Sorular ve Cevaplar => Kitap dünyası => Edebiyat ve Hobi => Bilgi Bankası => Dergi dünyası => Konuyu başlatan: D®agon - 30 Eylül 2008, 23:57:35

Başlık: Semerkand Dergisi
Gönderen: D®agon - 30 Eylül 2008, 23:57:35
(http://img2.blogcu.com/images/u/m/e/umeyme/yunusfoto5.gif)
BU NEFİSLE NEREYE?


İnsanın nefsi günahı celbeder, günahı keyif, rahatlık gösterir. Çeşitli tutkuların ateşiyle yanan nefs, günahı harman yeri gibi doldurup işler.

İmam Kastalânî Hazretleri, Mevâhib-i Ledünniye adlı eserinde, günah işlerin insanlara ilâhî feyzi ve merhameti kestiğini, kalbi katılaştırdığını ve şeytana uyan insanın azgınlaştığını beyan buyurmuştur. Onun için, isyana giden nefsin tevbe etmesi gerekir. İlâhî huzura ulaşmak isteyen insanın birinci vazifesi salih amel ve Cenab-ı Hakk’a itaattır. Kişiyi bunlara ***üren rehber de ilimdir, bilmektir.

İnsanın lisanını ilmin cevheriyle süslemesi lazım gelir. İlimden, bilmekten maksat nedir? Hayırla şerri seçmek, dünya ile ahireti tanımak, Rabbini ve nefsi bilmektir. Bu halleri bilen kimse amele geçer ve tevbeye ulaşır.

Günah, kişiyi cehenneme çeken bir kement olduğu gibi, tevbe de insanı Allah’a çeken bir nurdur. İnsan tevbeyi ahlâk-ı hamide haline getirirse, o zaman nefsin sıfatları kaybolur ve kâmil bir hale erişir. Bu yüzden insan önce nefsini bilmelidir.

Rasulullah (s.a.v) Efendimiz, “En büyük düşmanın, iki kaşının arasındaki nefsindir.” buyurmuştur. Ârifler, nefsin iki büyük başı olduğunu, birinci başının iki kaşımız arasındaki birleşme yeri olup, bununla akla, gözlere, kulak*lara, kalbe, dile... tesir ettiğini; ikinci başının karında bulunduğunu ve bununla da mideye ve avret yerlerine tesir ettiğini söylemişlerdir.

Yine Rasulullah (s.a.v) Efendimiz: “Ya Rabbi, bana doğru yolu göster. Beni nefsimin şerrinden koru.” demek suretiyle nefsin şerrini bize öğretmiş bulunmaktadır.

Nefsini bilmek, mesela yılanı bilmek gibi değildir. Esas olan yılana sokulmamaktır, nefsi bilmek de onun ayıplarını görüp ahirette kendisini rezil-rüsva edeceğini bilmektir. Fakat nefs kendini gizler, nice çirkin hallerini güzel gösterir. Aynaya bakan çirkin kişinin de kendini beğenmesi gibi, insan kendi amelini nefsinin vasfıyla güzel görür. Yani kendi kusurlarını, ayıplarını bilip teşhis etmek zordur. Onun için nefsin ıslahı tasavvufî hayatın en büyük meselesi olmuştur.

İnsanoğlu iki varlığın ortasındadır. Bu iki varlık melek ve hayvandır. İnsan, hayvandan üstün yaratılmış olmasına rağmen, şehvet, gazap ve çirkin huylarıyla terbiye edilmezse hayvandan daha aşağı düşer. İnsanı insan eden imanı, aklı, ilmi, ibadeti, sadakati, ahde vefası, vakarı, haysiyeti, beşeriyete hizmetidir. Bu saydığımız sıfatları haiz olan insan da melek makamına yaklaşır.

Melekler günah işlemez. Allah’ın emrettiği vazifenin dışına çıkmaz. Kendileri cennet ve cehennem mesuliyeti içerisinde değillerdir. Lezzetleri ibadetlerinin ve vazife-i kudsiyelerinin içindedir. Bizler melek vasfında olmak istersek, ibadet ve taatımızın lezzetine varmamız, bunun yolunu bulmamız lazım gelir.

Alemin yaratılmasından maksat insanın varlığıdır. Bütün mevcudat insanın menfaati için halkedilmiştir. Allahu Tealâ; “Herşeyi insanoğlu için yarattım. İnsanı da kendim için yarattım.” buyurmuş*tur.

İnsanın üstünlüğü, bedeninin kuvvetli olmasından dolayı değildir. Öyle olsaydı fil ve deve daha üstün olurdu. Bu üstünlük ömrünün uzun*luğuna da bağlı değildir. Zira kaplumbağa ve başka bazı hayvanat insandan daha çok yaşar. İnsanın fazileti rütbe, mal ve ziynetle de ilgili değildir. Öyle olsaydı tavus kuşu süslü haliyle insandan üstündür.

İnsanın üstünlüğü, Allah Tealâ’yı tanıyıp, O’nun vahdaniyetine iman etmesindendir. Allah Tealâ’yı bilen kimse çoban bile olsa, çok bilgili ve alimdir. Allah Tealâ’yı bilmeyen kimse de profesör bile olsa, hiçbir şey bilmemiş sayılır.

Dünyadaki her şey, meşru olarak faydalanması için, insanın emrine verilmiştir. Kimisini yeme-içmede, kimisini giyinmede, kimisini koklama*da ya da seyretmede istifade edecektir. Fakat bütün bunlar ancak İslâm dairesinde kalmak kaydıyla serbesttir. Bu hususlarda peygamberler, evliya ve ulema yol gösterici olmuşlardır. İnsanoğlu da onların yolundan gitmezse özellikle asrımızda görülen süfli hayata düşer.

Hasılı, nefs ıslah ile her hayırın başı, isyan ile de her şerrin kapısı olmuştur.


Mehmet ILDIRAR

Semerkand Dergisi
Başlık: Semerkand Dergisi
Gönderen: aleyna - 01 Ekim 2008, 08:36:34
 aarroo dragon    tşkk
Başlık: Semerkand Dergisi
Gönderen: D®agon - 22 Aralık 2008, 18:23:35
BEN DERVİŞİM DİYENE..


Dervişlik, belki her müslüman için arzu edilen bir ideal olması gerekmesine rağmen, yeterince nefs muhasebesi yapmadan “Ben dervişim!” diyebilir ve bu sıfatımla övünebilir miyim?

Bakara Suresi’nin 156. ayetine göre hepimiz Allah’a gidiyoruz: “Biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz.” Her insan, Allah’ın yarattığı bir varlık olduğuna göre asırlardır yoluna devam eden bu kervanın yönü, varoluşun tek kaynağı olan Allah’tır. Bazılarımız bu yolda bir köşede oturup bekliyor olabilir; bazılarımız çarıksız ve yaya, bazılarımız atlı… Bu varoluş serüveninde, farklı yolculuk biçimleri içerisinde her çeşit insan görmemiz mümkündür. Derviş olanı herkesten ayıran nedir? Yoluna şuurlu olarak devam etmesi… O kutlu kişi, nereye ve kime varacağını bilmektedir. Aynı zamanda onun, adı aşk olan ve tükenmeyen bir yakıtı vardır:

“Dinle sözümü sana direm özge edâdır
Derviş olana lazım olan aşk-ı hüdâdır.”
(Sultan Veled Hz.)

Derviş, Allah’ı arzular; çünkü O’ndan gelmiştir ve O’na aittir. Bundan dolayı, açılana kadar ilâhî kapının eşiğinde durmayı göze almıştır. Dervişlik, yiğitliktir; her kişinin değil, er kişinin başarabileceği bir iştir. Eren olup pîr’e varmak, ancak onun hakkıdır.
Dervişlik, belki her müslüman için arzu edilen bir ideal olması gerekmesine rağmen, yeterince nefs muhasebesi yapmadan “Ben dervişim!” diyebilir ve bu sıfatımla övünebilir miyim?
Herkesten bir farkı olmayan hatta herkesin gerisinde kalan ben, nasıl dervişlikten bahsedebilirim ki! Gönlü Allah aşkı ile kaynayan nice dervişler bu dünyaya rahmet deryasından nurlar saçarken, bütün edep sınırlarını zorlayarak rahatlıkla ‘ben dervişim’ denebilir mi? Eğer diyecek olsam Derviş Yunus bana şöyle seslenmez mi:

Dervişlik der ki bana, sen derviş olamazsın
Gel ne diyeyim sana, sen derviş olamazsın.

Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın.

Derviş bağrı baş gerek, gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek, sen derviş olamazsın.

Doğruya varmayınca, mürşide ermeyince
Hak nasip etmeyince, sen derviş olamazsın.

Ele geleni yersin, dile geleni dersin
Böyle dervişlik dursun, sen derviş olamazsın.

Her zaman ‘hakkımı arıyorum’ diyerek Allah’ın bana tahakkuk eden tahsisatına isyan eden ve bunun sonucunda pek çok insanın gönlünü kıran, verilmiş nimetlere şükredemeyen, musibetlere sabredemeyen ben, kaderin hangi safhasına razı olabildim ki ‘ben dervişim’ diyebileyim!
Dervişlik bir rıza lokması değil midir? Onu yiyebilecek ve hazmedecek yani hayatının her ânında meydana gelen her oluşun Sevgili’den geldiğini hiç unutmayacak kişiler, dervişlik hırkasını giymeye hak kazanabilirler. Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi, dervişliğin bir “dem”den ibaret olduğunu bilip bu ânı duyabilen ve yaşabilenler ancak dervişliğe layık olanlardır:

Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?
Bu bir demdir, gelir geçer, duyamazsın demedim mi?

Sevgili Yunus, “Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek” derken bana uzatılmış hangi sopaya veya beni söven hangi söze karşılık sükûnetimi koruyabildim ki! İnsanlar beni methederken hoşlanmadığım, zemmederken rahatsız olmadığım ve kendilerine incinmediğim bir ânım oldu mu ki!

Ahmed er-Rifâî Hazretleri, “Derviş için şart odur ki, onda insanların ayıbını görecek göz olmaya.” derken, ben hocalarımın, arkadaşlarımın, komşularımın, camide yan yana namaz kıldığımız cemaatin şimdiye kadar hangi ayıplarını saklayabildim ki!

Mevlâna Hazretleri, “İyi, kötü herkes, dervişin cüz’üdür, eğer böyle olmazsa derviş olmaz.” derken, ben iyi veya kötü insanların gıybet ve dedikodusunu yaparak oluşturduğum kirli sularda yüzmeye devam ettiğim halde nasıl derviş olabilirim ki!

Bu hallerde iken ‘dervişim’ dersem, dervişlerin pîri Sevgili Yunus bana yine şöyle seslenmez mi?

Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler,
Er yarın Hak divanında belli olur.
Kimin adı sofi, kimin derviş,
Derviş isen kardeş, takvaya çalış
Gizlice yollardan sen Hakk’a eriş
Er yarın Hak divanında belli olur.

Elhâsıl, niçin derviş olamadım? Günahlarım ve kötülüklerimle kendi iç dünyamın güzelliklerini karartmış olduğum halde, kendimi sık sık derviş gibi zannettiğim için… Bu akıl ve fikir ile Mevlâ bulunabilir mi?

Her şeyden önce yapmam gereken, Aşkî’nin nidasını sıklıkla tekrarlamak olmalıdır:

Affet isyanım benim, halim yaman Allahım!
Defterim dolu siyah, halim yaman Sultanım!


Ahmet Alemdar, Semerkand Dergisi...
Başlık: Semerkand Dergisi
Gönderen: Halime - 28 Ocak 2009, 12:15:00
(http://img57.imageshack.us/img57/452/37215110kg1.png)

Yanlış okumadınız; hadi bir beyaz sayfa açalım… Hayat kitabının bilinmedik nice beyaz sayfalarından birine daha başlayalım; kaderin “yazı” olduğunu, “yazgı” olduğunu unutmadan… Yeniden, yeni doğmuş, dünyayı yeni tanıyormuş duygusuyla kavrayalım hayatı.
Biz hayata yeni bir yüzle baktıkça, hayatın da yenilendiğini, yeni tanıyormuş gibi bir gülümseme ve merakla bizi karşıladığını göreceğiz.

Beyaz kelimesini yaratan Allah’a hamdolsun, okuyucunun yüzü ve bahtı ak olsun; ömrü ırmaklar gibi gür ve berrak olsun, amin, diyeceğimiz odur ki insan hayatı ilk nefesten son nefese kadar “yeni” bir “beyaz sayfa” açmak için sınırsız imkanlar sunmaktadır. Ondandır ki “tövbe kapısı” diye bir kapı her zaman açıktır ve Mevlâna Hazretleri’nin dediği gibi yüzlerce kez tövbemizi bozmuş olsak bile kalbimiz mühürlenmedikçe o kapının kapanası yoktur; ümitsizlik, karamsarlık, yeis, keder kendine varsın başka kapılar arasın!..

Bilenlerin söylediklerinden özetlersek, bir beyaz sayfa açmadan hayatımızda aşka, gönül enginliğine, derinliğe, sükunete ulaşmamız mümkün değildir. Bizi yüce mekan ve mertebelere taşıyan her yolculuk açılan bir beyaz sayfayla başlar. Ara duraklarda yeni beyaz sayfalar açarız; kazanırsak şayet üzerimizdeki “kâmil” sıfatı bir beyaz sayfalar yolculuğunun sonucundan başkası değildir.

Durağanlık kesinlikle sükunet değildir. Ben kendime yeterim, yeniliğe ne gerek var diyerek kendi içine kilitlenen ve bir beyaz sayfa açmaktan çekinen insanlar hayatı kirlenmiş ve yıpranmış sayfalara çevirirler. Gönlümüzü sabitlediğimiz yüce zirveden kainatın bütün enginliklerine açtığımız pencereler “beyaz sayfa” açma cesaretimizden dolayı ışıklanmaktadır.

Dağların taşıyamayacağı yükü taşıma kudretiyle, yeteneğiyle yaratılan kişioğlunun karşılaştığı her zorluğu “bu da geçer ya hu” tevekkülüyle karşılaması ve “imtihan” olarak görmesi de icabında bir beyaz sayfadan ibarettir; açılmıştır açılacağı kadar… Sabır ve tevekkül katlanma değildir; yeni bir başlangıç için aradığımız zemini anlatmaktadır bu sözcükler…

İnsanın fıtratı beyaz sayfaları eksik olmayan bir defter gibidir; yüzümüzü fıtratımıza döndürmemiz de bir beyaz sayfa açmaktan başka bir şey değildir.

Unutmayalım ki Efendimiz’in etrafında pervane olan, onu canlarından çok seven ve dünyanın en çiçekli, en derin, en anlamlı, en insanî devrimini Efendimiz’le birlikte gerçekleştiren o “mübarek” kişiler de, ki hepsine selam olsun, gıpta ederiz, bir beyaz sayfa açarak yıldızlaşmışlardır.

Her beyaz sayfa yeni bir başlangıçtır; insanın ve tabiatın fıtratında (evet, doğanın doğasında!..) baskın olan yenilenmeden başkası değildir. Her dem yeniden doğduğunu söyleyen şair her dem bir beyaz sayfa açmakta ve bir ırmak gibi sonsuzluk denizine aktığının, bir an’ının bir an’ına benzemediğinin farkına varmış demektir. Artık her “an” onun için bir beyaz sayfadan ibarettir ve tabiatıyla bu “yenilikten” bu yenilenmeden kimsenin usanması da mümkün değildir.

Bir beyaz sayfa açalım, değişir hayatımız…

MEHMET BERAT IRMAK

Semerkand
Başlık: Gençlere Haya Yakışır
Gönderen: Black_house - 22 Mart 2009, 22:21:08
Allah Resulu (sav) Ensar'dan bir kişinin yanından geçerken, onun kardeşini utanmaktan vazgeçirmeye çalıştığını gördü. Onu kendi haline bırak; çünkü haya imandandır! buyurdu.

Haya mümin ahlâkıdır. Edep, kulluk ve tüm güzellikler haya ile gelir. Şimdilerde anne-babasının, öğretmeninin yanında bacak bacak üstüne atabilen, uzanabilen, kendinden büyüklerin huzurunda hiç çekinmeden sigara içebilen gençlik, haya duygusundan yoksun olduğu için bu halde.

Eskiden bir şarkıyı güftesindeki bazı uygunsuz cümlelerden ötürü reddederken şimdi güftesi bir uçtan bir uca ahlâksız, klibi tamamıyla müstehcen şarkıları çocuğumuzun dilinde duyduğumuzda "Ne güzel de sesi varmış benim yavrumun!" demekle yetiniyoruz.

Genç kızımız ve oğlumuzla beraber izlediğimiz dizilerde hoşumuza gitmeyen bir bölüm olursa zaplayıp, bir müddet sonra aynı kanala dönerek eğlencemizden ödün vermiyoruz. Eğlence, espri, popüler kültür derken çoğalan eksilerimizin arasında çocuklarımıza hayadan bahsetmek aklımıza çoğu kez gelmeyebiliyor.

Rasulullah, perdenin arkasındaki bir genç kızdan daha fazla haya sahibiydi.

Gençlere haya duygusunu aşılayabilmenin en güzel yolu yaşayarak göstermektir. Onlara bu konuda öncelikle büyükler örnek olmaya çalışmalı. Eğer kendimiz örnek olmada yetersiz kalıyorsak, onları örnek alabilecekleri şahsiyetlerle tanıştırmayı ihmal etmemeliyiz. Bu şahsiyetlerin ilki Efendimiz (sav) olmalı. Gençleri, alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'deki (sav) zirve ahlâkın izlerini sürmeye teşvik etmeliyiz. Ebu Said el-Hudri'nin (r.a) ifade ettiğine göre Allah Resulu (sav), perdenin arkasındaki bir genç kızdan daha fazla haya sahibiydi. O'nun gençlik çağında, Arap yarımadası hayasızlıklarla dolu bir görüntü arzetse de Efendimiz (sav) cahiliye âdetlerinden uzak kalmış ve ömrünü, hususiyetle gençlik dönemini, eşine az rastlanır haya örnekleriyle süslemiştir. O'nun gençliğinde halk Kâbe'yi çıplak bir şekilde tavaf etmeyi âdet edinmişken Efendimiz (sav), gerek tavafta gerek sair vakitlerde hiçbir zaman böyle bir tutuma yeltenmedi. Kötülüklerin yer aldığı meclislere gitmekten haya etmiş, çirkinliklerden bahsetmemeye özen göstermişti. Efendimiz (sav), haya hakkında en güzel öğüdü ashabına şöyle ifade buyurmuştur: "Haya insan için zinettir…"

Haya duygusu, yanlıştan uzaklaştırır

Gençlere haya duygusunu anlatırken Allah'tan (c.c) utanmanın önemine değinmeyi ihmal etmemeliyiz. Çünkü Allah'tan utanmak, hayanın hem kökü ve hem de meyvesi mesabesindedir. Allah'tan utanan bir kul, o utancı sayesinde insanlardan da haya eder. Allah'a karşı duyduğu haya hissiyle dini müeyyidelere tâbi olur.

Bir gün İbn-i Ömer koyun otlatmakta olan bir çocuğun yanına giderek koyunlardan birini kendisine satmasını ister. Çocuk, satamayacağını çünkü koyunların kendisine ait olmadığını söyler. İbn-i Ömer, Sahibine, Koyunu kurt yedi! dersin. Böylece para da cebinde kalır, der. Çocuğun cevabı kendisindeki güzel ahlakı yansıtır: Sahibime kurt yedi! diyeceğim. Peki söyle bana, Allah (c.c) bunu görmeyecek mi!...

Haya duygusu kişiyi yanlış işlerden alıkoyar.
Efendimiz (sav), "Utanmıyorsan dilediğini yap!" buyururken, insanın fıtratında bulunan haya hissinin nasıl kuvvetli bir otokontrol sistemi olduğuna dikkat çeker.
Hayanın sembolleştiği Peygamberlerden biri olan Yusuf Aleyhisselam, ona yaklaşmayı arzu ettiğinde odadaki putun üzerini örten Züleyha'ya neden böyle yaptığını sormuştu.
Puttan utandığım için demişti Züleyha.
Yusuf Peygamber'in sözleri manidardı:
Sen sahte olan ilahından haya ediyorsun, ya ben Rabbim'den nasıl utanmam!

Utanma duygusuna sahip gençlerimize her zamankinden daha çok muhtaç durumdayız.
Çünkü haya eden bir genç, ne ebeveyninin ne de kanunların ikazına ihtiyaç duyar.
Hayası onu kötülüklerden uzak durmaya sevk eder.

H. Bektaşoğlu
Haziran 2006

Semerkand Aile
Başlık: Semerkand Dergisi
Gönderen: Black_house - 10 Nisan 2010, 20:57:50
 Ey…Âdem, su ile toprak arasında iken nebi olan!..

 Ey insanların ve meleklerin kapısına sığındığı…

 Ey tevhidin kilidi ve anahtarı olan!..

 Ey ümmetinden her ferdin, ayağını bir defa öpebilmiş bir kum tanesi olmayı arzulayacağı Resul…

 Ey insanlığın iftiharı!..

 Ey iki cihanın saadet güneşi; peygamberlerin bile şefaat için kapısını çalacağı gaye insan!..

 Ey Allah Tealâ’nın seçkin yaratıp insanların arasına gönderdiği!..

 Ey, seni tanımaksızın ve sana saygı göstermeksizin Allah Tealâ’nın kabul dergâhı kapısının açılmayacağı aziz Nebi…

 Ey…İnceliği ve güzelliği karşısında kendi kabalığımızı ve çirkinliğimizi gördüğümüz Fahr-i Kâinat…

 Ey Allah’ın Kur’an’la ismini yücelttiği hayâ ve edep kaynağı!..

 Ey nuranî esasların kıblesi, nebilerin sonuncusu, resullerin efendisi…

 Ey var oluşunun şerefine Allah’ın topyekûn varlığı hediye ettiği ilk ve son varlık nuru!..

 Ey ömründe bir defa bile kahkahayla gülmemiş mahzun peygamber… Ey bulutların başının üzerinde şemsiye açtığı Cenab-ı Peygamber…

 Ey bir parmak işaretiyle ayı ikiye bölen, mucizenin ta kendisi!..

Ey…Allah kelâmına mecra bir çift kutsi dudağın sahibi…

Ey Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz ki Allah ve melekleri, peygambere salâvat getirirler.

Ey iman eden kimseler! Siz de O’na teslimiyetle salât ve selam edin.”

(Ahzab, 56)

 diye buyurduğu âlemlerin iftihar kaynağı…

(http://img260.imageshack.us/img260/5485/27795zu7.jpg)

 Ey “Kim bir yazıda benim üzerime salâvat getirirse, ismim o kitapta devam ettiği müddetçe, melekler yazana istiğfar etmekten ayrılmazlar.” diyen kutlu söz!

Ey eskimeyen biricik yeni ve solmayan biricik renk!

Ey cömertlik denizinin avuçlarında dalgalandığı Resul-i Ekrem!..

Ey…Hazret-i İbrahim’in duası, Hazret-i İsa’nın müjdesi!

Ey: “Âlemleri senin için yarattım.” hitabının muhatabı!..

Ey ümmetinden birisinin hataya düşmesinden, azaba duçar olmasından elemlenen rahmet peygamberi!..

Ey kendisini Rabbinin edeplendirdiği ve edebini en güzel şekilde eylediği evrenin şeref burcu!..

 Ey ebedi saadet devletinin padişahı, kâinat sedefinin incisi!..

Ey müminlerin yüzünün akı, gözünün nuru olan emin peygamber!..

Ey…Meleklerin hayâsına gıpta ettiği sevgililer sevgilisi…

 Ey güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen, yaratılmış en güzel insan!..

Ey Allah’ın kendisini miraçla şereflendirdiği, tekrar ashabının arasına dönerek yeryüzünü kendi miracına çıkartan biricik sevgili!..

Ey Allah’ın en sevdiği olmak mertebesine yükselen, rütbelerin en ilerisindeki Peygamber-i Zîşan!.. Ey gül medeniyetinin mimarı, iki cihan serveri!..
Ey iki kurbanlığın yetimi!..

Ey…“Allahım beni mahzun etme, bana vaadini lütfet.” diye Rabbine yalvaran, Âlemlerin Rabbi’ne ulaşmak için en büyük vasıta olan Efendiler Efendisi…

Ey Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “Sen’in şanını ve adını (dünya ve ahirette) yükseltmedik mi?”

(İnşirah, 4) hitabının muhatabı!..

Ey kendisine indirileni en güzel şekilde tebliğ eden!..

Ey…Dostu Ebubekir’in, mübarek naaşına bakarak: “Yaşarken güzeldin, öldüğünde güzelsin, bir kere öldün, bir daha ölmeyeceksin!” dediği güzellik şahikası!..

Ey senden bahseden şairlerin, senden bahsetmekle şiirlerine şeref kazandırdığı!..

Ey şairlik edasına sığmayan, kalemin ve kelâmın anlatmakta aciz kaldığı…

Ey düşmanlarının bile kendisinde kusur bulamadığı!..

 Ey adı Allah’la birlikte anılan!..

 Ey adı aşk olan!..

Hani ashabına: “Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, dinin onda birine uymazsanız helâk olursunuz. Fakat öyle bir zaman gelecek ki o zaman dinin onda birine uyan kurtulacak.” demiş, onları uyarmış, bizleri müjdelemiştin.

 İşte sana o zamandan sesleniyorum ey Peygamberim…
Hani: “Özlüyorum.” demiştin de ashabın: “Anam babam sana kurban olsun

ey Allah’ın Resulü, neyi özlüyorsun?” diye sormuştu.

 Sen de: “Âhir zaman kardeşlerimi özlüyorum.” demiştin.

 İşte sana âhir zamandan sesleniyorum ya ResulAllah.

Tek özlemim ve ümidim senin bu hitabının muhatabı olabilmektir.
Hani o kutlu insanlardan o güzide ashabından olan,

Ebu Nuayman birkaç defa karşına sarhoş çıkmıştı da Ömer celâllenip kılıcını çekmiş: “Müsaade et şuna dersini vereyim ya ResulAllah!” demişti. Sen ise onu tutmuş: “Bırak ey Ömer, o Allah ve Resulü’nü sever, Allah ve Resulü de onu sever.” buyurmuştun. Bunları yazan, Allah’ın ve Resulü’nün karşısında mahçup bir kul var ki; o Allah ve Resulü’nü sevmektedir.

Ey Mâlikü’l-Mülk olan Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm

Ey kişi ile kalbi arasına giren, kalpleri evirip çeviren Allahım!

Kalbimi senin dinin üzerine sabit kıl.

 Ey kulunu bütün yaratılmışlardan üstün kılan Rabbim!

“Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et.

Bana senin sevgini sıcak ve hararetli bir günde soğuk suyu arzulamaktan daha sevimli kıl.”
Ey esrarına varılamayan, sırrına erilemeyen…

Artık bizleri sana ve Resulüne mahçup olmaktan kurtar.

“Ben onlardan razıyım…” dediğin, Resulünün “Ümmetim!” diye hitap ettiği, alnındaki secde izini aşkının mührü olarak taşıyan kullarından eyle.

Kullarınla bir eyle…
Ey mazlumların, sadıkların ve âşıkların Rabbi!

 Sevgili Resulünün hürmetine O’nun yetimleri olan bizleri; bu ümmeti iki cihanda azîz eyle…


Murat ÇERİ / Semerkand Dergisi

 Amin…
Başlık: Moder Çağın Fetvacıları - Ebubekir Sifil
Gönderen: D®agon - 06 Ocak 2012, 17:59:07
Şimdi artık fetva verilirken delilin kuvvetine bakılmıyor. Kimse söylediklerinin Kur’an’a, Sünnet’e, İcma’a ve Kıyas’a, dolayısıyla Allah Tealâ’nın rızasına uygun olup olmadığını dikkate almıyor, araştırmıyor. Dikkate alınan tek bir husus var: Çağdaş değer yargılarıyla çelişmemek…

Fetva vermek, fetva soran kişiye, sorduğu meselenin dinî hükmünü bildirmek demektir. Hüküm doğrudan doğruya dine mal edildiği için fetva verme işi son derece hassas ve risklidir.

Bu itibarla fetva ile hükme bağlanan, daha doğrusu hükmü karşı tarafa bildirilen mesele sağlam delillere dayalı olmalıdır. Zira fetva veren kişi, “Bu konuda Allah Tealâ’nın razı olduğu hüküm budur.” demiş olmaktadır.

Fetva verme işinin hassasiyeti, sadece ilgili kaynakların ittifakla naklettiği bu keyfiyetten kaynaklanmamaktadır. Yüce Rabbimiz’in şu ayetlerde beyan buyurduğu hükümleri “fetva vermek” olarak Yüce Zatı’na izafe ve isnad etmiş olması, fetva işinin ehemmiyetini ortaya koyan bir diğer önemli noktadır.

“Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah veriyor…” (Nisa, 127)

“Senden fetva istiyorlar. De ki: Allah kelâle (babası ve çocuğu olmayan) hakkında şöyle fetva veriyor…” (Nisa, 176)

İslâm’ın ilk mübelliğ ve mübeyyini (tebliğ edicisi ve açıklayıcısı) sıfatıyla Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz de peygamberlik görevinin ayrılmaz bir parçası olmak üzere fetva verme işini hem bizzat üstlenmiş, hem de Sahabe’nin ileri gelenlerini bu konuda eğitmiştir. Sahabe arasından 6 kişinin, daha Efendimiz s.a.v. hayattayken fetva verdiğini biliyoruz. (Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlât, s.161-162 )

Bu kritik ve hassas görev Sahabe döneminden sonra da kesintisiz olarak sürmüş, dinî ilimlerin hoca-talebe ilişkisi içinde öğrenilip aktarılması suretiyle fetva vermeye ehil kimseler Rabbimiz’in inayet ve keremiyle hiçbir zaman eksik olmamıştır.

Fetva ve sorumluluk

Fetva vermek, din ve Allah adına konuşmak olduğu için Selef-i Salihin’den pek çok kimsenin, yanlış bir fetva vererek hem kendilerini hem de fetva soran kimseyi vebal altında bırakmamaya azami dikkat gösterdiğini ve sırf bu sebeple fetva vermekten sakındığını görmek şaşırtıcı değildir.

Aşağıda vereceğimiz örnekler, konu hakkında zikredilebilecek çok sayıda benzerleri içinden seçilmiştir.

Sahabe ve Tabiûn’un tavrı

Sahabe’nin ilim ve dirayet bakımından önde gelenlerinden olduğu herkesçe kabul edilen Hz. Ebu Bekr , Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sabit (cümlesinden Allah razı olsun), herhangi bir meselede hüküm vermeden önce Sahabe ile istişare ederlerdi. (Bkz. Kadı Iyâd , Tertîbu’l - Medârik , 1/145; Muhammed Ahmed er- Râşidî, el-Misbâh fî Resmi’l - Müftî ve Menâhici’l - İftâ, 1/112)

Keza Sahabe’den Abdullah b. Ömer r.a. kendisinden fetva istendiği zaman nadiren fetva verir, çoğunlukla “Bu konuda bir şey bilmiyorum.” derdi. (Dârimî )

Tabiûn’dan Ebu’l - Minhâl, ticaretle ilgili bir mesele sormak üzere Sahabe’den Berâ b. Âzib r.a.’a gelmişti. Berâ r.a. ona, “ Zeyd b. Erkam’a sor; o benden daha iyi bilir.” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu’l - Minhâl , Zeyd b. Erkam’a gitti. Ancak ondan da “ Berâ b. Âzib’e git. O benden daha bilgilidir.” karşılığını aldı…” (Müslim, Nesâî , Ahmed b. Hanbel )

Abdurrahman b. Ebî Leyla şöyle demiştir: “Şu mescitte Ensar’dan 120 kişiyle mülaki oldum. Onlardan her biri, bir hadis rivayet etmek veya fetva vermek durumunda kaldığında, başka bir kardeşinin kendi yerlerinde olmasını arzu ederlerdi.” (Makâlât, 172)

Yine Tabiûn’dan Said b. el-Müseyyeb, hemen hiç fetva vermez, kendisine fetva sorulduğu zaman da soran kişiyi kastederek, “Allahım! Beni (bu durumdan) ve onu benden kurtar.” derdi. (Beyhakî, el-Medhal, no: 824)

Daha sonraki imamların tutumu

İmam Ebu Hanîfe’nin çağdaşı, büyük Hadis alimi Şu’be b. Haccâc, “Herhangi bir mesele hakkında size bir şey sorulduğunda ne yapardınız?” diye sorulduğunda şöyle demiştir: “Bizim zamanımızda bir kimseye bir soru sorulduğunda, arkadaşına, ‘Sen fetva ver.’ diyerek soru soran kişiyi ona yönlendirirdi. O öbürüne, o da diğerine… Böylece soru soran kişi yine döner dolaşır, soruyu ilk sorduğu kişiye gelirdi.” ( Makâlât , 172)

İmam Mâlik’in hocası Rebia’ya , hocasının tavsiyesi şöyledir: “Ey Rebia ! İnsanlara fetva vermekten uzak dur! Eğer birisi sana fetva sormak üzere gelirse, onu içine düştüğü durumdan kurtaracak fetvayı bulmak için değil, sana sorduğu meseleden kurtulmak için gayret göster.” (el- Hatîbu’l - Bağdâdî, el-Fakîh ve’l - Müteffakkih, 2/169)

Hocasının bu tavsiyesinden ömrü boyunca ayrılmayan Rebia’ya, ölüm döşeğinde iken talebeleri şöyle sordular: “Bizler senden çok şey öğrendik. Sen aramızdan ayrılıp gittikten sonra bize fetva sormaya gelenler olacak. Hükmü sorulan mesele hakkında senden ve daha öncekilerden herhangi bir şey işitip öğrenmemişsek ve bizim vereceğimiz hükmün, o kişinin kendisi için vereceği hükümden daha hayırlı olacağını da biliyorsak, kendi hükmümüzü söyleyelim mi?” Rebia bu soruya üç kere üst üste “Hayır!” dedikten sonra şöyle devam etti: “Cahil olarak ölmeniz, herhangi bir meselede ilminiz olmadan konuşmanızdan daha hayırlıdır.” ( İbn Hacer, Tehzîbu’t - Tehzîb , 3/224)

İmam Malik’in tavrı da farklı değildir. Biyografisini zikreden kaynaklarda onun fetva vermekten ne kadar sakındığını ve kendisine sorulan pek çok soruyu, yanlış cevap vermenin mes’uliyetini düşünerek cevapsız bıraktığını gösteren pek çok olay anlatılmıştır. Bir tanesini zikredelim:

Mağrib (Bugünkü Fas) tarafında bir yörede yaşayanlar, başlarına gelen bir olayın hükmünü öğrenmesi için aralarından birisini görevlendirerek Medine’ye, İmam Malik’e gönderdiler. Adamcağız o günün şartlarında çileli bir yolculuk yaparak o kadar yolu katetti ve Medine’ye gelerek meseleyi İmam Malik’e arz etti. İmam’ın cevabı şu oldu:

- Şimdiye kadar memleketimizde böyle bir olay yaşanmadı; hocalarımızdan da bu mesele hakkında konuşan olmadı. Sen şimdi git, daha sonra gel.

Ertesi gün oldu. Adam cevabı alıp gideceği düşüncesiyle yol hazırlığını tamamlamış, yükünü hayvanına yüklemişti. İmam Malik’e geldi ve sorusunun cevabını beklediğini söyledi. Ancak İmam:

- Sorduğun şeyin cevabını bilmiyorum, diye karşılık verdi. Adam şaşırmıştı. Dedi ki:

- Ey Ebu Abdullah!* Geldiğim yerde, yeryüzünde senden daha alim kimse olmadığını söylüyorlar.

İmam Malik gayet kendinden emin ve sakin bir tavırla:

- Gittiğin zaman onlara benim bu işin altından kalkamadığımı söyle, dedi. (Tertîbu’l - Medârik, 1/ 145-146)

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Eğer Selef-i Salihin’in fetva vermekten bu derece sakındığı doğru ise, onlardan nakledilen bu devasa ilmî birikim nasıl oluşmuştur? Üstelik, mesela Hanefî mezhebinde vuku bulmamış meseleler ortaya atılır ve nazarî/takdirî olarak tartışılırdı. Bu durum yukarıdaki nakillerle çelişmez mi?

Bu sorunun cevabını İmam Ebu Hanîfe’den nakledelim. Şöyle diyor büyük İmam:

“Eğer ilmin kaybolmasına yardım eden kişi durumuna düşmekten ve bunun için Allah’ın bana azap edeceğinden korkmasaydım, asla fetva vermezdim. Soru soranların işi kolaylaşıyor (fetva alıp işlerini çözüme kavuşturmuş oluyorlar), sıkıntı ise bize kalıyor.” (el- Fakîh ve’l - Mütefakkih , 2/168)

Modern çağ ve fetva

Daha fazla örnek zikretmek mümkün ise de, zikrettiklerimizin şu noktayı aydınlığa kavuşturduğunu söyleyebiliriz: Selef-i Salihin’den , adı “ re’y ehli”ne** çıkmış olanlar dahi fetva verirken daima Allah korkusuyla hareket etmişler, delilsiz-dayanaksız hüküm vermekten son derece sakınmışlardır. Onların her konuda olduğu gibi fetva verme konusunda da birinci derecede gözettikleri husus Allah rızası ve ahiret endişesi idi.

Selef’in fetva vermenin ağır sorumluluğuna bu hassasiyetle yaptığı vurguya mukabil, günümüzde hasbelkader konuşma/yazma mevkiinde bulunanların, muhatap oldukları herhangi bir soruya “bilmiyorum” diye mukabele ettiklerini görmek hemen hemen imkansızdır!

Bu tavır farklılığının temel sebebi, günümüz dünyasına hakim olan seküler anlayışın, din ve ilim telakkimizi de etkisi altına almış olmasıdır. Selef, ilmi Allah rızası için öğrenirken, modernleşmiş müslüman ilim tahsilinde birinci önceliği “toplumun problemlerini çözme” hedefine tahsis ediyor. Temel kırılma da işte tam bu noktada yaşanıyor.

Elbette olup biten sadece bu değil. Seküler tavrın en temel özelliği olan “dünya hayatını mutlaklaştırma” anlayışı içinde, modernleşmiş müslüman fetvacı, “her şey gibi din de insan içindir” düsturuyla hareket ediyor ve dinin modern çağın değer yargılarıyla uyumsuzluk gösteren hükümlerini bir bir askıya alıyor.

Sapanlar ve saptıranlar

Efendimiz s.a.v.’in nübüvvet nuruyla görerek ümmetini yüzyıllar öncesinden uyardığı büyük tehlike ne yazık ki günümüzde fiilen yaşanmaya başlamış bulunuyor. Ne buyurmuştu Efendimiz:

“Yüce Allah, ilmi, insanlardan söküp almak suretiyle kabzetmez. Ancak alimleri almak suretiyle ilmi kabzeder. Alim kalmayınca da insanlar cahilleri rehber kabul eder ve (meseleler) onlara sorulur. Onlar da bilgisizce fetva verir; hem kendileri sapar, hem de halkı saptırırlar.” (Buharî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel…)

Hadis metninde açıklanmayan, ancak satır aralarından anlaşılan bir husus var: Halk tarafından rehber kabul edilen cahillerin, kendilerini rehber kabul eden halktan farklı bir özelliği olmalıdır. Yoksa belli kimselerin rehber kabul edilmesinin bir anlamı olmazdı. Burada anılan kimseler acaba hangi özellikleriyle “cahil” sayılmış ve hangi özellikleriyle halk tarafından rehber kabul edilmiş olabilir?

Bu sorunun cevabı -Allahu a’lem- şudur: Bunlar, din ve dinî ilimler konusunda yeterli birikim ve vukufiyeti olmayan kimselerdir. Bununla birlikte halk tarafından rehber kabul edilmeye yetecek bir özellikleri vardır. İşte o özellik, dini çağın değerlerine uydurmadaki yetenek ve başarıları olmalıdır. Günümüz fetvacılarına ve verdikleri “ibretâmiz ” fetvalara bakıldığında bu husus bariz bir şekilde fark ediliyor.

Şimdi artık fetva verilirken delilin kuvvetine bakılmıyor. Kimse söylediklerinin Kur’an’a , Sünnet’e, İcma’a ve Kıyas’a, dolayısıyla Allah Tealâ’nın rızasına uygun olup olmadığını dikkate almıyor, araştırmıyor. Dikkate alınan tek bir husus var: Çağdaş değer yargılarıyla çelişmemek…

Kadın imam, tavuktan kurban ve saire…

Kadının imamlığı meselesindeki dinî hükmün, modern/ seküler dünyanın temel ilkelerinden biri olan “kadın-erkek eşitliği” ile bağdaşmadığı gerekçesiyle “topa tutulması”, zikredilebilecek örneklerden biridir.

Dikkat edilecek olursa, bazı modern fetvacılar tarafından bu meselede verilen fetvanın tek bir dayanağı vardır: Kadın-erkek eşitliği! Bunun dışında zikredilenler “dolgu malzemesi” olmaktan öte özelliği bulunmayan şeylerdir.

Bir diğer modern fetvada da aynı durumu görüyoruz: Tavuktan kurban! Kurban ibadetini “kan akıtmak”tan ibaret gören ve bir ibadetin edası ve sıhhati için hangi şartlar gerektiği konusu ile ilgilenmeyen anlayış için elbette tavuktan kurban olur. Ancak bu “kurban” makbul olur mu? Doğrusu modern fetvacı için bu nokta çok da önemli değildir. Zira o, bu çıkışıyla dinin modernizasyonu yolunda bir adım daha atmış, bir ibadeti daha “tartışılabilir” kategorisine sokmayı başarmıştır.

Bir başkası kadının özel hallerinde namaz kılıp oruç tutabileceğini ya da namazda Kur’an yerine Türkçe meal okunabileceğini, hatta bunların birer “hak” olduğunu söyleyerek reytinglere tavan yaptırmıştır. Öyle ya, kimin haddine düşmüş modern insanı bir ibadeti yapma hak ve özgürlüğünden men etmek ?!..

Kaybedilen hakikat

Bütün bunlar dinin Allah’ın emri ve Peygamber’in irşadı doğrultusunda yaşanması gerektiği gerçeğini göz ardı etmeden elbette yapılamaz. Her şeyin merkezinde bulunması gereken “din”i oradan çıkarıp yerine “modern değer yargılarını” koyarsanız, her şey insan için olur. Dolayısıyla insan dine göre değil, din insana göre değerlendirilir, şekillendirilir ve modern değer yargılarına aykırılık gösteren dinî hükümler bir bir iptal edilir.

Bunun bizi götüreceği yer neresidir?

Bu sorunun cevabını bulmada Hz. Ali r.a.’ın şu ölümsüz tesbiti bize yol gösterici olacaktır:

“İnsanların, dünya işlerini yoluna koymak amacıyla dinlerinden terk ettikleri her husus için, Allah onların başına, düzeltmek istedikleri o işten daha zararlısını getirir.” (Makâlât, 115)

Huzuruna girdiğinde kendisine “Ne ahvaldesiniz?” diye soran Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansûr’a hitaben:

“Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz,

Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.”

diyen İbrahim b. Edhem k.s ., bugünleri görseydi ne derdi acaba?!

(*) İmam Malik’in künyesidir.

(**) Fıkıh ve Usul-i Fıkıh kaynaklarında çokça geçen “ re’y” kelimesi, ayet ve hadisleri hakkıyla anlamak, muhteva ve delaletlerini kavramak maksadıyla üzerinde fikir yürütmek, kıyas yapmak gibi anlamlara gelir. Hanefî mezhebi imamları bu meziyet ile temeyyüz ettiği için “ehl-i re’y” tabiri genellikle onlar hakkında kullanılır.

EBUBEKİR SİFİL


Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ