve çok nazik bir İstanbul Hanımefendisi. Mehmet Nuri Hocam, Beşir Ayvazoğlu’nun geldiğini söylüyor.  Çok heyecanlanıyorum. İşte Beşir Ayvazoğlu içeri giriyor ve bizi görünce Hocamız da şaşırıyor gibi. Bizi hep İzmit ile anımsayıp tanıdığı, gördüğü için olsa gerek…
Beşir Ayvazoğlu ile sıcak bir sohbet başlıyor…
Kendileri hiç susmasalar ve ben dinlesem gözlerim kapalı…
 
 
Kubbealtı Akademi hareketleniyor. Gazeteciler, akademisyenler, yazarlar, şairler ve öğrenciler dolduruyorlar salonu. Ve “Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları” adlı derginin tanıtım toplantısı başlıyor. Beşir Ayvazoğlu, yerini aldıktan sonra toplantının açılışını yapıyor genel yayın yönetmeni olarak. Bu derginin edebiyat alanında “ilk hakemli” dergi olmasının müjdesini veriyor. Türkiye’de gerçekten edebiyat alanında böyle uluslararası literatüre girebilecek hakemli dergi maalesef yok gibi.
Gazeteci-Yazar-Şair Beşir Ayvazoğlu,  yaptığı konuşmada kısaca şunları söyledi:
“ Bin dokuz yetmişli yıllardan beri Türk Edebiyatı Dergisi içindeyim. Türkiye’de Varlık dergisinden sonra en uzun ömürlü dergidir Türk Edebiyatı. Benim bu dergi ile bir gönül borcum vardır. Başından beri hep bu derginin yanında ve içinde yer aldım. Yaklaşık üç buçuk yıldır bu derginin genel yayın yönetmenliğini yapıyorum. Türk edebiyatı Vakfı olarak böyle hakemli bir derginin neşri fikri bizim aklımıza gelmedi doğrusu. İlyas Dirin ve Bahtiyar Aslan böyle bir dergi için bizlere görüş sundular ve bizler de destekledik. Bu derginin çıkması için uzun zaman yazı topladık. Bu yazıların uluslararası platformda yankı bulması için, ince eleyip sık dokudu hakemlerimiz. Hakemli dergi çıkarmak oldukça zor bir çalışmadır. İnşAllah(c.c.) bu sayının devamı gelir “ diyerek sözlerine son verdi Beşir Ayvazoğlu.
 
Derginin Yazı İşleri Müdürü İlyas Dirin de söz alarak şunları söyledi:
“Bu derginin Türk kültürü ve edebiyatının bütün şubelerinde yankı bulacağını düşünüyorum. Büyük bir iddiayı taşımakla birlikte bu derginin de uzun soluklu bir dergi olacağına inanıyorum.” Bilim ve sanat çevrelerinin bu dergi ile uluslar arası sahaya ineceğinin altını çizen İlyas Dirin,  bu ilk sayının beklenenin üzerinde ilgi gördüğünü açıkladı.
Daha sonra toplantıya katılan akademisyenler ve diğer yazarlar kısa cümlelerle bazı kişisel değerlendirmelerini sundular.
Derginin “Hakem Kurulu”  şu isimlerden oluşuyor: Prof. Dr. Orhan Okay, Prof. Dr. Abdullah Uçman, Prof. Dr. Hasan Akay, Prof. Dr. Ömer Faruk Huyugüzel, Prof. Dr. Hülya Argunşah, Prof. Dr. Emel Kefeli, Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu, Prof. Dr.Ali Birinci, Prof. Dr. Nurullah Çetin, Prof. Dr.İsmail Çetişli, Prof. Dr.Mehmet Törenek, Prof. Dr.Recep Duymaz, Prof. Dr. Önder Göçgün, Prof. Dr. Şerif Aktaş, Prof. Dr.Ramazan Korkmaz, Prof. Dr. Nazım Hikmet Polat, Prof. Dr. İsmail Parlatır, Prof. Dr.İbrahim Şahin, Prof. Dr. Mehmet Tekin, Prof. Dr.Kazım Yetiş…
 
Bendeniz ilk defa Beşir Ayvazoğlu’nu böylesine neşeli gördüm. Toplantı sırasında Beşir Ayvazoğlu’nun mutluluğu sözlerinde, gözlerinde ve esprilerinde görülüyordu. Bu dergi kuşkusuz bir genel yayın yönetmeni için  onur duyulması gereken çok önemli bir çıkıştı Türk Edebiyatı için.
Toplantı çok güzel, demli bir çay gibiydi.
İçtikçe içilesi bir çay…
Ancak İstanbul, Kocaeli'ne kadar yakın olsa da aramızda boğazlar, köprüler vardı gidilesi.
Üstelik Körfez çağırıyor gibiydi… Akşam sarkmıştı tepelerin üzerinden. Sulu sepken bir yağmur, ruhumun pervazlarını tıkırdatıyordu. Artık yola düşmek zamanıydı.
Beşir Ayvazoğlu’dan, Sevgili Ağabeyim Mehmet Nuri Yardım Hocamdan izin istedik ve düştük yola…
“Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları ” adlı hakemli dergi bütün edebiyat ve bilim çevrelerine hayırlı uğurlu ola inşAllah(c.c.).
Muhabbetle efendim...
 

Meryem Aybike Sinan
 
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: gezegen09 - 18 Şubat 2009, 09:54:46
eline saglık  aarroo
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 08 Mart 2009, 22:40:59
   İNANÇ'lı Bir Cumartesi

 
            Cumartesi günleri benim en sevdiğim günlerin başında geliyor… Çünkü artık her Cumartesi İstanbul’a gidiyorum. Bu Cumartesi Kocaeli’nden Eminönü’ne bir saatte ulaştık. Yollar açık olunca İstanbul seyahatini bir başka seviyorum.
Her hafta iki saat süren programımı bitirdikten sonra Babıâli yokuşunu şöyle bir dolaştık. Zira yeni çıkan o kadar çok kitap var ki okunası. Yine bohçayı kitaplarla dolduruverdik. Beyefendi felsefe kitaplarını, bendeniz tasavvufi kitapları yükleniyoruz… Arabayı, artık bir kolayını bulduk çok yakınlara getirip bir otoparka bırakıyoruz.  İstanbul’u öğrenmeye başladık galiba.

Zamanla yarışıyoruz, çünkü birazdan Beyazıt Devlet Kütüphanesinde ünlü romancı, gazeteci, senarist, yönetmen Üstün İnanç için Eskader’in düzenlediği bir program var. “Üstün İnanç’a Saygı Programı” adında vefanın, saygının, ihtişamın dile geleceği bir toplantı yapılacak. Girdiğimiz restorandan bir an önce kendimi dışarı atmak istiyorum çünkü şef garsonlar ve bizim dışımızda hiç Türk yok… Bütün masalarda kebap yiyen yabancı turistler var. Oturduğum yerden Beyazıt camiine bakıyorum ve içim ürperiyor. Bu nasıl bir güzelliktir, bu nasıl bir büyüdür ki asırları kucağına alıp dimdik ayakta kalabilen bunca abide eser, insanları oluk oluk yanıbaşına çekmektedir. Bir anda İstanbul büyüsü sarıyor bütün ruhumu. Bu her şehre nasip olmayan, Allah tarafından bahşedilen bir lütuf, bir ihsandır ki kıymetini gerçekten bilmek gerektir diye düşünüyorum.
İstanbul Üniversitesinin o efsunlu kapısı çıkıyor önümüze.
Tekrar tekrar bakıyorum.

Beyazıt Devlet kütüphanesinin kapısından tam içeri giriyoruz ki Sevgili Ağabeyim, Değerli Hocam Eskader Başkanı Mehmet Nuri Yardım’la karşılaşıyoruz. Herkes yerini almış. Etrafımıza bakmaya dahi fırsat bulamıyoruz, çünkü program başlıyor. Salon dolmuş insanlar ayaktalar. Bize yer gösteriyorlar. Tam oturacakken “Hocam” diyen nazenin bir sese dönüyorum. Benim sevgili kardeşim Kübra Günaltun o tatlı gülümsemesiyle tatlı tatlı bakıyor. Selamlaşıyoruz.
Hemen arka tarafımda oturan bir sima dikkatimi çekiyor. Gazeteci-Yazar-Sinema eleştirmeni- Yönetmen  gibi bir çok ünvanı olan çok sevip değer verdiğim sevgili ağabeyim Abdurrahman Şen’i görüyorum. Çok mutlu oluyorum.
Eskader Başkanı Mehmet Nuri Yardım toplantıyı açış konuşmasında  bu tür toplantıların geleneksel bir yapıya kavuştuğunu, Türk kültür ve sanatına emek vermiş değerlerin, ustaların sağlıklarında bu tür toplantılarla onure edilmelerinin lüzumuna değindi..
Toplantıda kimler var kimler…
Udî Yüce Gümüş’ün mini bir ud takdiminden sonra Mehmet Nuri Hocam, sözü Yücel Çakmaklı’ya verdi.
Öncelikle Türk sinemasının iki dev ismi Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan’dan söz etmeliyim. Bizim sinemamızda milli motifleri perdeye aktaran, her anlamda duruşu olan bu sinema pirlerini aramızda görmek bizleri gerçekten de çok mutlu etti.

Sevgili Hocamız Yücel Çakmaklı, kürsüye çıkarak Üstün İnanç’la olan kırk yıllık mazilerini anlattı o güzel üslubuyla. “Kanayan Yara Bosna” filminin ortaya çıkış hikâyesini anlattı.
Yücel Çakmaklı Hocamızdan sonra Mesut Uçakan hatıralarını paylaştı. Bu esnada ağlamamak için kendimi nasıl tuttuğumu burada anlatamam. Mesut Uçakan, Üstün İnanç’ın senaryosunu kaleme alıp başörtüsü dramını anlattığı “Yalnız Değilsiniz” filminden sonra sinema arenasında karşıki mahalle tarafından nasıl yalnız bırakıldığını, görmezden gelindiğini anlatınca derin bir acı duydum içten içe. Böylesine büyük sinema adamlarımızı kendi başlarına bıraktığımız için, vefasızlığımız için utandım. Oysa şimdilerde Kültür Bakanlığının bu yarayı iyileştirmesi gerektiğini, bir takım telafilere gidilmesi lazım geldiğini beklemek hakkımızdır diye düşündüm…
Bu arada orada birisi vardı ki görünce hakikaten çok sevindim. Çocukluğumdan beri tanıdığım, diksiyonuna hayran olduğum TRT spikeri Harun Yöndem Beyefendi de oradaydılar. Yine her zaman ki beyefendiliği ile düzgün diksiyonlarıyla Üstün İnanç’ı anlatırken kullandığı o mizah yüklü o güzel hitabetleriyle büyük beğeni topladılar.
Sonra kürsüye Sevgili Ağabeyim Abdurrahman Şen çıktı. Zaman Gazetesinde çalıştığı günlerde tanıştığı ve birçok anlamda çalışmalar yaptığı Üstün İnanç’a olan sevgi ve saygısını dile getirdi.
Üstün İnanç’ın yakın arkadaşlarının konuşmalarından sonra en son Üstün İnanç kürsüye geldi. Gelmesiyle salonu kahkaha tufanına boğması bir oldu. Açıkçası bendeniz kendilerini uzun yıllardan beri tanıyordum ama ilk defa böyle yakından görüyordum. Bu kadar mı sempatik, şakacı, mütevazı olur bir insan… Konuşmasında uzun zamandan beri ilk kez böylesine mutlu olduğunu anlattı. Yaşarken bu tür programlarla anılmanın güzelliğine parmak basıp teşekkür etti.
 İki müzisyen oğlu tarafından bizlere minik bir musiki ziyafeti de verildi. Ardından Yücel Çakmaklı tarafından elli senelik arkadaşı Üstün İnanç’a çiçek takdim edildi.  Ardından salondaki kokteyl’e geçildi.
Bendeniz bu arada İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş Genel Müdürü Nevzat Bayhan Beyefendi’den söz etmeliyim. Nevzat Bayhan Sanatalemi. Net’in de yazarı aynı zamanda. Kendileriyle daha önce bir telefon konuşmamız olmuştu ama ilk kez karşılaştık. Kendilerine ciddi anlamda saygı, sevgi ve hayranlık duyduğum Nevzat Ağabey gerçekten de İstanbul için büyük bir şans. Geldiği günden beri her türlü kültür sanat programına koşan, gerekli yerlerde desteğini esirgemeyip katkıda bulunan gerçek anlamda bir kültür adamıdır. Yine belki de birçok toplantısını bırakıp bu programa yetişmişti. Bu vefa ve nezaketi için kendilerine buradan tekrar teşekkür ediyor saygılarımı sunuyorum.

Nevzat Ağabeyden ayrılıp Abdurrahman Ağabeyin yanına gidiyorum. Yakın zamanlarda çekeceği sinema filmini soruyorum. Konumuz sinema. Sohbet ediyoruz ki televizyonların gülen yüzü gazeteci Hüseyin Goncagül’ü görüyorum. Sanırım bu toplantıda katıla katıla güldüğüm tek nokta burası oldu. Aslında yaşadığım gripten dolayı hiç neşem yok, havamda değilim ama Hüseyin Beyin şakası yüzümü güldürüyor.  Cebinden birden ters çevrilmiş kartvizite benzer kartları çıkarıp bana uzattı ve çek, dedi. Abdurrahman ağabey gülüyor. Ben de her halde bir program çekilişi filan var zannıyla kart beğeniyorum ve heyecanla en ortadaki kartı çekiyorum. Abdurrahman Ağabey  “En önemlisini çektin bravo”diyor ve gülüşüyorlar. Ben nereden bileyim ki hepsinin üzerinde Hüseyin Goncagül yazıyor ve çeke çeke bir kartvizit çekmişim... İlahi Hüseyin Ağabey!

Hani esprili insanın hali bir başka oluyormuş gerçekten de…
Derviş şairlerimizden Olcay Yazıcı ile karşılaşıyoruz. Olcay Ağabeyimizi biz ailece çok severiz. Uzun zamandır kendilerinden haber alamıyorduk. Bize çalışmalarından söz ediyor. Sonra Yusuf Bilge bizlere katılıyor.
Az sonra Kubbealtı Vakfındaki diğer programa yetişmek için hep birlikte yola çıkıyoruz. Kubbealtı’nda de Udî Yüce Gümüş ve hocası Tanburî Murat Aydemir’in konserini dinliyoruz. O büyüleyici tarihi mekânda ud sesi beni alıp çok uzaklara götürüyor. Kendimden geçiyorum. Salonu sanatsever insanlar doldurmuş. Çıt yok, herkes belli ki benim gibi çok uzaklara sürüklenmiş. 
İçimden bu tarihi mekânı, sanatın nabzının attığı efsunlu bir mekâna çeviren büyük insan Samiha Ayverdi’ye dua ediyorum. Üstün İnanç’la başlayan günü böyle bir etkinlikle taçlandırdıktan sonra yine hep birlikte bu kez Eskader’in merkezine gidiyoruz. Çok kalabalığız. Eskader Başkanı Mehmet Nuri Yardım, Şairlerimiz Olcay Yazıcı, Yusuf Bilge, Mürsel Gündoğdu, Editörlerimiz Umut Bulut, Emin Damdam, Harun Nihat Avcı, Serap Öztuncer ve Zeynep Demir… Serap Hanımın demlediği o güzel çayı içtikten sonra vedalaşıp yola düşüyoruz. Hani Kocaeli’nden gelmek çok güzel de İstanbul’dan gitmek sanırım bana zor geliyor.

Bu haftalık böyle geçti İstanbul serüvenim.
Haftaya bakalım neler olacak?
Şimdilik…
Muhabbetle Efendim…
 
Meryem Aybike Sinan
 
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 08 Mart 2009, 22:42:12
Cemre Düşünce

 
                “Çatallı yol ağzında şaşırıp kaldım Derviş!
                Söyle hangi patika gül dağına gidermiş”
                               ( O.Olcay Yazıcı)
 
 
Cemre sözcüğünü ne zaman kelime hazineme kattım bilmiyorum ama duyduğum günden beri yüreğime sarıp, bohçalayıvermişim hafızamın terkisine… Ne zaman bu kelimeyi işitsem yüreğimi garip bir hüzün elliyor. Geçen gün bir arkadaşım “ Ohh! Ne güzel cemre düştü havalar ısınır artık” dedi sevinçle. Ne kadar güzel! Cemre düşmüş ve bizim arkadaş sevinmiş!
Ama ben ilk defa sevinemedim cemrenin düştüğüne. İlk defa umarsız kaldım, ilk defa aldırmadım. Hissetmedim. Umarsız kaldım, çünkü yüreğimin dağlarında kar kalkmazken, sokaklardan her türlü güzellik bir masal gibi Kaf dağına çekilmişken, bizi biz yapan her ne varsa unutulmuşken, gönüller arasına uçurumlar girmişken, herkesin burnu göklere kalkmışken ve yüreklerimiz sevgi yoksunu, his yoksunu, merhamet ve şefkat yoksunu mahbeslere dönmüşken, toprağa cemre düşmüş, bahar gelmiş bana ne, ya da kime ne? Kimlere ne?
Kime ne yüreklere sıcaklık vermeyen sahte baharlardan…
Kime ne toprağa düşmüş cemrelerden…
 
 
Sanırım yıllar önceydi.
Bir şiir olmalıydı… Ya da şarkı sözü…” Diyordu ki: “Irak gönüllerin uçurumuna, sevgiden köprüler kurmaya geldim”… O zamanlar nasıl da bilenmiştim şarkının bu bilgece ve bir o kadar anlamlı sözlerine… Ne çok etkilemişti beni, ne çok dokunmuştu… Şimdi geriden geriye dönüp baktığımda ne kadar az gönülden söz ettiğimizi, ne kadar çok dünyayı konuştuğumuzu görüyor ve içleniyorum sızlanası… Oysa gönül üstüne, aşk üstüne, iyilik üstüne, ahlak üstüne daha çok sözlerimiz olmalıydı. Sözü söze katmalıydık, gönüllerimizi gönüllere sarmalıydık bıkmayası… İyiliğin ve güzelliğin süruru ve neşesi hayatın kalbi olmalıydı her dem çarpan, tazelenen…
Cemreler önce yüreğe, sonra akla ve en son bedene düşmeliydi.
O zaman baharımız başka, yazımız başka, niyazımız başka olmaz mıydı?
 
 
Cemre önce toprağa düşmüş!
Keşke önce yüreklere düşseydi diyorum.
Hayatın kalbi nasıl da yorulmuş… Nasıl da tekliyor hayat… Mutsuzlar ordusunda bütün adımlar bir ileri bir geri vaziyetindeyken, dimağımız unutmuşsa bütün bildiklerini yeni şeyler söylemek lazım…
Her nereye baksam, ne okusam, kimi dinlesem, nereye göz atsam üçüncü sınıf bir plak şirketinde hazırlanmış bozuk bir plağın cızırtısını ve yüreğimi bedbin eden hayatın o arabesk tınısını görüyorum. Biz bu tekrara nasıl kapıldık, nasıl da aynı şeyleri dönüp dönüp yeni baştan dinliyor, söylüyor ve anlatıyoruz, uslanmayası, sıkılmayası, arlanmayası. Sanırım Mevlanın sözüydü: Oysa “ Dün dünde kaldı cancağızım / Bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyerek nasıl da asırlar öncesinde bizi bu dünya hengâmesinden korumak için derdimizin reçetesini yazıp göndermişti gönlümüzün kıyılarına...
Ve sanırım biz asıl gönüllerimizin kıyılarını kaybettik, utanmayası!
 
 
 
Unuttuk işte…
Biz unuttuk. Gönül sızılarımızı, içten niyazlarımızı, kanaviçe nakışlı sözlerimizi unuttuk. Yorgunum, üzgünüm ve bıkkınım. Ben de usandım, benim de söyleyecek sözüm kalmadı. Benim de yoruldu dizlerim dümdüz yokuşlarda, ben de vazgeçtim, ben de gittim kendime, gelmeyesi...
Gül desenli hatıralarımız ne kadar da azaldı. Her biri kemale ermiş onca güzelliğimiz dururken, onca hakikat el değilmeyi beklerken, şafaklar nöbet tutarken tülümsü ufuklarda biz birer dönme dolap gibi dönüp duruyoruz tekrarlarımızın etrafında. Spor, siyaset, ekonomi, magazin, para-pul, dedikodu, fitne- fücur, öfke, kin, maraz her ne varsa fevç fevç akıyor yüreklerimize her dem. Oysa iyilik, güzellik, şefkat, merhamet, sevgi, güzel ahlak, adalet, huzur gibi bizi göklerin fevkine çıkaran ilahi şifreler vardı içimizi ışıtan ve ısıtan… Gönlümüzün şifrelerini unuttuk, hatırlamayası…
Göze geldik ve bozuldu büyü…
İlahi cemreler yabana düştü, biz bir yana düştük…
 
 
İşte cemreler düştü.
Bahar geliyor… Bir bahar daha gelecek ve belki de kimilerine hiç görünmeden sessizce geçip gidecek. Zaman yeni baştan eskiyecek, büyüsünü yitirecek mevsim. Belki gelecek bahar biz olmayacağız, bir daha cemreler düşmeyecek üstümüze. Hayatın kalbi belki de bizim için ansızın duracak.  İşte ben burada diyorum ki geliniz bu gün en azından bir insanı mutlu edelim. Çatallı yol ağızlarında şaşırıp kaldığımız yerde kendimize, özümüze dönelim. Doğrular ta gönlümüzde.  Amirsek memurumuza, öğretmensek öğrencimize, esnafsak müşterimize, doktorsak hastamıza, gençsek yaşlımıza, yazarsak okuyucumuza en azından bugün sevgi, şefkat, merhamet ve adaletten bir demet yapıp sunalım. Bugün cemreler gönüllerden gönüllere düşüversin. Zira karakışın mesken tuttuğu nice gönüllerin asıl bu cemreye ihtiyacı var. Geliniz, “Irak gönüllerin uçurumuna sevgiden köprüler kuralım bugün”… Gönlümüzün kıyıları bizi bekliyor.
Cemre olup düşelim bizi bekleyen gönüllere…
Sizce düşmeye değmez mi?
                       

 Meryem Aybike Sinan
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 08 Mart 2009, 22:43:30
   Er- Rahman

 
Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma “Rahman “düştü.
                                               (Nurullah Genç)
                                             

“Er-Rahman”

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
                       
Rabbim,
Bu dünya gurbetinde yalnızken, ruhumda alevler tutuşmuşken başka çarem yok. Başka yörem yok yok, başka yönüm yok.Yaradanımsın, sana geliyorum. Sana sığınıyorum bir ikindi vaktinde. Çöllerdeyim. Ruhumda damar damar çatlaklarım var rahmetine muhtaç. Çöllerde seni sayıklayan bir mecnunum, Leylasını arayan. Tüm çölleri , tüm dağları, tüm yokuşları aşmak diler gönül dağım. Bir viraneyim dil hanesinde.
Senden merhamet diliyorum.
Kendimi görüyorum aynada. Bin mezarlık var kalbimin kadranında. Dar-ı dünya kederli, ben kederliyim. Yüreğim karanlık, sensiz seneleri ağırlıyor. Kötülükler firari yeni saatini kuruyor yeni sabahlara. Ben uyanıyorum. Yüreğimi açıyorum, ellerimi açıyorum arz-ı semaya...
 
Rahman ve rahim olan Rabbim,
Bu dünya gurbetinde yalnızım, sana sığınıyorum...
Beni de kat sevdiklerine.
 Cennetine, rahmetine, merhametine...
 
 
Rabbim,
Yağmur yağmıyor artık. Gönül kıyılarımız kurak kerbela misali. Göller kuruyor, çöller uyanık. Hayat uğulduyor son soluk. Çok incittik dünyanın haritasını. Bu yaşadığımız cümle mahlukatın bedduasıdır. Emanetti bütün kainat. Bütün karanfiller barıştı. Cennetten bir parçaydı bütün çocuklar, anneler. Hamisiz sanarak insanlığı, gaddar ve  yüreği kör eller yağmaladı dünya bağını. Dehşet ve hüzün yumağı kıtalar, denizler, yorgun nehirler senden himmet diler... Yanıyoruz rabbim. Rahmeyle cümle mahlukata.  Senin sonsuz  merhametin kucaklasın bizi. Rahmetinin sınırı yok. Şefkatinin denizi büyük. Bizi de kat denizine. İçimde devinen çağlayanlarla açıyorum ellerimi. Yüreğimi koyuyorum senin göklerine...
 
Rahman ve rahim olan Rabbim,
Bu dünya gurbetinde yalnızım, sana sığınıyorum...
Beni de kat sevdiklerine.
 Cennetine, rahmetine, merhametine... 
 
Rabbim,
Dünya kokularını üzerimden silmek ve bir yatsı zamanı gelmek kapına. Sonsuz bir secdeye kapanmak. Ellerimi bağlasam, huzurunda secdeye dursam ve donsam sonsuza kadar. Rüzgarlarına karışmak  yaprak misali... Bu sevdanın düşündeyim. Göğsümde düğümlenen sırlarımı çözsem. Dile gelse günahlarım huzurunda. Hüznüm son bulsa. Göğsüme iliştirdiğim ismin dışında hafızam unutsa bildiğim her şeyi. Duymasam, görmesem, ilişmesem yaşadığım hiçbir şeyi/e. Merhametin ilaç kanayan yüreğime. Sen Rahman’sın. Beni koruyan, gözetensin. Beni yalnız ve ıssız bırakmayansın. Hep yanımdasın. Bana benden daha yakınsın. Sonsuz merhametine sığınıyorum...
 
Rahman ve rahim olan Rabbim,
Bu dünya gurbetinde yalnızım, sana sığınıyorum...
Beni de kat sevdiklerine.
 Cennetine, rahmetine, merhametine...
 
 
Rabbim,
Sen Rahman’sın... Cümle mahlukatı kuşatansın. Şefkatten ,merhametten, rahmetten, iyilikten güzellikten yana ne varsa selsebil üstümüze yağdıransın. Ilık merhametin, ipekten şefkatin, gani gani rahmetin olmasa ben olmam. İnsanlık olmaz. Tufanım olur, tufanımız olur dar-ı dünya. Bir kadim gerçektir sana olan aşkım, aşkımız. Kaderim yanmaksa yıllarca yanarım. Erimek dilerim ateşinde pervane misali. Bu gönül sensiz neylesin nefes almayı. Yaşamayı. Ruhumun adresinde sen varsın. Doksan dokuz adın var. Hayatım kaderin dizginindedir. Sahibimsin, efendim, sultanımsın.Sahip olmadığın  hiçbir şeyim yok...
 
Rahman ve rahim olan Rabbim,
Bu dünya gurbetinde yalnızım, sana sığınıyorum...
Beni de kat sevdiklerine.
 Cennetine, rahmetine, merhametine...
 
Rabbim,
Efendim, Büyük Allahım...
Ulu yolculuğuma yok iken hazırlığım,  gürültülü bir  denizin içinde savruluyorum. Öylesine yalnız, öylesine kederliyim. Kuytularda kalmışım. Mevsimler bir bir geçiyor. Hep geçen baharları özlüyor yüreğim. Bahar akşamlarının  erguvani rengi ruhumdaki sonsuzluğu derinleştiriyor. Hüzünden feracemi giyiniyor  ve cumalardan bir Cuma bütün yaşadıklarımı topluyor, yola düşüyorum. Bu yol beni sana getirecek. Biliyorum. Sana inanıyor, güveniyorum. Diğer bütün yolları geçtim. Şimdi çöllerden geçiyorum.  Rahmetine kavrulmuşum. Dualarım bir yıldız şehrayini senin göklerine yol alan. Onları kabul buyur Rabbim. Beni bağışla sonsuz şefkatinle, merhametinle...
 
Rahman ve rahim olan Rabbim,
Bu dünya gurbetinde yalnızım, sana sığınıyorum...
Beni de kat sevdiklerine.
 Cennetine, rahmetine, merhametine...
 
Meryem Aybike Sinan
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 08 Mart 2009, 22:44:43
Mevlid Kandili


Kandile Düşen Yürekler
 
 
 
Düşüncelerim bin pareye bölündü. Aklımın çatlaklarına binlerce düşünce üşüştü.  Sonra dünyalık telaşlardan soyundum ve koştum sana doğru...
Caddeleri günah sularının arkından beslenen hüzünlü kentlerin üzerine ipil ipil bir yağmur yağıyordu. Sokaklar kalabalık ve dardı. Kimseler bilmiyordu bahçelerin baharı ağırladığını yavaştan. Gül mevsimi kapıdaydı. Bir sümbülün gözyaşları karışıyordu menekşenin hüznüne. Yüreğim kanıyordu ve ağlıyordum üstelik.
Geliyordu işte padişah bakışlı gece.
Kandil’e düşüyordu yürekler
Hayal ırmağı yükseğe akıyordu.
 
 
“Sevgililer Sevgilisi” bir kez daha düşüyordu kalplerin en mutena yerine. Onu söylüyordu ezgiler, ilahiler. Karanlık dünyaların içini ısıtan güneşin eli değiyordu yeryüzüne yeni baştan. Gül mağrur, emin, sevinçliydi... En sevgilinin kokusuna ayarlı gülzarın içine Yunus’un ilahileri yağıyordu. Bu kez mutluluktan deviniyordu masmavi gökyüzü. Her şey onun cezbesi içindeydi. Bir kutlu gecenin şafağı aydınlatıyordu kararan gökyüzünü.
Geliyordu işte sultan edalı gece.
Kandil’e düşüyordu yürekler...
Hayal ırmağı yükseğe akıyordu.
 
 
 
“Titredim efendim, seni andım dün gece” diyen ezginin sözlerine takılıyordu yüreğim. Hüznün melalinden bahtımıza yağan karın üstüne güneş doğuyordu bu kutlu gecede. Bir fesleğen bahçesine düşen gülün sevinci, ruhumdaki hicranın hıçkırık sesini bastırıyordu. Küskün akşamüstleri karşılıyordu gelen kutlu geceyi. Gün batarken en sevgili doğuyordu akşamın karasına. Nisan sürgünlerinin yeşili kucaklıyordu gözlerimi.
Sürgün yürekler dönüyordu yuvalarına.
Geliyordu işte nur takışlı gece...
Kandil’e düşüyordu yürekler...
Hayal ırmağı yükseğe akıyordu.
 
 
Kandil kandil yanıyordu gönül sarayı. Biliyordu artık hangi yüreğe sığınacağını. Hangi gülün solacağını, hangi günün geleceğini, hangi umudun öleceğini biliyordu artık gönül sarayı. Sürgün yürekler dönüyordu yurduna. Karadut tadında bir gecenin içine sığınmak duygusunu düşlüyordu. Bahar yağmurlarına galebe çalan gözyaşlarının dizginleri boşalmıştı. Kırk bir yana savurduğu, küllediği yürek yangınını söndürecek gecenin seline veriyordu hüznünü. Suya akıyordu. Duvara astığı benliğini unutup gidiyordu O’na doğru...
Geliyordu işte bedir akışlı gece.
Kandil’e düşüyordu yürekler...
Hayal ırmağı yükseğe akıyordu.
 
Yıpratan bir rüzgâr kırıp geçiyordu dallarımızı. Hicap ediyorduk unutulmuş duyguların kuytusunda. Yıldızı alınmış gecelerin karanlığında bir nura muhtaçtı gözlerimiz ruhumuz.  Peygamber sözleri, bir yıldız şöleniydi yolumuzu aydınlatan.
 Bu gecede, bu gelen gecede... Onun kokusu var uzak yollardan esen... Onun için açmak yüreklerimizi ardına kadar. Bir asr-ı saadet büyüsü gibi doldursak içimize. Bir ashap şenliğine dönüşse yuvalarımız. Ruhumuzun esrarı çözülse kördüğümleriyle. Yürüsek en sevgilinin ardından ötelerin ötesine...
Müjdecimiz, kurtarıcımız, efendimiz desek...
Yansak, yanılsak, dursak... Kandil kandil tutuşsak yanası…
        Geliyor işte Peygamber kokuşlu gece...
        Kandil’e düşüyor yüreklerimiz...
        Ve…
        Hayal ırmağı çok ötelere akıyor.
 
Meryem Aybike Sinan
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: insanlar_alemi - 09 Mart 2009, 01:27:13
 e103 aro1 11-01
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Gelincik - 09 Mart 2009, 11:03:22

Kandile Düşen Yürekler    11-01   tşkk
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 10 Mayıs 2009, 21:27:12
Vahşetin eli değdi yüreğimize

Orda bir köy var uzakta, şimdi ağlamaktadır…

Kara haber tez geliyor, sarıyor gönlümün ağlarını…

Şaşırıyorum aklım donuyor, kalakalıyorum çaresiz. Kollarım bağlanıyor, yekinip varıyorum hüznün ülkesine… Büyük bir suskunun içine çekiliyorum ansızın…

Ebu cehil devrinden arta kalan insanlar kana buluyor baharı, günü, neşeyi… Yediden yetmişe günahsız suçsuz çocukların, dedelerin, anaların, eli kınalı kızların matemi var yüreğimde… Bu kin ve öfkeyi hangi insanın gönlüne sığar, hangi bilim dalı izah eder?  Bilmiyorum ah! bilmiyorum. Böylesine bir vahşeti yüreğim yürek diyen her yürek anlatamaz. Her yürek taşıyamaz böylesine bir cehli…

Çöllere vuruyorum yüreğimi, çöl yanmak demek… Çöl hasret demek, çöl Hüseyin demek… Çöl bilge demek, çölün bildiğini ben de bilmek diliyorum. Çöl derin bir uykuya dalıyor, çöl yangınları başlıyor yüreğimizde.  Sabrın kanatlarına sığınıyor dualarım.  Bundan böyle ne söylesem yarım kalacak, avuntusuz bir akşamın içindeyim. Savruluyorum ilden ile. Bağrı yanan anaların yüreklerine yağıyorum çöle düşmüş yağmur misali… Orda bir köy olduğunu Ebu Cehil duyurdu bize, vahşette ne aşamalar kaydettiğini bir de.

Ağlıyorum bağrı yanan, ocağı sönen analarla.

Yüreğim yanıyor, dil utanıyor,

Büyük bir suskunun içine çekiliyorum.

Orda bir köy var uzakta, şimdi yastadır…

Ebu Cehil dağlar başında, masum insanları katlediyor.

Dağlar dağımız bizim, bağlar bağımız, bu vatan bizim, bu katledilen yavru fidanlar bizim, bu analar bizim, bu düğün dernekler bizim… Acılar bizim, kan ağlayan yürekler hepimizin. Dayanılmaz acılar var bağrımızda, bizi yaralayan, paralayan, dağlayan.

Şimdi dilimizde sızılı Anadolu türküleri, giden gitti kalan sağlar bizimdir diyen dillere inat, en soylu ağıtını söylemek üzredir… Güneşlerimiz batmış, dağlar kararmış, ruhumuz kıyamdadır. Dicle hala akmaktadır arlanmayası. Fırat kükremededir Anadolu olup. Kenanlı yıldızlar sönüyor, hüzne düşüp. Bilmem kaç kişi duydu acısını, kayan yıldızların hikâyesini kaç kişi bildi, kaç yürek harmanlandı hüzün elinde dağ dağ…

Soğuk rüzgârlar esiyor üzerimize bir bahar günü…

Karalanıyor, şafağın eli. Baharın yeni elbisesi kirleniyor. Kan tutuyor yürekleri.
Kırklarımız katledilmiştir dağlar başında… Ebu Cehil uzaktan gülümsüyor müstehzi.

Yüreğim yanıyor, dil utanıyor, düşüyor ellerimden zamanın sırçası…

Büyük bir suskunun içine çekiliyorum.

Orda bir köy var uzakta, derin bir matemdedir…

Ebu Cehil şimdi dağ köylerindedir, bir karabasan gibi…

Küçük kızların, rükûda düşen omuzların acısı yakıyor kalbimin kadranını… Titriyor içim, bütün kadınların, genç kızların çığlığını duyuyor can evim. Bir derin matem yakalıyor beni, tutuyor ellerimden sürüklüyor, sürüklüyor Bilge Köyüne…
Önce gözlerimdeki bulutlar donup kalıyor. Sonra ruhuma yakan dondurucu karlar yağıyor. Savruluyorum. Bütün evlerin matemindeyim. “Göğsüm daralıyor/ yüreğim yanıyor/ olmasaydı sonumuz böyle” diyen bir ağıta takılıyorum.

Ebu cehil sırtını vermiş barbarlığın en köhne duvarına… Taş devrinden arta kalan sözde insan kalıntıları, taze baharlar devşiriyor dağlar başında utanmayası, arlanmayası, uslanmayası… Rabbim diyorum, ne umutlar tükenmiş, ne yarlar verilmiş vahşetin ortasında… Sevdalar yarım kalmış,  bebekler hamisiz karanlığın ortasında. Mahşeri andıran bir hüzün var şimdi bağrımda.

Yastayım, karanlıktayım. Çok, çok uzaktayım… Doğmamış bebeklere şimdi ağıt yakılıyor. Orda bir köy var uzakta, şimdi ağlamaktadır, yastadır, ziyandadır… Alev alev hardadır. Düyanın görmediği bir vahşeti tanımaktadır. Kavuşmadan ayrılan gelin düşüyor yâdıma.  “Buluşmalar kaldı mahşere diyor” şair…

Gelin ve güveyi kara mezara taşıyor, cehaletin kara eli. Ebu Cehil şimdi her yerde. Bir nisan akşamında kem haberler geliyor, vahşetin eli değiyor yüreğimizin üzerine.

Ebu Cehil şimdi düğün dernekte, insan kıyıyor, rükûdaki canlara mavzer sıkıyor…

Yüreğim yanıyor, göğsüm daralıyor, düşüyor ellerimden zamanın sırçası…

Büyük bir suskunun içine çekiliyorum.

Orda bir köy var uzakta, zifir karalıktadır…

Bir köyün ağıdını söylüyor yüreğim, kayan yıldızların izini sürüyor gönlüm, bir çaresiz efkârdayım… Televizyonların içi boşalmış bültenlerinde bu vahşete bakıp vah vah! Diyenler çoktan unuttu, çoktan daldı dünyanın telaşına, dedikodusuna…

Oysa orda bir köy var uzakta, yüreği yanmaktadır.

Yürekler intizarda, eller duadadır.

Ateş düştüğü yeri yakarmış…

Bizi de yakmalı, bizi de sarmalı acı, bizi de yaralamalı… Bu cehaletin bedelini biz de ödemeliyiz. Huzur medeniyetini unutturduk. Boşalttık içini her ne varsa. “Sevgi, şefkat, merhamet” idi bizi insan yapan, bizi biz yapan…

Biz unuttuk… Çokça unuttuk.

 Bizi biz yapan her ne varsa yele verdik, ellerimizle büyüttük Ebu Cehil’i. … Riya medeniyetinde Ebu Cehil yangınlarını biz körükledik, saldık dağlar başına.

Bir gün sürüyor, matemimiz, acımız. Bu ülkede ağıtlar dakikalık, sevinçler saniyelik, vefa anlık, merhamet tadımlık… Gidenlerin ardından saniyelik acılar yaşıyor vefasız kalbimiz,  bir gün yasını tutuyoruz, unutuyoruz. Çokça unutuyoruz. Kör hafızlar şaşkın, yürekler şaşkın, akıl perişan.

Biz böyle değildik…

Hayretler içindeyim, biz böyle değildik. Peygamberler aşkına, Hakk’a duranlar aşkına, elif aşkına ve sad aşkına biz böyle değildik! Kirli bir el gezinmiş ruhumuzun üzerinden, kirletmiş akça pakça düşüncelerimizi, fikrimizi, kirletmiş bizi, zikrimizi… Biz böyle değildik.

 Yüreğimde onulmaz bir volkan patlıyor, dağılıyorum. Bizi, ıslah et, bizi yeni baştan sağalt, durut, arıt Allah’ım, diyorum, ağlıyor, ağlıyorum.

Acılardayım, dertliyim, bizarım,
Büyük bir suskunun içine çekiliyorum.


Meryem Aybike SİNAN / Haber 7
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 10 Mayıs 2009, 21:58:25
Hükümsüzdür…
 
 
                   “Bir geldi mi ağır ölüm uykusu
                    Biter bu dünyanın dedikodusu”
                                             (Ömer Hayyam )
 

Zaman bir sırça kadehtir, içilir yudum yudum…
Zaman, kafdağının arkasına gizlenmiş bir dilberdir görünmeyesi. İğne oyası edasıyla en bilge hüzünleri dokur kozasında. Ilık bir ürperti olur her gün batımı. Zamanın bu en karası, en onulmazı ellerinden tuttu insanlığın, bırakmayası. Erdem yosun tuttu taş yüreklerin çatlaklarında. Önemli olmak isteminin dışında, değerli olmak düşüncesi ırgalamaz oldu yüreklerin erdemini. Elma kokulu günler unutuldu ve hatıralar bırakıldı biyesi eskil günlerin sandukasına. Özden ırak bir yürüyüşün buruk tadı yaktı genzimizi. Masumiyet giyer oldu eski hırkasını, yürüdü kendine kendine… Kendine sığındı, kendine gitti gelmeyesi.
Yarım kalmış bir ezginin tınısı gibi gitmese de gönlümüzden, zaman çalakalem unutturdu gideni, üç kuruşa düşürdü kent pazarlarına utanmayası… Gelip geçer bir kesretin ucuna tutundu, bedbaht gönlümüz.
Gönül şimdi bir med -cezir meydanıdır, yürek şimdi er meydanıdır…
Harmanlanır acılar bir uçtan bir uca…
 Hüzün ki en ziyade insana yakışırdı hani…
Kanıksadık bütün tanıdık kederleri, kuşandık tüm acıları…
Artık…
Teselli hükümsüzdür.


Sevgililer uğurlanır rıhtımlarda her fırtına sonrası…
Yeni mevsimlere yelken açılır tez elden… Giden gitmiştir, şevksizdir geriye kalan ne varsa… Aşk hükümsüz, vefa hükümsüz, sevda hükümsüzdür. Şafakları öpen güneşin erguvani dudakları, her taze ve yeni günü getirse de saatler hükümsüzdür. Hızlı akan bir anaforun içinde ruh ve beden ayrılmıştır artık hiç buluşmayası... Kesretin ağır ayakları geçmiştir kalbimizin üzerinden, ezilip yaralanmıştır dil hanesi… Kuşku motifleri sarmalamış hayatın kalbini, tükenişin çığlığını duyuruyor her biten sevda, tükenen zaman… Her kent artık bir Sodom ve Gomore’dir. Üzerinde insanlığını satanların tezgâh kurduğu kaldırımlar ağlıyor, dağlar taşlar ağlıyor uyumayası. Yalanın oynak zemininde düşüyor bütün kâğıttan kaleler. Düşüyor insanlık sırça köşklerden, düşüyor yürekler…
Şehirler baştanbaşa maddedir. Yürekler  riyadan yanadır…
İnsanlar birer boşluk, birer kemmiyet…
Artık insanlık,
Hükümsüzdür…


Tükenir bütün sevgiler, aşklar tükenir.
Can tükenir, canan tükenir…
Dostluklar biter bir bir… Hatırası bile yabancı gelen unutmuşluklarımız, unuttuklarımız yığışır seraser, gönlümüzün sergisine… Gülümsemeler ekşir, donar kalır suretlerde. Bir nar fidesi buzul ülkesine sığınır. Baharlar tükenir, güz biter, kış yiter, karışır iklimler. Dört mevsim yedi iklim kuşanmaz olur gönülleri. Bir yüzümüz karanfil idi hani, bir yüzümüz gül-i reyhandı gül ülkesinde. Ne zaman kanadı yüzümüz, ne zaman alnımıza karaçalındı, ne zaman bin bir yüze dönüştük, anneler ne zaman besmelesiz çocuklar sundu çağa, ne zaman eşiklere besmelesiz girildi eksildik, azaldık, tadımız kaçtı. Kendimizden gittik çok uzaklara. Sürüldük kendimizden. Sıradanlık kanımıza işledi, varsıllığımız yokluğa, yalnızlığımız çaresizliğe yürüdü. Kalemlerimiz hokkadan çıkamadı, yazmadık, yazamadık kaderimizi, çizemedik yolumuzu. Anlatamadık ah anlatamadık o büyük sırrı…
Ve bütün mevsimler bitti. Hatıralar islendi, yollar sislendi…
Ebemkuşakları tükendi, gökyüzü renksizdir…
Yürek telaşsız, yürek aşksızdır…
Ve anlıyoruz ki…
Artık gönül bile,
Hükümsüzdür…


Kanıksadık zindanlarımızı…
Tutukluyuz zamana… Zindanımız olmuştur artık zaman… Bütün sözlerin anlamı düşmüştür, kaybolmuştur zamanın karasında… Gönlümüz düşmüştür üç akçanın üzerine, kirlenesi… Vazgeçtik belki yaşamdan, yaşamaktan, umarsız şarkılara sığındık saklanası… Arsızlandık, kördüğümlere dönüşmüş kaderimize ağladık belki, ıslandık yağmurlarda. Üşüdük dostların ihanetinden, sevgi çemberi daraldı, iyiliklerimiz yağmalandı, bilinmedi değeri… Belki kendimize döndük, vazgeçtik her şeyden. Kalbimizi vurduk yalnızlığın duvarlarına, unuttuk, bitirdik içimizde her ne varsa. Ağlayan gözlerimiz denize akıyor, gemilerimiz rıhtımlarda alabora, rüzgârın terkisinde bütün umutlarımız. Kanadı kırık birer kuşuz göçebe, yolunu şaşırası… Uzak iklimlere meyilli kuşlar kafilesi, gibi hayatın etrafında döne döne yorulduk menzile varmayası.
Kahrımız büyüdü, sevgimiz küçüldü, yokuşlarda tıkandık, varamadık menzile…
Kanıksadık zehrimizi, içtik tükenesi…
Artık…
Gayretimiz  bile…
Hükümsüzdür…


Kayıp bir kentin içindeyiz…
Kasırgalara direnen bir barınağın içinde sonsuzu düşlüyor umutlarımız. Gönlümüzde ihanetin ayak izleri, ellerimizde tadı unutulmuş tarçın kokusu duruyor. Işığını yitiren geceler şahittir, şafağını terk eden gün şahittir ki her geçen an yaralıyor, aralıyor bizi… Bir ilkel çığlıktır artık yaşadığımız. Kuzeyin soğuk rüzgârları savuruyor taptığımız karton oyuncaklarımızı, sahte sevgilerimizi. Oysa kırlangıçlarımızı çoktan güney ellerine uçurmuşuz, unutası… İğneli bir fıçıdır yatağımız, ne yana dönsek batan, yaralayan. Modern hayatın içine sıkışmış tek perdeli bir dramın oyuncularıyız konuşmayası. En Sevgiliye giden bütün yolları aşmaya, sevgiliye kavuşmaya ne çok ihtiyacımız var. Rabbimizin rahmet sularında yıkanmak, durulanmak, arılanmak için, göklerden gelen bir mucizeyi diler gönlümüz. Umut maverasından düşmüş olsa da yüreğimiz, unutsak da öteleri, kendimizi kaybetsek de bir el var bizi unutmayan… Her dem merhamet ve şefkatini selsebil üzerimize yağdıran, bir ilahi kudret var…
Bütün varlıkların ihtiyaçlarını kudret ve rahmetiyle gideren Ey Vâfî,
Maddi ve manevi dertlerimizi gideren, afiyet ve sağlık veren Ey Muâfî,
Maddi ve manevi hastalıklarımıza şifâ olan Ey Şâfî,
Artık…
Hayretimiz bile…
Hükümsüzdür.


Meryem Aybike Sinan
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 10 Mayıs 2009, 22:00:25
Unutursun Mihribanım                                       
 
 
Unutmak kolay mı? Deme/  Unutursun  Mihriban'ım
Oğlun kızın olsun hele/ Unutursun Mihriban'ım
                   Abdurrahim Karakoç
 
 
Türkü bütün yüreğimden geçenleri ifşa edip, yıktı hüzün duvarlarını. İçimdeki bütün sarp kaleler, yıkılmaz bildiğim duvarlar yıkıldı, ateşi fitillendi gönlümün. Nerede kalmıştık diyen bir dost sesi gibi ruhumun pervazlarına bir kez daha  kondu türkü, bir serçenin ürkekliğiyle… Telaşlandım, ellerimden düştü zamanın sırçası. Seneler, upuzun senler geçmiş gibi, gerçekten unutmuş ve unutulmuş gibi bir keder doldu ruhuma ve yüreğime. İnledi bedenim. Neden bütün şarkılar, bütün türküler unutmak üstüne, unutulmak üstüne söylerlerdi? Mutlu, şen ve âsude biten ne vardı ki dar-ı dünyada? Sanki “O günü hiç yaratmadık”  diyen bir efsunlu hise tercüman oluyor gördüğüm bütün düşler. Sanki yeni baştan bir sefere çıkıyorum kendi coğrafyama… Kendime gidiyorum sanki, kendimi görüyorum satır aralarında…
“Unutursun Mihribanım” diyen türkü müydü bana bütün bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 
 
 
 
Mihribanım diyorum…
Zaman geçeçek, saçlarıma aklar dolacak…Hatıralar üşüşecek yüreğimin çatlaklarına, gelecek geçmişin isiyle örtülecek. Zaman duracak, bitecek günün gecenin telaşı. Her gün yeni bir yorgunluk saracak dizlerimi, yokuşlarda kalacak, tükenecek yüreğim. Dün, her dem türküsünü söyleyecek usanmayası. Yarın hiç gelmeyecek belki de, yarım kalacak hayallerim ve umutlarım. Çoktan unuttuğum sandığım, kalın feracelerin ardına saklanan eski yüzleri göreceğim düşlerimde, ürkeceğim belki de…  Can ocağım bir daha yanacak hiç sönmeyesi. Cayır cayır tutuşacak…Bütün içli duygular düşecek üzerime, yakası…Benim aşklarım su üstünde salınan bir nilüfer çiçeği gibi miydi  utanılası? Hatırlamıyorum, bilmiyorum, unutmuşum diyeceğim belki de…O zaman anlayacağım ki zaman geçmiş, bütün gazellerini dökmüştür ömrün bağları… Cenneti dünyaya indirmeyi hayal ettiğim günlerin koskoca bir yalan olduğunu fısıldayacak yalan dünya kulağıma, bir başıma bırakacak beni, çaresiz koyacak.
“Unutursun Mihribanım”diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 
 
Mihribanım diyorum…
Kimbilir, hatalarıma ağlayacak, pişmanlığın derin girdaplarında boğulacağım korku tüneline girip. Ne hatalar yaptım oysa, ne günahlar işledim utanılası. Ne kalpler kırdım, ne yürekler yaktım, ne köşkler yıktım, ne canları silip unuttum hatırlanası…Kaç yanağın üzerinden gümrah ırkmaklar aktı benim dağlarımdan. Yaşamak az şey miydi, insan olmak az şey mi? Ne yaptım, neler ettim şimdi hatırlamıyor, yeni baştan silemiyorum hiçbir şeyi. Yıllardır vefa kulelerinden ıpıssız çöllere düşüp, yayan yapıldak seraba doğru koşmuşum meğer. Arınacak ummanlar aramışım, düşülecek sonsuz yollar. Dönülecek bir yuva düşlemişim, ebedi, ezeli ve kusursuz… Sonsuza kurmuşum saatimi, hiç çalmayası. Zaman geçmiş, bitirmiş, eskitmiş hayallerimi, beni, eşyalarımı… Güz gelmiş ve içine düştüğüm derin uykudan  bir türkünün sözlerine uyanmış yüreğim. Ve bir türkünün peşine düşmüşüm.
“Unutursun Mihribanım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 
 
Mihribanım diyorum…
Ve bile bile kendimi yazıyorum…
Bir kırık gençlik hikayesi mi desem, ziyan olmuş bir ömür mü bilmiyorum. Bile bile kendimi yazıyorum işte…Mektuplarım kendi adresime gayrı. Sözlerim kendi yüreğime… Bildiklerim kendime, bilmediklerim kendime. Öfkem, sitemim kendime…Bilerek kendime yazılıyorum. Ruhumu bedenimden ayırdığım  günden beri ırağım kendime, yabancıyım, bizarım. Şimdi gürül gürül kendime akıyorum. Kendimi kınıyorum artık, kendimi paralıyor, kendimi yaralıyor, kendimi aralıyorum… Bir baharım kendime, bir güz. Bir kışım üstünden kar kalkmayası… Yüreğimin bütün kuşlarını saldım. Kuşlar kafilesi misali döne döne özgürlüklerine uçuyor, uçuyor hiç dönmeyesi yüreğimin kuşları... Ben benimleyim artık, ayrılmayası. Ayaklarımın altında çiğnenen bir ömrün solgun gülleri can çekişiyor, zamanı kalbime gömüyorum bundan böyle, zamanı kalbime gömüyorum. Bir yağmur sonrası kara topraktan tüten buram buram bir koku çekiyor, çağırıyor uzaktan sıkılmayası. Koskoca bir rüyanın bitimindeyim.
“Unutursun Mihribanım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 
 
Mihribanım diyorum…
Merhametin sıcaklığını duydum kendi yüreğimde, şefkatin sesini… Dinlediğim bütün türküler gamdı, elemdi, yarımdı oysa. Her kalbin bir türküsü, bir masalı, bir sevdası olmalıydı elbette. Benim yüreğimin türküsü, masalı, sevdası var mıydı o demlerde? Bir yüreğim olduğunu yeni öğrendim oysa. Hayat geçip giderken, bizden de götürdü  her ne varsa. Yükte hafif, pahada ağır neyimiz varsa  götürdü hayat utanmayası, sıkılmayası, arlanmayası… Hayat bizi de götürdü giderken. Bohçalandı ömür feracesi. İliklendi vademizin kopçası. Bir sabah ansızın rüyama değdi vefasızlığın eli, uyandım bir daha uyumayası. Nice gümüş duygular sürüklendi gitti rüyanın seline hatırlanmayası. Oysa az çok bilirdik sevda taşıyan testiyi, aşk dokuyan gönül terkisini,  sesinden tanırdık. Yudum yudum içerdik sonra… Şimdi muhacir yüreğim kendi sürgününde telaşsız, Âsude  bir türkünün ritmine bıraktı kendi…Unuttu işte.
Unutursun Mihribanım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 

Meryem Aybike Sinan
Başlık: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 12 Haziran 2009, 20:57:53
Bu şehirler bu insanlar yaralar beni

Bi vefadır dar-ı dünya kimseyi şad eylemez”
         (Fuzuli)

 Bismihi...

 Unutmuşluğun kıyısında ellerimi açıyorum göklere...

 Geldim, gidiyorum diyen bir mahzun şarkı gibiyim kapında ey sevgili... Ellerime yıldızlardan örülmüş dualar yağıyor. Geceyle gün arasında ırgalanan ruhumu yaslıyorum göklerinin en fevkine. Kandil kandil tutuşan yüreğimde bir yangın telaşı var. Fırat’tan Dicle’ye, Nil nehrine... Sakarya’da bir Yunus ilahisi olup uğuldamak bir ney ahengiyle, gelmek sana, sığınmak… Suların en çaresizi gibi denize koşuyorum. Senin denizine yürüyorum. Bir ikindi zamanı yosun bürümüş sulara gömülüyorum.

 Günah sularının arkından tüm akışlarım, riyasız berrak denizlere bundan böyle, bütün ağlamalarım sana, bütün gidişlerim sana sevgili...

 Bir yeni vakit bekliyorum ruhumda. İçimdeki ayak seslerinden biliyorum. Geldim gidiyorum diyen bir mahzun şarkı gibiyim kapında ey sevgili... Ben dursam da yollar durmaz arkamdan, hüküm bitmez... Rehine bıraktığım yüreğimi topluyor tümüyle sana geliyorum.

 Yoksa...

 Bu şehirler bu insanlar yaralar beni.

İnceden inceye yağan yağmur, minareleri yıkıyor usulca. Dualarım yağmurla serinliyor. Arnavut kaldırımı taşlara yürüyorum tek başıma. Şehrin simsiyah saçları yıkanıyor yağmurun ellerinde. Evler yalnız, insanlar yalnız, ben yalnızım. İzbe sokaklar bilmiyor yalnızlığımı. Kimselerin aklında değilim, unutulmuşum.

 Sultan Süleyman’a kalmamış dünya. Bana da kalmaz diyorum.

 Ve...

 Yürüyüp gidiyorum yalnızlığın üstüne. Ne serüvenler yazılı hatıra defterimin kahırlı yapraklarında. Ne şarkılar söylenmiş hüzünden örülü... Gündelik telaşlar yalancı, hercai saatler çalıyor benliğimizi. Dünya, Şeyh Küşteri’nin beyaz perdesi. Azgın arzuların peşi sıra koşuyorum bu perdenin üzerinden. Düşüyor elimizden gerçeğin sırçası. Hayat gerçeğe yürüyordu oysa biz bunu biliyorduk… Unutmuşuz, çok uzun yıllar geçmiş gibi ruhumuzun kanatlarından düşmüş, bildiğimiz gerçekler. Gerçeklerimiz yüz çevirmiş bizden, öteleri hatırlatan ne varsa kaymış zamanın ellerinden. Sultan Süleyman’a kalmamış dünya. Bana da kalmaz diyorum.

 Rehine bıraktığım yüreğimi toplayıp sana geliyorum.

 Yoksa...

 Bu şehirler, bu insanlar yaralar beni.

Çöllerde kaybolmuş bir yitik Mecnunum Leylasını arayan. Bulutların mahzenine saklanmış bir katre gözyaşıyım, dinmeyen. Merhametin kalbinde ağlayan bir çocuk gibiyim, annesini yitirmiş. Sessiz ve unutulmuş mezarlığın içinde mor bir zambak gibi titriyor ruhum şimdi, yalnızım, kimsesizim, çaresiz kalmışım. Kamıştan bir neyin iniltili sesiyim, hüzzam yenilgilere beste olan... Kışa yenik düşmüş baharların yetimiyim, bütün mevsimlerin bitimiyim uzun yola gidesi... Aklım kelimelerin işgali altında. Senin İrem bahçenin hayali kuşatıyor ruhumu. Senin cennet kıyılarından haber getiren bütün dualarımla sana sığınıyorum en sevgili... Adınla başlamasam güne geceye, ateşten bir kasvet kuşatır beni...

Rehine bıraktığım yüreğimi toplayıp sana geliyorum.

 Yoksa...

 Bu şehirler, bu insanlar yaralar beni... 

Merhametine susamış bir bedeviyim çöllerde inleyen. Bir Yusufçuk kuşuyum dalında asılı kalan, yaralı. Yusuf’a kucak açan bir derin kuyuyum çöl ortasında, dertlere duçar olan. Yakup’um, hasretinden gözleri karalar bağlayan. Gül ve reyhan kokusunu arıyorum Nebiler yurdunda. Sadakatim, İbrahim yüreğinde unuttuğumuz. Ruhu kelepçeli bir esaretim, zindanların görmediği. Bir tenha gülüşüm, yetimin dudağında. Asırlık çınarların gölgesinde uykuya yatmış, gizli bir sevdanın gözyaşlarıyım. Lambaların yakmadığı bir ateşim çerağ çerağ... Yanıyorum. Sana geliyorum bir ikindi zamanı, sana yürüyorum. Gelmesem tel tel çözülüp erimekteyim. Bu dünya gurbetinde çürümekteyim. Adınla başlamasam güne geceye, ateşten bir kasvet kuşatır beni... Şu dünya gurbetinde rehine bıraktığım yüreğimi, toplayıp sana geliyorum.

 Yoksa…

 Bu şehirler, bu insanlar yaralar beni...

 “Ölümden önce davran, daha zaman varken gel” diyen şair gönlü Kehkeşanlar diyarında gezinirken ben sahte saadetlerin tuzağındayım. Gözlerimin göğüne misafir, bütün bulutlar, ağlamaktayım. Unuttuklarıma ağlamaktayım. Nefsin avuçlarında kendimden uzaktayım ah çok uzaktayım. Bir mevsimlik menekşeye kapılan ruhumun taraçalarında hatırladığım nisyan, bir hançer gibi deliyor bağrımı.
 
 Bu defteri kapatmak ve gitmek düşüncesi yağmalıyor aklımı.
 
 Bırakıyorum kendimi nehrin derin sularına. Her ırmak sonsuz bir deryaya akar. Tüm yolların sonunda sen varsın ey sevgili. Meçhul iklimlerden dönüşümüz hep sanadır. Sultan Süleyman’a kalmamış dünya. Bana kalmaz diyorum.

 Rehine bıraktığım yüreğimi toplayıp sana geliyorum.

 Yoksa...

 Bu şehirler, bu insanlar yaralar beni.


Meryem Aybike SİNAN / Haber 7
Başlık: Ynt: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 27 Temmuz 2009, 16:22:55
Ah medya vah medya!

 
Ey her şeyi bilen medya!

Ey her alanda pervasızca kalem sallayan silahşörler!

Ey kendini allame-i cihan zanneden çok saygıdeğer muharrirler, muharrireler,

Bu sözlerim sizedir…

Bu yazıyı uzun zamandır yazmayı düşünüyordum ama sürekli sabır çekmeyi tercih ediyordum her nedense. Belki toparlanırlar, belki birileri kalkar benim adıma da gerekeni söyler, böylece bendeniz de bir polemiğe girmekten kurtulurum dedim. Ama nerde… Çıkmadı böyle bir babayiğit.

Amacım sizinle söz dalaşına girmek değil. Ama unuttuğunuz, kendinizden başka bir şey düşünmediğiniz şu günlerde nacizane ben de edebiyatın alanı dâhilinde bulunan bir yazar olarak size avazım çıktığı kadar  “yeteeeeerrr!” demek, dikkatinizi çekmek istiyorum…

 

Ey kalemini kılıç gibi sallayan silahşör,

Benim çocukluğumda gazete sütunlarında herkes alanıyla ilgili yazardı. Herkes en iyi bildiği sahada kalem oynatırdı. Sonra öyle kitabı olmayan, daha önçeleri değişik platformlarda yazıları yayınlanmayan adamlara hayatta köşe- möşe vermezlerdi.  Mustafa Necati Özfatura “Dış politika yazarıydı”, Nazlı Ilıcak “iç siyaset “yazardı… Ahmet Kabaklı bir gün makale, bir gün fıkra, bir gün magazin yazısı yazmazdı mesela. Her gün en iyi yaptığı fıkra muharrirliğini yapardı. Rauf Tamer, Gürbüz Azak ne güzel yazarlardı öyle kısa kısa ama her konuyu tam on ikiden vuran yazılarını…

Aykut Işıklar bile magazin yazılarını daha bir güzel yazardı.

Henüz şirazesi bozulmamıştı medyanın.

Ve ben de küçük bir okuyucusu idim, o güzel insanları bu gün bile hayırla yâd eden.

 

Ey benim her şeyi en iyi bilen ve tahmin eden müneccim muharrirlerim,

Siz medyayı dağıttınız, siz medyayı bilgi kirliliği olan, her kafadan bir ses çıkan ama asla ahengi olmayan “Bremenin mızıkacıları” orkestrasına çevirdiniz… Bir gün siyaset, bir gün askeri, bir gün dış siyaset, bir gün edebiyat, bir gün magazin, bir gün aşk, bir gün ekonomi, bir gün kuaförlük, bir gün tavukçuluk hatta bir gün tıp üzerine yazı yazabiliyorsa bir yazar, o böyük çok böyük! bir muharrirdir sandınız mesela!

 

Ey kendini her şey sanan kalemşörlerim,

Bu gazeteciliğin asla böyle gitmeyeceğini artık öğrenmenin vakti gelmiş de geçiyor. Siz şirazeden çıktıkça tirajınız geriye ket vuruyor, hala okunmuyor, hala ciddiye alınmıyorsunuz. Kendinizden başka sizi ciddiye alan kalmadı bu ülkede. Düşünsenize kendi kendine âşık olmuş bir yazarın halini?

Halkın durmadan kendini ön plana çıkarmaya çalışan bir yazara saygısı kalır mı?

Kendinizi anlatıp, kendinizi öve öve bitiremiyorsunuz!

 

Dedikodu yapıyorsunuz?

Eskiden Anadolu mahallelerinde dedikoducu kadınlar vardı yedi mahalleyi birbirine katan, emin olunuz ki onlar şimdi sizin yanınızda ne kadar masum kalıyorlar bir bilseniz!

Reytinginizi artırmanın tek çaresi olarak “bizim mahalle” veya “karşıki mahalle” adında iki meçhul mahalle kurmuş, o noktadan kör atışlarla birbirinizi yiyip duruyorsunuz. Bu ülkede mahalle mi kaldı ki yeni yeni mahalleler kuruyorsunuz?

Sanki çok umurunuzdaydı mahallerimiz, sanki üzüntünüzden geceleri uyuyamıyorsunuz. Halkın dertleriyle perişan olmuşsunuz. Sanki başörtülü ve mini eteklinin derdi sizi sardı da ağzınıza sakız etmiş konuştukça konuşuyorsunuz…

Gelin bir gün de her gün onlarca kadının dayak yediği, öldürüldüğü, en insani haklarının dahi ellerinden alındığı güney ve doğu illerimize uzanalım. Ya da yaşı otuzlara vurmuş ama hala işi, aşı olmayan gençlerin duygularını yazalım. Seksen yaşlarında ayakkabı boyayan dedelerimizden söz edelim mesela…

Toplumdaki insan kirlenmesinden söz edelim, nasıl çürüdüğümüzü yazalım gün be gün...

Ama yazmazsınız, yazamazsınız!

Çünkü siz ciddi değilsiniz, samimi hiç değilsiniz, kusura bakmayınız…

 

Ey uzaktan meslektaşlarım olan çok saygıdeğer kalemşörler,

Aranızda hala eli öpülesi birkaç gerçek yazar dışında hiç biriniz bu mesleği hak etmiyorsunuz! Çünkü kalem mesuliyetini kavramaktan öyle uzaksınız ki! Hiç biriniz gerçekçi değilsiniz! Ve hiç biriniz samimi değilsiniz! Halkı galeyana getirip güzelce gerdikten sonra, şöyle gerinip akşam o fasıl senin, bu fasıl benim dolaşıp birbirinize yağ çekiyorsunuz. Yalan mı?

Yalan mı zengin fasıl sofralarınız? Göklere çıkan şarkılarınız…

Ertesi günü o akşam nasıl eğlendiğinizi halka marifetmiş gibi anlatan yine siz değil misiniz?

 

Artık yeter diyorum Ey Medya!

Artık titreyip kendimize dönmenin zamanı değil mi? Bu ülke için, bu insanlar için, yarınlarımız için, geleciğimiz için neden doğruları da değil de politik düşlerinize göre yazılar kaleme alıyorsunuz? Bu toplumu neden geriyorsunuz?

Neden bunca dalkavukluk!

Kime?

Dalkavuk yazar, yağı bitene kadar yazar.

 Sonra mı?

Medya mezarlığı öyle isimlerle doludur.

Vesselam…


Meryem Aybike SİNAN
Başlık: Ynt: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 27 Temmuz 2009, 16:33:24
Ömür Dediğin

 

“Bir insan ömrünü neye vermeli”, diye soruyordu türkü.

Ömür bir anlık. Dünya bir ümit sarayı. Asude gönüllerin hiç gitmeyeceği, ömrün hiç bitmeyeceği bir sarp kale sanılır. Hep yüzün düşünülür yaşamın.... Tasavvurları bir hayale düşene kadar, rüya bitene kadar, gül solana kadar bu geçici bahar. ... Ömür, bir denizaltı olan biçare gönüllere bir anlık, geçici bir heves. Bir kutsal emanet ömür dediğin. Huzur limanına yürüyen bir nazlı peri. Öylesine muhayyel, öylesine sır.  Çağlardan çağlara yürüyen bir yolculuk, bir serüven...

Ömür, rüzgar yeleli bir at, ışık hızında bir kanat, göklerin en fevkine iltica eden bir umut merdiveni... Bir ilkbahar meltemi tomurcuk devşiren,  kökleri yere çekilen çınarları deviren bir kasırga. Ömür, rahvan bir at hayatın kadranında ırgalanan.

Ömür, bahardan kışa doğru yürüyen bir seyyah mevsim mevsim…  Ömür, hiç durmadan devinen menzile doğru…

Ötelere varmak için sora sora yürüdüğün...

 

 

“Harcanıp gidiyor ömür dediğin” diye en büyük gerçeği biliyor türkü.

 Ömür hüzzam bir şarkı gibi dudaklarda acı bir tad bırakan bir mevsimlik gülümseme. Ab-ı hayat çeşmesi gibi ötelere akan  bir hayal, mahmur gönüllere. Acı bir buğu gibi tamamlanacak bir kutlu serüven ömür dediğin. Bütün akşamlar erguvani günbatımlarına uzanacak ömür, mühlet bittiğinde itiraz zamanının bile olmadığı kör ve sağır bir an, anların ötesinde. Bir yolculuk, göklere uzanan merdivenlerde. Ömür, bir kâdim hikayedir söz aralarında. Zamanın terkisinde eriyen bir mum, sofyan şarkıların esrarlı nakaratı hüzzam çalan...

Ömür, terk-i dünya zamanı bırakılan aldatıcı bir sürur...

Hayat merdivenini sıra sıra yürüdüğün.

 

 

“Yolda kalan da bir , yürüyen de bir” diyor türkü.

Yolda kalanın da yürüyenin de ser a ser tattığı, zaman zaman unuttuğu bir emanet ömür dediğin. Hüznün yaslandığı, umutların yol açtığı, sevincin fısıltıyla yanından geçtiği bir derûn-u dildir ömür. Bir kelebek ömrü kadar sandığımız, bengisu pınarlarından medet umduğumuz, cilveli bir gül gibi baharlarda sunduğumuz, akıp giden bir Nildir. Ömür, bahar gibi geçip giden, muhayyel ufuklarda bir daha görülmeyen sincabi  bir tüldür efkarımıza. Ömür, saniyeyi bile şaşırmayan, vakti geldiğinde saliseyi aşırmayan, som devlet kuşudur dallarımızdan çekilen.

Ömür, hazan vakti uzaklara göçen, mekan tutmaz bir göçmendir, ufuklarda kanat çırpan... Ebedi bahçelere varmak için hürriyetine kavuşmuş bir azat köle...

Aşılmazı aşmaya  yora yora yürüdüğün.

 

 

“Savrulup gidiyor ömür dediğin” diye  söylüyor türkü.

Dünya bir rüya ülkesi. Bütün oyunların beyaz perdesi. Takvim yaprağıyla tüllenen gözleri buğulu dilber sandığımız. Hayta gülüşlü saatleri, çapkın hayatı aklımızın hesaplarından, lügatlerden çekerek kalbimizin en ince yerinden O’na yürüdüğümüz, bir mahrem-i esrarımızdır ömür. Söylenmemiş bir şarkıdır bestekarın mızrabında hiç çalınmayası. Kalu Bela şarabıyla mest olduğumuzdan, kendimizden geçtiğimizdendir bu savrukluğumuz... Bütün arzular, elemler, sevinçler yalan. Zamanın sarkacına düşmüş ömür, yalan... Bir zan bütün yaşadıklarımız. “Geldik gidiyoruz” diyen türkünün sözlerinde bütün gerçek. Gerisi yalan.

Belalı suların kıyısında unuttuğumuz bir gemi ömür...

Yüreğimiz ser a ser bir harabı-ı diyar, yara yara kördüğüm.

 

“Bir insan ömrünü neye vermeli? Diye soruyor türkü.

Bir insan ömrünü ötelerin rüzgarına vermeli. Tatlı bir nesim, alıp götürmeli ömrün şafaklarını. Gurup vaktine sevinmeli hüzünlü yürekler, bir gün daha  bitti, demeli. Sevgiliye varmak zamanı geldiğinde düşülmeli yollara nalınsız, namsız. Ömür testisi şefkat, merhamet, sevgi yağmurlarıyla dolmalı, vakti geldiğinde çamçak çamçak içtiğin…Ömür hesaplı harcanıp, hesaplı yaşanmalı. Ömür bir  sermaye ötelere gitmek için, kaybetmemeli, yitmemeli, bitmemeli hesapsızca... En sevgiliye varmak için, ömür sürmeli. Hayat, akıp giden bir pınar testilere dolmayan

Ömür, ötelere varmak için tüm aşılmaz dağları kara kara yürüdüğün...

Hayat merdivenini sıra sıra yürüdüğün.

Bir emanet, bir emanet, BİR’e doğru yürüdüğün.

  
"http://www.youtube.com/v/6CaxycJjYCw&hl=en&fs=1&"


Meryem Aybike Sinan
Başlık: Ynt: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 10 Ocak 2010, 22:06:33
İzdivaç programına gelenler hangi ülkenin ihtiyarları?

“Yaşlı bir adam, yolda iki kat olmuş, bastonuna dayana dayana güç bela ilerliyormuş. Öyle ki neredeyse yüzü yere değecek kadar belini kaldıramıyormuş.
 

  Babasının elinden tutarak yürüyen küçük bir çocuk, bu ihtiyarın yerde bir şey aradığını sanıp babasına:

—Baba, bu dede yerde ne arıyor? diye sormuş.

İhtiyarın neyi kaybettiğini iyi bilen babası:

— Gençliğini arıyor yavrum gençliğini! demiş.”

 Sütun komşumuz Sevgili Hocam Prof.Dr. Osman Özsoy’un son yazısını okuyunca “Özsoy Hocam keşke şu sözde izdivaç programlarını da yazsaydınız” diye iç geçirdim.

 Sonra sen ne güne duruyorsun dedim ve günlerdir içime dert olmuş bu mevzu böyle bir yazıya dönüşüverdi.

Geçtiğimiz günlerde malum gripten bendeniz de yataklara düşünce yattığım yerden televizyon kanallarına takıldım. Bilmediğim, daha önce hiç seyretmediğim programlara tesadüf ettim.

Bir yığın gereksiz programdan sonra en gereksiz ve saçma bir programa yolum düşünce açık söyleyeyim ki yattığım yerde kahrettim, utandım, içim acıdı. Bir izdivaç programı, sunucu komik mi komik! Stüdyo tıklım tıklım insan kaynıyor.

Hemen hepsi sözde eş aramaya gelmiş!

Her yaştan ve sosyal tabakadan insan var. Ama beni en çok şaşırtan yaşı bayağı geçkince kadın ve erkeklerin bu programlara katılıyor oluşuydu. Babaanneler, anneanneler, dedeler! Bir zamanlar geldikleri zaman ayağa kalktığımız elleri öpülesi, dualarına her dem muhtaç olduğumuz, tecrübeleriyle, arifane sözleriyle ışık olup aydınlatan o şefkat abidelerinden artık eser yoktu ekranda gördüğüm bu insanlarda.

Aşk arıyorlardı, eş arıyorlardı, para-pul, mal mülk arıyorlardı! Aslında birçoğunun neyi aradığını da anlayamadım ya… Can sıkıntısından kendini stüdyoya atanlar da cabası… Özellikle kadınlar çoğunlukla emekli maaşı arıyorlardı! Ne vahim, ne acıklı ve ne rezil bir durum Allah’ım…

Belki eş, belki gençliklerini arıyorlardır bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki evlerin beti bereketi olan ihtiyarlarımız da çok tuhaf haller içindeler artık!
Sokaktaki gençlere taş çıkartıyorlar!

İçim sızladı. Bir çaresizlik sardı duygularımı. İhtiyar hallerinin bu son deminde yollarına çıkan türlü yabancılardan medet uman bu insanlar hangi ülkenin kimsesiz yaşlılarıydı acaba?

Ne olmuştu da etraflarına aldırmadan, geriye kalan yıllarına göz atmadan böylesine yollara düşmüşlerdi? Bu saatten sonra hangi efsunlu sevdanın ellerinden tutacağına inanıyorlardı ki! Hangi aşk gelip kendilerini bulurdu ki! Önce telefonda, ekranda beğendiği kişiye bağlanan sonra da ikamet ettiği şehirden kalkıp gelen ve o kişiyle yüzleşen ve büyük çoğunlukla beğenilmeyip rezil olan bu ihtiyarlara gerçekten içim acıdı.

Üzüldüm çok üzüldüm. Sonra kendim de dâhil bu ülkenin okumuş yazmış bütün aydınlarına kızdım.

İslamiyet yaşlıya hürmeti emreder.

“Eğer beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belalar üzerinize sel gibi dökülecekti.” (Beyhaki)

Belli ki ihtiyarlarımız mutsuzlar, yalnızlar, çaresizler. Belli ki manen birçok gerçeği kaybetmişler. Geçmişlerini, geleceklerini, kendilerini! Bu mutsuzluklarının televizyon stüdyolarında sona ereceği sanrısıyla kalkıp gelmişler. Sunucu hanımların yarı alaylı amca; teyze iltifatlarına mazhar oluyorlar!

Beğenilmiyorlar çoğunlukla.

Elektrikleri alamıyorlar öteki muhatap yaşlılar!

Allah’ım bu bir rezillik!

Dedelerimiz, ninelerimiz bu hale nasıl geldiler? Hangi silindir geçti üzerlerinden, ruhlarındaki mana halesi nasıl söndü, öteleri neden unuttular? Sorular, sorular… Tam iyileşeyim derken üzüntüden daralıyorum bu kez!

Bu kadınları ben tanıyor muyum? Var mı çevremde böyleleri?

Ya bu dedeleri? Yok, yok bırakınız tanımayı, bilmek bile istemiyorum artık. Hayal kırıklığı içindeyim. Zaten benim muhitimden yok böyleleri. Benim başında beyaz yaşmaklı Perihan Teyzem var, Elif Teyzem, Bergüzar Teyzem var… Bu Teyzeler başka ülkelerin teyzeleri olsun!

 Evet, beli bükülmüş ihtiyarlarımızın büyük yekûnu çok şükür ki ibadet ve taat ile neşveli ve hallerinden şükürle bahsederler. Ama televizyon ekranlarında gördüğümüz bu yaşı başı geçkin amca ve teyzeler, bu ülkenin eli ve dili dualı ihtiyarları olmasa gerek. İhtiyarlık üzerine derin düşüncelere dalıyorum. Birgün mutlaka yolumuzun düşeceği o menzilde nasıl yaşamak lazım gelir ki diye iç geçiriyorum. Ruhum daralıyor.

  Aklıma Üstad Bediüzzaman’ın ihtiyarlık üzerine söylediği o mükemmel sözleri geliyor:

 “Sizi temin ederim: Eski Sait’in on senelik gençliğini bana verseler, yeni Sait’in bir senelik ihtiyarlığını vermeyeceğim. Ben ihtiyarlığımdan razıyım, siz de razı olmalısınız”

 Yaşlılık zor bir dönem, bunu kabul etmek lazım ama Allah ve ahiret inancı olan bir insan bunlarla teselli bulur ve ölümü daha fazla düşünerek ibadetine kendini verir. Dünya lezzetlerine kendini kaptıran insanlar da bu yaşlılarımız gibi rezil olurlar belli bir yaştan sonra.

 Yine Bediüzzaman Hazretleri bu konuyla alakalı olarak:

 “En karanlıklı, en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık, en acı ve dehşet verici ayrılık, inançsızların, yasak eğlence ve zevkler peşinde koşan kimselerin ihtiyarlık ve ayrılıklarıdır.”İmandan gelen nur” sizlerin ihtiyarlıktan gelen karanlık, gaflet, üzüntü ve acılarınıza kâfi gelecektir. Yoksa bu hal gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça davranışlarına dalarak ihtiyarlığını unutmakla kazanılmaz”.

 Bu sözlerin üzerine daha ne söylenebilir ki!

 İzdivaç programlarının bu ülkeye, genç ve yaşlı insanlarımıza büyük zararlar verdiğini düşünüyorum. Onurları kırılan; belli bir yaştan sonra ekran başında milyonlara yalan söyleyen ve rezil olan ihtiyarları ne görmek ne de bilmek istiyoruz.

 Benim dünyamdaki yaşlılara özlemim kat be kat artarken bu tür yaşlıları bana izlettirip algılarımdaki eli öpülesi yaşlıların hatırasını kirleten bu tür izdivaç programlarını kınıyor, izdivaç meraklısı yaşlılara da Allah akıl fikir ve biraz da zikir versin diyorum.

Allah hepimize hayırlı ihtiyarlık nasip etsin!

Meryem Aybike SİNAN / Haber 7
Başlık: Ynt: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: D®agon - 10 Ocak 2010, 22:13:36
Samimi ve içten bir yazı olmuş  akss
Gençlerimiz zaten uykuda,yaşlılarımız onlardan da beter olmuş.
maneviyatını yitirenler böyle maskara oluyorlar işte.Çok yazık  cry2
Allah sonumuzu hayır etsin  dduuaa
Başlık: Ynt: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: Black_house - 10 Ocak 2010, 22:37:31
amin...   hug1
Başlık: Ynt: Meryem Aybike Sinan
Gönderen: gece_mavisi - 13 Şubat 2010, 01:25:23
VEFA RÜZGÂRI

Hep yüzü düşünülür yaşamın.Hep yüzünden bakılır aynaların. Aynalar yalan söyler. Aynalar hercai.Fallardan medet umulur, düğümler öyle çözülür. Devir böyle bir devirdir. Bir çekirge bakışlı gece, iner günün üstüne. Çatlar kabuk bağlamış yüreklerin mahzenleri. İsyan ve sancılar, seherlerin hüznüne sarkar.Kim söylemişti hatırlamıyorum. “Zaman yosmadır”, diyordu şairin biri. Vefasızlığın ellerinde zaman, yosmadır. Zaman değince üzerine, mavi solar,beyaz kirlenir. Adı kalır sayfalarda, zaman taştan sert... Bunu yıllar bilir.
Ardından yeni yıllar gelir.
Her gelenden bin sadakat beklenir.
Vefa, artık İstanbul civarında bir semtimizdir.


Vefa rüzgarı, bizim semte uğramayalı ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Aylar geçiyor, yıllar geçiyor, bu rüzgardan haber alamıyorum. Zaman akıyor. Ruhumuzu avuçlayan keşakeş kavgalara duruyor benliğimiz. Bilmediğimiz, sorgulamadığımız,üç günlük kaygılar örtüyor ufkumuzu.
Mahrem-i esrarımız, çapkın rüzgarların diline düşmüş. Yapılan tüm iyiliklerin üzerine kar yağıyor. Bin serzeniş düşüyor üzerine. Lime lime olan bakışlarımız elemli, firkatin kadranında. Dimağlarımıza vesvese yağıyor.Tılsımlı zamanlar gitti gideli, vefasız yağmurlar yağmalıyor ruhumuzu... Salkım saçak sevgiler düşmüyor yüreğimizin kuytularına. Sevgiler yalın ayak. Kıymıkları acıtıyor içimizi. Ruhlar kurak ve firari.
Gönüller, kayboluyor eflatun düşlerin sadakatine...
Vefa rüzgarları esmiyor semtimize...


Özlemle bekleyen bir yüreğe, sevgisi ertelenmemiş bir gülü uzatmak... Düşüncesi bile sızmazken ruhumuza, sebepsiz ayrılıklar keser cezamızı. Sürgünlere düşer yüreğimiz.Kan kırmızısı şafaklar gözyaşlarıyla ıslanır. Bu kaçıncı uykusuzluk, kaçıncı yalnızlığımızdır? Günbatımları hüznümüzü kamçılar.Duyguların taş duvarlarını yıkıp geçen vefa rüzgarları uğramazken semtimize, demet demet sevgi sözcükleri yalandan düşer önümüze. Yalancı güzellikler sahte cilalarla parlatır ufkumuzu... Hangi sabahlara günaydın! diyeceğimizi bilsek de , hangi dikenin kanatacağını, hangi rüzgarın üşüteceğini öğrensek de, hangi dalın kırılacağını bilmez kırılganlığımız.
Güneş çerçevelenir riyanın cilasıyla...
Ancak...
Vefa rüzgarları bir türlü esmez üstümüze.



Yusuf’u zindana mahkum eden sadakat,vefa, biz de adı hiç anılmayandır. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen bir kültürün içinden öğrenmediğimiz, içimize katamadığımızdır vefa... Ebubekir’i, Ebubekir sıddık yapandır... Hz. Ömer ile vefa yarışında tarihe düşen adımlar atmasıydı onu yüce kılan. Biz böyle gönül erlerini de unuttuk. Unuttuklarımızı saymadan, kapı artlarına kitlediğimiz hatıralar içinden bir türlü görmediğimiz, göremediğimiz vefa esintisi, bir yaprağı bile kıpırdatmadan uyur kalır düşlerimizde. Deniz taşı örtmezken, bulutlar güneşi sonsuza kadar kapatmazken, bir insanın kalbinde hiç uyanmadan bekler. Sonsuza kadar. Yeryüzünde sadece insana mahsus bir yetidir böylesi bir hiçlik.
Bağbozumu günlere dakikalar kala, gün kararıp gölge düştüğünde aynaların üzerine bin kirpik ıslanır üşenmeden. Gün yüzü görmemiş duygular, çoğaldıkça çoğalır. Bir yüzü kırılır aynaların.
Vefa solgun bir ay ışığı, iner çöllere...


Uzak bir ülkenin, dilini bilmediğim ağıdı olup, titrer kalbimin derininde buz kıvamında bir türkü. Beden kendi başına, ruh kendi başınadır.... ölüm çağırır ansızın. Güneş solar, mum tükenir.Son nefesinde bir adam vefayı düşünür. Helalleşemedikleri, sevdikleri sevmedikleri,sevinçleri,hüzünleri geçer aklından. Şeyh Küşteri’den beri hiçbir yönetmenin perdeye aktaramadığı bir sahne geçer zihninin beyaz perdesinde. Takvimler donar kalır duvarda. Akşamın kızıl saçlarında bir gün kaybolur. Vefasızlık sonsuzluğa demlenir...
Akıbet gelir geçer demişler.
Ve ...
Bizi de bulur.

         
Meryem Aybike SİNAN
Başlık: Gündemde Muhteşem Süleyman var!
Gönderen: Black_house - 12 Ocak 2011, 14:14:29
“Muhteşem Yüzyıl” adeta tarihle, geçmişimizle alay eden, küçük düşüren, Osmanlı Hanedanını kadın düşkünüymüş gibi gösteren tamamen reyting kaygılı, içinde erotizm varsa seyredilir mantığıyla ekrana getirilen bir dizi olarak gündemdeki yerini koruyor ne yazık ki!

“Muhteşem Yüzyıl” ,“Muhteşem Rezalet’e” dönüşmüş durumda.

Bu filmin ne amaçla yapıldığı ortada. RTÜK’e şu ana kadar yüzbini aşan bir tepki şikâyeti var. Bu diziye doğal olarak en çok muhafazakâr kesim tepki koydu. Bu duruma “ ne kadar güzel, halk tepki veriyor” diye içten içe sevinsem de yüreğimin bir yerinde medyadan siyasilerimize, bürokratlarımızdan iş adamlarımıza, halkımıza içten içe kızıyorum, sinirleniyorum.

Sinirleniyorum, çünkü “Böylesine önemli tarihi kişilerimizi bugüne kadar sinemaya aktaramamak kimin suçu? Hala çağ açıp kapatan Fatih’i, İstanbul’un Fethini bile sinemaya aktaramamışız ne yazık ki!

Böylesine yüksek perdeden tepki koyanlar akşam olunca dizinin başına oturup heyecanla, merakla ve umarsızca bu rezaleti seyredecekler siz hiç merak etmeyin! Çünkü “Fatmagülün Suçu Ne?” “Aşk-ı Memnû” dizilerine de aynısı yapıldı. Ama ilginçtir ki, söz konusu diziler reytingde hep zirvede olmaya devam ettiler.

Biz tarihimize yeterince eğilmedik! Tarihimizi hep başkalarından öğrendik, başkalarından dinledik, başkalarından seyrettik. Ünlü bayrak şairimiz Arif Nihat Asya’nın deyimiyle tarihimize yüz vermedik!

“Tarihine yüz vermeyen
Tarihten yüz bulmaz olsun!
Kendisi de benzeri de
Olmaz olsun, olmaz olsun!”

Bu dizi gündeme gelince mi Muhteşem Süleyman’ı hatırlayacaktık? Böylesine büyük tartışmalara girişecektik?

Tam iki yıl önce Kıymetli Ablacığım Yazar Muhterem Yüceyılmaz’ın Kanuni’yi, Hürrem’i ve kızları Mihrimah’ı anlattığı  “Mihrimah Sultan”  adlı romanı Nesil Yayınlarından çıktığında kitabı ilk okuyup hakkında değerlendirme yazısı yazan bir yazar olarak ” Bu kitap televizyon dizisine aktarılmalı ”  demiştim. Hatta bazı televizyoncu ve radyocu arkadaştan yazarı ve kitabı dikkate almalarını rica etmiştim!

Mesela tarihi gerçeklere sadık kalınarak yazılmış bu kitabı kaç muhafazakâr biliyor veya kaç kişi satın alıp okudu? Zira kitap hala birinci baskıda! Oysa kitap hem dil; hem üslup, hem tarihi gerçeklik anlamında mükemmel bir kitap.

Bu kitapta Muhteşem Süleyman bir çapkın değil, sâdık bir âşık, seven bir eş! Çünkü o hayatı boyunca tek bir kadına âşık, tek bir kadını seviyor. Hürrem Sultan’ı!

Kanuni unvanıyla anılan Muhteşem Süleyman, dünyaya hükmeden, fethettiği yerlere nizam ve intizamın yanında, hak ve adâleti hâkim kılan, dönemin en zirvesi diyebileceğimiz bir din adamını; Şeyhülislamı Ebusuud Efendi’yi yanından ayırmayan dindar bir kişiliktir! Ancak Kanuni Sultan Süleyman bir cihan imparatoru da olsa, her şeyden önce insandır ve erkektir!

Onun da zaafları vardır! Hepimiz gibi, her insan gibi onun da zayıf olduğu tarafları vardır ve bu onu küçültmez. Karşı cinsten birine âşık olmak, hiçbir din tarafından küçültücü bulunmaz. Gerçek bir aşksa şayet bunun yasağı da yoktur zira.

Muhteşem Süleyman, sanatçı ruhludur ve güzel olana, seçkin olana, derin olana zarif ve estetik olana bir ilgisi vardır. Severek evlendiği nikâhlı karısı Şehzade Mustafa’nın annesi Mahidevran’a olan muhabbeti ne yazık ki Hürrem’i görüp tanıdıktan sonra zayıflar ve nihayetinde iki kadının zaman içerisindeki rekabetleri, güç savaşları Hürrem’in galibiyetiyle sonlanır ve Mahidevran Şehzade Mustafa ile Manisa’ya gönderilir!

Zira Hürrem güzel olduğu kadar zeki ve çekicidir. Kanuni’ye seferlerde bile ulaklarla durmadan aşk mektupları gönderir, şiirler yazar! Sevdiği erkek için aklı durmadan yeni ve etkileyici planlar yapmaktadır. “Bu erkek beni seviyor, benimdir” mantığıyla asla hareket etmez Hürrem! Yani bilindik kadınlardan değildir. Tarihe de “Haseki Sultan” olarak bu yönleriyle damgasını vurmuştur zira!

Böylesine hırslı, güzel, akıllı ve sanatkâr bir kadın dururken artık Muhteşem Süleyman’ın gözünde diğer sıradan kadınlar yoktur! Çünkü Hürrem, hem yüreğini, hem de aklını tümüyle kaplamış, gözü başkasını görmemektedir!

Sarayda evet harem dairesi vardır ama bu filmdeki görevleri ifa etmek amacıyla kurulmuş, zannedildiği gibi cinsellik çağrıştıran bir kurum değildir. Sarayın günlük işleyişinde hizmet işlerini üstlenecek eğitimli kadınları yetiştirecek bir kurumdur harem. Hürrem bu kadınların hiç birine zaten geçit vermez ve onlar eğitimlerini tamamladıktan sonra üst rütbeli subaylarla evlendirilip saraydan uzaklaştırılırlar. Yani onların Kanuni ile münasebetleri Hürrem tarafından imkânsıza dönüştürülmüştür. Zaten Padişahın da başkasına meyli kalmamıştır!

Bu filmde Muhteşem Süleyman anlatılacaksa ancak bu çerçevede anlatılabilirdi. Uzun seferlerde dönüşlerini Hürrem ile geçirip tekrar seferlere çıkan ve sadece âşık olduğu Hürrem ile yazışan bir padişah vardır.

Kanuni Sultan Süleyman dönemi asla böyle anlatılmamalı idi. Bu senarist, yanına bir Tarihçi, bir Türkolog ve Sanat Tarihçisi almadan böylesi her anlamda zengin bir dönemi anlatmaya yeltenmemeli idi. Çünkü filmde dönemi anlatan hiçbir kültür öğesi yok. Deformasyona uğramış bir kültür, baştan aşağı bir rezalet anlatılıyor! Mesela;

Bu dönemin Sultan’üş Şuarası Bâki nerededir?

Ya dönemin Şeyhülislamı Ebusuud Efendi? Kanuni ki onun fetvalarını yanına defnettirmek isteyecek kadar saygı duyup yanından ayırmıyor, onsuz mührünü basmıyor hiçbir yere! Sahi nerdedir bu Ebusuud Efendi? Anlaşılan senaristin tek derdi Kanuni’nin “Harem” maceraları imiş!

Senarist tarihi tekerrür ettirmemiş, kendi hezeyanlarını kusmuştur! Zira bir insanın küpünde ne varsa dışarıya o sızarmış…

Sözlerimin başında ne demiştim, biz kendi tarihimizi kendimiz yazmazsak başkaları yazar! Şerefimizle yazdığımız tarihimizi böyle ahlaksızca silerler işte!

Öyle değil mi?

Muhabbetle Efendim!

Meryem Aybike Sinan – Haber 7