Tasavvuf terimleri

0 Üye ve 4 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Moll@

  • **
  • Join Date: Mar 2009
  • 56
  • +3/-0
  • من طلب العلي سهر الليالي
Tasavvuf terimleri
« Yanıtla #15 : 02 Nisan 2009, 19:18:57 »
[b]  ÂLUN: Arapça yüksek seviyede olanlar demektir. Nurdan yaratılmış melekler, Hz. Adem'e secde ile emrolunmayan melekler bunlardır. Bu tabir Şad suresi 75. ayette geçer. Muheyyemûn melekleri de aynı durumdadır.
    ÂMÂ: Arapça. Ehadiyyet mertebesidir. Lügat manası itibariyle ince bulut ve körlüğü ifade eder. Hakikat gözü kapalı, zahir ehli için kullanılır. Ehadiyyet mânâsına alanlar olduğu gibi, vahidiyyet mertebesi şeklinde kullananlar da olmuştur. Bu takdirde ince bulut manasınadır. Abdülkerim Çili, el-İnsanü'l-Ka-mil'de "kayıtlara bağlanmaktan ve ıtlak olmaktan yüce olan mertebeye, âmâ derler ki bu zât-ı mahzdır" der. Bir rivayete göre, sahabe-i kiramdan, Zeynü'l-Ukayli, Resulullah (s)'a "Rabbimiz mahlukatı yaratmazdan önce nerede idi?" diye sorar. O da şu cevabı verir : "Altı ve üstünde hava olmayan âmâda idi".
  AMAN DİYENE KILIÇ ÇEKİLMEZ : Araplarda bir kabilenin emanına düşen kişi canını kurtarabilmek maksadıyla o kabileye veya o kabileden şerefli birine sığınır da kabul görürse, o kabile onu mutlaka korur, peşinden gelen düşmana vermezdi. Eski Araplarca, bu bir namus meselesiydi. Bu adet başka milletlerde de vardı. Hatta, halen siyasi mültecilerin, sığındıkları devlet tarafından korunmaları bir gelenek olarak sürmektedir. Tasavvufta da, kusurunu bilip itiraf ederek amana düşen kişi, suçu, İslam'a göre bir cezayı gerektirirse, o cezayı görür, sonra bağışlanır ve yine kardeş tanınır. Hatta o kusuru bir daha yüzüne vurulmaz. İslam'a göre ceza gerektirmeyen bir kusur ise ve amana düşerse yine bağışlanır. Halk dilinde bu, "amanı bilir misin?", "amana düşmek" deyimlerini meydana getirdiği gibi, tasavvuf erbabı arasında da "aman dileyene kılıç çekilmez" atasözünün doğmasına sebep olmuştur.
  AMELİ BOYNUNA, SEMERİ SIRTINA : Islah olmasından, yola gelmesinden ümit kesilen kişi, tarikatta "yolsuz" ve "düşkün" kabul edilir ve hakkında bu söz söylenir. Tasavvuf ehli olmayanlar arasında da söylenen bu söz, kimin hakkında söyleniyorsa, o kişinin insanlıktan bir nasibi olmadığını ifade eder.
  AMMARİYE: Kadiriyye Tarikatı'nın bir koludur. Cezayir ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde yaygındır.
  AMME: Arapça, Cumhur, halk, ahali demektir. Dış şekilleriyle şeriata bağlı olan genel çoğunluk.
    AMUDİYYE: Medyeniyye Tarikatı'nm bir koludur. Ebu isa Şad b. İsa tarafından kurulmuştur.
  ÂN: Zamanın taksim edilemeyen en küçük parçası demektir. Sufilere göre mevhum ve mücerret bir mefhumdur. Cenab-ı Hakk'ın zuhurundan dolayı anlaşılır. Ancak bu, zaman ve mekan kavramının dışındadır. Çünkü O, zamandan münezzehtir. Vahdetin sırrına tam olarak ulaşan sufiler "an-ı daim"i yaşarlar. Onlar İbnü'l-vakttir, yani vakti en iyi şekilde, Allah'ın razı olacağı şekilde değerlendirirler.
  ANA-BACI : Mürşidin eşine, Bektaşilik'de "ana-bacı" denir.
  ANÂSIR-I ÇEHÂRGÂNE: Nefsin dört mertebesi, toprak, hava, su ve ateşle temsil edilir.
N.Emmare = Ateş N. Levvame = Hava N. Mülhime = Su N. Mutmaine = Toprak
  ANKA: Halk arasında, ismi olup, cismi bulunmayan mitolojik bir kuşa verilen isimdir. Misli az bulunan şeyler hakkında da kullanılır. Mutasavvıflar bunu, vücutta taayyünü olmayan, yalnız zihinde suret bulan heyula diye tarif ederler. Eski edebiyatta da, kanaat sahihlerine kinaye olarak "anka meşreb" "anka tabiat" denilirdi. Fuzuli'nin şu beyti bu anlamdadır :
Cife-i dünya değil herkes gibi matlubumuz Bir bölük ankalarız kaf-ı kanaat bekleriz.
  ARABİYYE: Ömer b. Muhammed el-Arabi tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
  A'RAF: Arapça. Tepeler demektir. Günah ve sevabı eşit olan kişiler, ne cennete ne de cehenneme giderler. A'raf denen yerde dururlar. Cennetle cehennem arasındaki bir yer. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla tecelli etmesi durumunda, seyretme yeri.
    ARAİS-İ HAK: Arapça Hakk'ın gelinleri anlamınadır. Allah, çok sevdiği velilerini kıskandığı için halka açıklamaz. Gerdek gecesi, gelini damatdan başkası göremediği gibi bu velileri, ilâhî haremde Hak'dan başkası görmez.
  ARAK-ÇİN: Arak, Arapça'da ter; "cin" Farsça'da toplayan demektir. Kavuğun veya fesin altına teri toplaması için giyilen takkedir. Buna Arapça'da Arakiyye denmektedir.
  ARAKİYYE: Kavuğun veya fesin altında, ter toplanması için giyilen takkedir. Zamanla dervişlerin giydiği takkeye özel isim olmuştur.
  ARBEDE: Arapça. Bed (kötü) huyluk etmek demektir. Cezbeli dervişlerin, hal galebesi durumunda Hak ile olan tartışmaları.
  ARIZ (AVARIZ): Arapça. İlişen demektir. Tabii olmayan, sonradan gelen, kalbe ve ruha musallat olup, Hakk'a ulaşmaya engel teşkil eden nefsani arzu ve istekler, vesveseler.
  ARİF: Arapça, irfan sahibi anlamındadır. Allah'ı gerçek yönüyle bilen kişi. Âlim gibi bilen manasına gelirse de ondan farklıdır. Âlim, ilmi bir tahsil ve çalışma sonucu elde eder. Arif ise, irfana, ilham ve hal ile ulaşır. Cenab-ı Hakk'ı keşf ve müşahade yoluyla bilen kişi. Bu bakımdan ümmi bir insana da arif denilir, ancak âlim denemez. Arifler için, ehl-i yakin, ehl-i din, veli, kutb ve genel olarak "arif-i billah" tabiri kullanılır.
  A'REF Bİ'L-MESNEVİLİK CİHETİ: Mevlevîlik terimlerindendir.
Mesnevi-hanlık verilecek kişilerin, imtihan sonucunda ehil oldukları belirlenince Evkafa teklif edilmesi demektir, ilk kez III. Selim zamanında Galata Mevlevi-hanesi şeyhi Şeyh Galib'e verilen bir unvandır. Buna "Alem bi'l-Mesnevi" de denilir. Bu unvan, bir ara unutulmuş ancak Üsküdar Mevlevihânesi şeyhi Ahmet Remzi Efendi tarafından tekrar canlandırılmış ve Galata Mevlevihânesi şeyhi Ahmed Celaleddin Efendi bu göreve getirilmiştir.
  ARSLANLI ÇEŞME : Hacı Bektaş ilçesinde, Hacı Bektaş-ı Veli külliyesinde avlunun sağında bulunan çeşme. Bu çeşmede su, arslan heykelinin ağzından akmaktadır ki, Bektaşilere göre zemzem olarak kabul edilir.
  ARŞ: Arapça bir kelime olan "arş" m kelime anlamı, taht, çardak tavan ve kubbe demektir, islamî olarak; terim, Allah (c.c)'ın kudret ve azametinin tecellisinden kinaye olarak, dokuzuncu kat semada bulunduğu tasavvur olunan taht'dır. Bu bakımdan asıl anlamını ancak Allah'ın bildiği bir şeydir. Kainattaki bütün varlığı kuşatan bir cisim olup, yüksekliğinden dolayı bu ismi almıştır. Müfessirlerin izahına göre, Allah (c.c) önce Arş'ı yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bir çok ayette Allah (c.c) Arş'ı istila etti yani Arş'a hükmetti şeklinde geçmektedir. Bkz. msl: Tâha/5. Tasavvufta ise Arş, gönül demektir.
  ARTSIN EKSİLMESİN, TAŞSIN DÖKÜLMESİN : Bektaşî ve Mevlevî tarikatı terimlerindendir. Mevlevîlerin ayinde, Bektaşîlerin ise yemekte yaptıkları dualardandır.
  ARUSİYYE: Kadiriyye Tarikatı'nın Trablus-garb'ta tesis edilen koludur.
  ARZ: Arapça yer yüzü anlamındadır. Arz yaratık, yaratıktaki süs ise Hak'dır. Hakk'ın sıfatı sema, halkın sıfatı arzdır.

[/b]

Çevrimdışı Moll@

  • **
  • Join Date: Mar 2009
  • 56
  • +3/-0
  • من طلب العلي سهر الليالي
Tasavvuf terimleri
« Yanıtla #16 : 02 Nisan 2009, 19:19:38 »
[b]
  ASA: Arapça, değnek, baston anlamındadır. Hz. Musa (a.s)'ya mucize olarak bir "asa" verilmişti. Bu asa, Mısır sihirbazlarının hazırladığı bütün sihirleri yutan bir yılan haline dönüşmüştü. (Ta-Ha/18, Nemi/10, Kasas/31). Asa taşımak Peygamberimizin de sünnetidir. Hz. Peygamber "asa" taşır, sahrada namaz kılacağında bunu sütre olarak kullanırdı. Bu sünnete uygun olarak, tarikat şeyhleri ve bazı müslümanlar da "asa" kullanırlar. Bazı tarikatlarda post-nişin olan şeyh, halifesine bir emanet olarak, "asa" da verirdi. Hatta halk arasında, kırk yaşını geçtiği halde "asa" kullanmayan asi olmuştur, şeklinde bir hikaye bile vardır. Edebiyatta ise sevgilinin saçı bazen asaya benzetilir. Yine, sihir, yılan, Musa, saç, derviş, hırka kelimeleri edebiyatta mecaz olarak kullanılmaktadır.

  ASAKİR-İ HAK: Arapça Hakk'ın ordusu, ilâhî, ruhanî askerler demektir. Cundullah aynı manadadır. Kuş, yağmur, zelzele gibi tabii olaylar ve varlıklar Hakk'ın askerleridir.

  ASHAB: Arapça, arkadaşlar demektir. Ancak özellikle Hz. Peygamber'i görüp, İslam'a inanmış ve O'nu teyid etmiş, müslüman olarak ölmüş kişilere denir. Hz. Peygamber ashab hakkında "Benim ashabımın her biri yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete ulaşırsınız" buyurmuştur.

  ASHAB-I SUFFE: Hz. Peygamber (s)'in Medine'deki mescidinin sofasında ikamet eden fakir sahabiler. Bunlar Tasavvuf yolunun ilk temsilcileri olarak görülür. Hz. Ebu Hureyre, Hz.Selman-ı Farisi, Hz. Bilal-i Habeşi bu gruptandır.

  ASİTANE: Farsça, eşik, dergah, büyük tekke, başşehir anlamındadır. Ayrıca tarikat pirinin kaldığı tekke veya medfun olduğu yer Mevlevî tarikatı'nda ve çile çıkarılan büyük tekkelere de bu isim verilir. Tasavvuf! edebiyatta ise, şeyhin kapısıdır ki oradan himmet umulur.

  ASL: Arapça kök anlamındadır. Hidayet herşeyin aslıdır. Dinin esaslarına asi denir ki bunlar tevhid, ma'rifet, iman, yakin ve sıdk'dır. Bunlardan türeyen hal, makam, amel ve taatlere de, fer denir.

  ASSÂLİYYE: Şam'lı Ahmed b. Ali EI-Harirî EI-Assalî (Ö./1639) tarafından tesis edilmiş bir tarikat'dır. Halvetiyye'nin Cemâliyye koluna bağlı bir şubedir.

  AŞÇIBAŞI POSTU : Bektaşî tarikatında bir makamdır.

  AŞEVİ: Hacı Bektaş Tekkesi'ndeki makamlardan biri. Burada her on Muharrem'de aşure pişirilir.

  ÂŞIK: Arapça, seven demektir. Çok fazla seveni ifade eder.
      Ey âşık-ı sadıklar gelin Allah (c.c) diyelim.
      Bezm-i Hakk'a layıklar gelin Allah diyelim.
                                                                    Yunus Emre

  ÂŞIKIYYE: Rafiziliğe mensub bir tarikatın adı.

  ÂŞİNÂ: Farsça, bildik, tanıdık demektir. Hakikat şarabını içerek ruhî zevke ermiş Hakk'ı tanımış kişi.
      Kat eyle aşinalığım ondan ki gayrdır
      Ancak öz aşinaların et aşina bana.
                                                                Fuzuli

  AŞK: Arapça, aşırı derecedeki sevgi. Bu da maddi ve manevi şekillerde olur. Bir kadın gözününde bulundurularak zevki ve cinsi cazibe ön planda tutulmak suretiyle oluşan aşk maddidir. Bunun platonik, hayali olanı da vardır (Platonik). Şairlerin aşkı böyledir. Bu aşk genelde mecazidir. Hakiki aşk ise, Allah aşkıdır. Cenab-ı Hak bir kudsi hadiste, "Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi arzu ettim, âlemi yarattım" buyurmaktadır ki ilâhî aşkın kaynağı budur.    Çünkü Allah'ı bilmek, tanımak ancak aşk ile olur. Allah'ı gerçekten seven kişi O'nun yarattıklarını da aynı şekilde sever. Yaratandan ötürü yaratılanı sever. Bu aşk güzele değil, güzelliğedir. Herkesi, herşeyi sevmektir. Varlıklarda tezahür eden Allah'ın sanatını, kudretini, rahmetini, lutfunu ibretle temaşa etmektir. Bu aşka bazen "mecazi aşk"la da ulaşılır. Bundan dolayı "mecazi aşk, gerçek aşkın köprüsüdür" denilmiştir. Gerçek aşka ulaşmak da ilimle olmaz. Nitekim Fuzuli bunu şu beytiyle çok güzel anlatmaktadır :
  Aşk imiş her ne var âlemde İlim bir kil u kal imiş ancak. Bazı yazarlar aşkı şiddetine göre şu şekilde sıralarlar:
  1. İrade 2. Muhabbet 3. Hevâ 4. Sakabe 5. Tebettül 6. Alaka 7. Vüluğ 8. Kelef 9. Şağaf 10. Aşk 11. Ülfet 12. Garava 13. Hullet 14. Teyemmüm 15. Valeh 16. Tedellüh 17. Velâ

  AŞK OLSUN: Bazı tarikatlarda özellikle Mevlevî ve Bektaşîlerde selamlaşma. Hoş geldin, afiyet olsun yerine kullanılırdı. Buna "eyvallah" veya "aşkın cemal olsun" diye cevap verilirdi. Bunu işiten dilerse "cemalin nur olsun" derdi. Nihayet muhatab da bunu "Nurun âlâ nur olsun" şeklinde karşılardı. Bu ifade aşk ve vecdin artmasını istemek için kullanılırdı.

  AŞK VERMEK, AŞK ALMAK : Hoş geldin, diyene hoş bulduk demektir. Veya bir şey içene "aşk olsun" denildiğinde, onun da "eyvallah" diye cevap vermesidir.

  AŞK-U NİYAZ: Mevleviler, "nasılsınız?" diyenlere "aşk-u niyaz ederiz" diye cevap verirlerdi.

  AŞURİYYE: Burhaneddin ibrahim ed-Desukî'nin 1287'de kurmuş olduğu Desukiyye Tarikatı'nın bir kolu olup Seyyid Aşur el-Mağribî'ye dayandırılmaktadır.

  AŞURA: Arabi aylardan Muharrem'in onuncu günü. Bu günde, Hz. Hüseyin hicri 61/680'de Kerbela'da şehid edilmiştir. Ayrıca rivayete göre, Hz. Nuh'un gemisi bu gün karaya oturmuş bunun üzerine Hz. Nuh da şükür olarak gemide bulunan hububatı karıştırarak bir tatlı yapmıştır. Bunların dışında da on Muharrem'de gerçekleştiği kaydedilen daha bir çok olay anlatılmaktadır. Muharrem'in 9-10. veya 10-11. günleri oruç tutmak sünnettir.

  ATAŞ: Arapça, susuzluk demektir. Aşıktaki hasret boyutunun derinlik kazanması.

  ATA: Baba. Yeseviyye ve Nakşilik Tarikatı'nda mürşid demektir. Hakim Ata, Halil Ata, Mansur Ata gibi.

  ATEŞ : Aşk sıcaklığı.

  ATEŞ-BÂZ : Mevlevî Tarikatı'nda mutfak
demektir.

  ATEŞ-BÂZ-I VELİ: Ateş-baz, Farsça'da "ateşle oynayan" demektir. Mevlevî Tarikatında, Muhammed Bahaeddin ve oğlu Mevlana'ya hizmet eden Muhammed Hâdim'in lakabı. Tekkede, mutfakta görevliydi. Yemek yaparken, devamlı ateşin önünde bulunduğundan bu şekilde isimlendirilmiştir. (684/1285)' de vefat etmiştir. Türbesi Meram yolu üzerindedir.

  ATEŞ-BÂZ-I VELİ: OCAĞI Mevlevi tekkesinde, lokma pişirilen ocağın bulunduğu mutfak.

  ATEŞ-BÂZ-I VELİ: MAKAMI Mevlevi tekkesinde, dervişlerin terbiyesi için ayrılan odada bulunan, beyaz posta, Ateş-bâzı Veli Makamı denirken, kırmızı posta da, Sultan Veled Makamı denirdi. Tahirü'l-Mevlevî'nin "ettim Ateş-bâz-ı Mevlana'ya vakf-ı can ü ten" şeklindeki ifadesi, Mevleviliğe ikrar vererek, çileye soyunmak demektir.

  ATEŞ-GEDE:Farsça, ateş yanan yere denir. Mecusîler ateşi kutsal kabul ederler, onu söndürmezlerdi. Hak aşıklarının kalbindeki ateş de, aynı şekilde hiç sönmeden yanar.

  AT EVİ: Hacı Bektaş Tekkesi'nde bulunan mekanlardan biri. Burada bulunanlar, tekkenin ve misafirlerin atlarına bakarlardı.[/b]

Çevrimdışı Moll@

  • **
  • Join Date: Mar 2009
  • 56
  • +3/-0
  • من طلب العلي سهر الليالي
Tasavvuf terimleri
« Yanıtla #17 : 02 Nisan 2009, 19:20:19 »
[b] ATILAN OK GERİ DÖNMEZ: Bir Allah dostu beddua etti mi o bir ok gibi hedefini bulur. Artık onu durdurmak mümkün değildir. Bu oka, yani manevi darbeye "bâtın oku, bâtın kılıcı" da denir.

  ATVAR-I DİL: Arapça-Farsça. Gönül mertebeleri demektir. Gönlün mertebeleri yedidir.
  1- Sadr : İslam cevherinin madeni
  2- Kalb : İman cevherinin madeni, akıl nurunun bulunduğu yer.
  3- Şeğaf : Kalb zarı demektir. Mahlukata duyulan sevgi bunun ötesine geçemez.
  4- Fuâd : Müşahede ve rü'yet cevherinin madeni ve yeri.
  5- Habbetü'l-kalb : Kalbin içi. Burada Allah sevgisinden başka şeye yer yoktur.
  6- Süveyd : Gaybı mükaşefe, ledün ilmi, hikmet menbaı ve İlâhî sırlar hazinesi, isimlerin ilmi. Burada meleklerin bile mahrum oldukları çeşitli keşfî ilimler vardır.
  7- Muhcetu'l-Kalb : Kalbin içinin içi. İlâhî sıfatların madeni ve zuhur yeri. Gaybu'l-gayb burada ortaya çıkar. Hiç bir kalp hastalığı buraya giremez, onun için burası temizdir.

  AVAM: Arapça, halk, cumhur demektir. İlim ve marifet ehli olmayan, derece bakımından düşük kimseler hakkında kullanılan terim. Her ne kadar, soylu soplu da, olsa tasavvufî olgunluk eğitiminden geçmemiş nefsinin hastalıklarını iyileştirmemiş kişiler avam sayılır.

  AVAİK: Arapça, engeller demektir. Ruhun Allah'a kavuşmasına engel olan her şey.

  AVARIZ: Arapça, ilintiler demektir. Tasavvufa girmiş kişinin salikin önüne çıkıp, Hakk'a giden yolda, kendisini alıkoyan manevî engeller.

  AVAİD: Arapça, adetler, alışkanlıklar demektir. Toplumun benimsediği kurallar. Kişiler bu kurallar uğruna, hak bildikleri şeylere uymakta zorlanırlar.

  AVALİM-İ ERBA'A: Arapça dört âlem: Âlem-i Lahût, Âlem-i "İvlelekut, Âlem-i Ceberut, Âlem-i Mülk (Veya Âlem-i Nasût).

  AVALİM-İ HAMSE: Arapça, beş âlem demektir. Onlar da şunlardır.
  1- Mutlak gayb âlemi
  2- Ruhlar âlemi
  3- Misal âlemi
  4- Cisimler âlemi
  5- Mertebe-i Cami'a.
  Bu âlemler şu şekilde sıralanır:
  1- Âlem-i ilm
  2- Âlem-i Ceberut. Bu da ikidir, a) Âlem-i Ceberût-i âlâ b) Âlem-i Ceberût-ı esfel
  3- Âlem-i Melekût
  4- Âlem-i halk. Ceberut ikiye ayrılınca bu âlemler beş olur.

  AVALİM-İ KÜLLİYE: Arapça, külli âlemler demektir. Buna akl-ı küll, akl-ı evvel, rıefs-i külliye ve insan-ı kamil de denir.

  AVALİM-İ LÜBS: Arapça, giyme (veya karışık olan) âlemler anlamındadır. Ehadiyyet hazretinden inen ve onun aşağısında bulunan mertebelerin tümüne avalim-i lübs denir.

  AVALİM-SEB'A: Arapça, yedi âlem demektir. Halvetilik'de yedi âlem kabul edilir.
  1- Âlem-i Şehadet
  2- Âlem-i Misal
  3- Âlem-i Ervah
  4- Âlem-İ Ceberut
  5- Âlem-i Lahût
  6- Âlem-i Nasût
  7- Âlem-i Hakikat.

  AYAKÇI : Mevlevîlerde, tarikata ilk giren dervişin bulunduğu merhale.

  AYAK MÜHÜRLEMEK : Bazı tasavvuf okullarında bu tabir şöyle açıklanır : Şeyhin huzuruna gelen müridin, sol elini sağ omuzuna, sağ elini de sol omuzuna sağ ayağının baş parmağını sol ayak baş parmağı üzerine koyarak hürmet ve saygı ifade eder bir vaziyette durmasıdır. Bu hareketin manası, müridin şeyhine: Elim, ayağım yok, baş eğik, şeyhime teslim olmuşum, demesidir.

  AYAK TÜRABI : Türab Arapça'da toprağı ifade eder. Mütevazi, sessiz, mahviyyet sahibi demektir.

  AYAKKABI ÇEVİRMEK : Tekke adabında, misafirlerin ayakkabıları, çevrilmeden çıkardıkları istikamette bırakılırdı. Bu, kişinin tekkeden çıkarken şeyhe arkasını dönmemesi içindir. Şayet ayakkabı çevirilirse bunun anlamı, git bir daha gelme, demekti.

  AYAN : Arapça, göz, pınar anlamına gelen "ayn" kelimesinin çoğuludur. Eşyanın İlâhî ilimdeki suretidir.

  AYAN-I SABİTE: Arapça, değişmez aynlar, özler demektir. Varlıkların Allah (c.c)'ın ilminde sabit olan ezelî hakikatları. Varlık âlemine çıkmadan önce, bunlar hakkındaki ilmi.

  AYDERUSİYYE: XV. asırda yaşamış olan Ebubekir el-Aydarus (ö. 1503)'a dayandırılan bir tarikat. Kübreviye'nin Yemen'deki koludur.

  ÂYET: Arapça'da burhan, alamet, nişan eser demektir. Kur'an-ı Kerim'in her bir cümlesi. Tasavvufta ise, birbirinden farklı gibi görünen şeylerin hakikat gözüyle bir ve bütün olarak görünmesidir. Çünkü bir anlamda, ayetler Allah'ın sıfatları olmakla beraber, zatının aynıdırlar.

  ÂYİN: Farsça'da tören, merasim, usul demektir. Usul ve ibadet tarzı. Zikir ve sema esnasında okunmak ve mutribde çalınmak üzere, muhtelif makamlarda bestelenen manzumedir. Ferahfeza, dügah ve rast âyini diye kısımlara ayrılmıştır. Bu anlamda âyin okuyanlara, âyin-hân denir. Mevlevihanelerde, tekkelerin kapatılmasına kadar, sema sırasında âyin-hânlarca okunan, ancak bestekarları unutulmuş ilahilere de âyin-i kadîm denilirdi.
  Bektaşîlerin dem olmak, gülbank çekmek, nefesler okumak şekliyle yaptıkları âyine ise, âyin-i cem denir.

  ÂYİN-İ EHLULLAH: Ehlullah'ın merasimi anlamında Farsça ve Arapça kelimelerden oluşmuş bir terkib. Şeyh ve halifesi tarafından yönetilen, müridlerin katılımı ile yapılan tarikat merasimleri. Bu terkib evliyanın ibadeti, adeti, ahlakı, meşreb ve zihniyeti için de kullanılır.
  Zikir merasimlerine, Mevleviler, sema veya mukabele; Celvetiler nısf-ı kıyam, Halvetiler darb-ı esma; Şazililer hadra; Kadiriler devran, Rifailer ve Sadiier zikr-i kıyam; Nakşbendiler hatm-i hacegan derler.

  AYNA-AYİNE : insan-ı kamilin kalbine, ayna denir.

  AYN: Arapça, pınar, göz vs. gibi anlamları taşıyan bir kelime. Araz olmayan. Kendi kendine var olan. Varlığı kendinden olan.

  AYNÜ'L-CEM GÜLBANGI : Mevlevî tarikatında şeyh ve dervişlerle, muhiblerin, âyin okunurken, kalkıp kol açmaksızın sema etmeleri.

  AYNE'L-YAKİN: Arapça, yakini görmeyi ifade eder. Gözle görmek yoluyla ulaşılan ilim.

  AYNU'L-ÂLEM: Arapça, âlemin gözü demektir. İnsan-ı kamil anlamındadır.

  AYŞ: Arapça, yaşamak demektir. Hak ile üns halinde olmaktan duyulan haz.

  AYYAR: Arapça, sözlük anlamı, atılgan gözü pek yılmayan, fedakar demektir. Abbasiler'de fedai bölüğüne denilirdi. Ayrıca fütüvvet teşkilatının seyfî, kılıçlı kısmıdır.

  ÂZÂD: Farsça özgür demektir. Dünya ve dünya ile ilgili bütün bağlardan kurtulup, manevi hürriyete kavuşmuş kişi.

  A'ZAMİYYE: İmam-ı Azam Ebu Hanife (ö. 767)'den sonra, adıyla bağlantı kurulan bir tasavvuf okulu.

  AZİMET: Arapça, kastetme, karar verme, ihtiyat ve ruhsatlardan uzak şer'i emirlerin ruhuna uygun yaşamak. Tasavvuf yolu. Mukabili ruhsat (kolaylık) yoludur.

  AZİZ: Mevleviler arasında Çelebi Efendi'nin dervişler arasındaki adı. Bu bakımdan kendisine "aziz efendimiz" diye hitab ederlerdi.

  AZİZAN: Nakşibendî sadatından Şeyh Ali er-Ramitenî'nin lakabı ve bu isimle anılan tarikatın adı. Hacegan tarikatı aynı anlamdadır.

  AZİZİYYE: Rifaiyye Tarikatı'nın bir koludur. izzeddin Abdulaziz b. Ahmed ed-Dirinî (ö. 1295)'ye izafe edilmektedir.

  AZRA: Arapça, dilber, bakire, kimsenin keşfedemediği ve vakıf olamadığı yüce hakikat demektir.

  AZUZİYYE: XIX. asırda Tunus'ta küçük bir alanda faaliyet gösteren bir tarikattır.[/b]

Çevrimdışı Moll@

  • **
  • Join Date: Mar 2009
  • 56
  • +3/-0
  • من طلب العلي سهر الليالي
Tasavvuf terimleri
« Yanıtla #18 : 02 Nisan 2009, 19:21:39 »
[b]TASAVVUFÎ TERİMLER (B)
..:: 1 ::..

  BÂ: Varlıkta, ikinci mertebeyi teşkil eder. Bâ ile yaratılmışların hepsine işaret olunur.

  BABA: Ata manasınadır. Hürmete layık kişiler, yahut yaşlı adamlar hakkında kullanılır. Oruç Reis'e hürmeten Oruç Baba veya Baba Oruç denirdi. Bu kelimeye daha çok Selçuklular devrinde rastlanmaktadır. Ahmed Yesevi'nin Anadolu topraklarına gelmiş halifeleri ve müridleri için kullanılan bir terimdir. Tasavvufta, sülük yoluna giren, nefsini yenmiş topluma yararlı hâle gelmiş, yani nefsinde ölmüş, ruhunda dirilmiş kişiye baba denir. Bir sufînin mürşidi, onun mânevi babasıdır. Bu tâbir, özellikle, Bektaşî şeyhlerinin büyükleri için unvan olarak kullanılmıştır. Babalar pîr evinin "Eyvallah Kapısfnda yetiştirilir. Eyvallah, tam bir feragat demektir, teslimiyet ifade eder. Müridin, olgunlaşma yolunda bu kapıdan geçmesi gerekir. Burada bazı bedeni faaliyetlerde bulunulur: Kazmak, kesmek, dikmek, çapa işi yapmak vs. gibi. Bu şekilde derviş, Dede bağında üç yıl hizmet eder. Orada haline razı olarak ikâmet eder, yaptığı işler beğenilirse Büyük Baba tarafından kabul görerek, tekkede derviş olur. Bu kez, tekkede oniki buçuk yıllık uzun bir hizmet süresi söz konusudur. Bu süre sonunda, nasibinde varsa, babalık makamına nail olabilir. Baba tayininde kıdemden ziyâde, babalığa ehil olunup olunmadığı hususu önceliklidir. Baba olacak kişide bazı özellikler bulunması gerekir. Bu özelliklerin bazıları şunlardır: Hitabet güçlülüğü, mütebessim bir yüz, musikiye aşinalık. Bu şekilde yetişen baba, ya açılacak bir baba makamını bekler, ya da kendisine bir başka yerde tekke açmaya izin verilir. Baba adı taşıyan çeşitli yer isimlerinin bulunuşu, dikkat çeken bir başka husustur : Babadağ, Babaeski, Baba Nakkaş Köyü, Baba Burnu vb. yerler, hep buralarda yaşamış dervişlerin hatıralarını ismen yaşatan yerleşim birimleridir. Mevlevîler, mürşide baba demekte kibir gördükleri için, bu ifadeyi kullanmamışlardır. Bu sebeple "falan şeyhin müridi", "filan zâtın ihvanı", "şu şeyhin evlâdı" gibi ifadeler, Mevlevîlerin kullandıkları deyimler olarak görülür. Baba, çeşitli deyimlerin öğesi olarak yaygın biçimde kullanılmıştır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: Herhangi bir baba (mürşid), evladına karşı babalık vazifesi görmüyorsa, bu kişi hakkında "baba değil yaba", atasözü kullanılır. Veya bu zattan bahsedilirken; "iskele babası", "tırabzan babası", denir. İskele babası, geminin durması için gemiden ve iskeleden atılan kalın halatın sarıldığı kazığa denir.

  BABAİYYE: Abdülganî Pir Babaî (ö. 870/ 1465)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu.

  BÂB-I RIZADAN AYRILMA : Hoşnutluk, memnunluk, razı olma kapısı mânâsını ifâde eder. Tasavvufta, bir müridin, maneviyat yolundaki rehberini ve arkadaşlarını memnun etmesi önemlidir. O, bu uğurda çeşitli imtihanlara maruz kalır, razı olur, isyan yoluna sapmaz. "Bab-ı rızâdan ayrılma", yahut "Allah, bâb-ı rızadan dür (uzak) etmesin" ifadeleri, hep bu yolda söylenmiştir.

  BÂB-I ŞERİF: Arapça şerefli kapı demektir. Molla Hünkâr Celaleddin-i Rumî'nin şimdiki türbesinin giriş kapısına verilen ad. Anlatılanlara bakılırsa, bir tarikat edebi olarak, eşiği öpülerek içeri girilir. Çıkarken de geri geri yürüyerek, sırtın, türbeye çevrilmemesine itina gösterilir.

  BÂBU'L-EBVÂB: Arapça, kapılar kapısı demektir. Tasavvufta ilk makamı, yani tevbeyi ifade eden bir tâbir. Kul, Allah'a yaklaşmaya bu kapıdan başladığı için, ilk kapıyı ifade etmek üzere kullanılır. Tasavvufi olgunluk yolunda yetmiş makam vardır : ilki tevbedir, sonuncusu kulluk (abdiyyet) tur.

  BACI-ANABACI : Kızkardeşe bacı denir. Kur'ân'a göre, inananlar kardeştir (Hucurât/10). Tasavvufta ise, yol kardeşliği önem arzeder. Bu nedenle tasavvuf yolunun yolcuları, birbirlerine, bu âyetten mülhem olarak "kardeş" dedikleri gibi, yoldaki kadınlara da "bacı" derler. Şeyhin hanımıysa "anabacı" yahut "hanım sultan"dır.

  BÂCIYÂN-I RÛM: Anadolulu genç kızlar teşkilâtı. Osmanlıların kuruluşuna tesadüf eden dönemde, çeşitli tasavvuf okullarına mensup kadınlarca kurulmuş olan bu teşkilât, askerî, dinî ve iktisadî alanlarda faaliyetler yürütmüşlerdi. Bu teşkilât; Orta Asya'dan göç ile Anadolu'ya gelen Türk boylarını misafir ederek, onlara bu yeni topraklarda ev sahipliği yapmıştı. Teşkilâtın kurucusu Evhadüddin Kirmanî'nin kızı, Ahi Evren'in hanımı Fatma Bacı'dır. Konya yakınlarında Ulu Muhsine ve Kiçi Muhsine adlı iki köyün, bu teşkilât mensubu iki kızkardeş tarafından kurulduğu söylenir.

  BÂCİYYE: Ebû Sa'îd Hallâf b. Ahmed el-Bâcî et-Temîmî (ö. 628/1267) tarafından kurulmuş bir tasavvuf ekolü.

  BÂD: Farsça rüzgâr demektir. Her fâni (ölümlü) için varlığı zorunlu olan ilâhî inayet.

  BADE: Farsça şarap mânâsına geldiği gibi, kadeh anlamına da kullanılır. Divân edebiyatımızda bu kelime, daima içki, şarap, sarhoşluk veren içecek anlamında kullanılmıştır.    Tasavvufî sembolizmde, bade, aşk, zevk, ilâhî sevgi gibi mânâları ifade etmiştir. Ancak, Bektaşîler bu mânânın ötesinde, gerçek anlamda da kullanmışlardır.
  Ne gördü badede bilmem ki oldu bâde-perest
  Müdîr-i meşreb-i zühhâd gördüğün gönlüm.
                                                                              Fuzulî

  BÂDE-İ ÇÛ NÂR: Farsça, ateş gibi içki demektir, ilâhî ve kutsal nefes.

  BÂDE-FÜRÛŞ: Farsça, bileşik sıfat olup şarap satan demektir. Tasavvuf edebiyatında kullanılmış bir terimdir. Şeyh, mürşid karşılığında kullanılmıştır. Bektaşî geleneğinde, kıyamet günü kevserin sunucusunun Hz. Ali olacağını bildiren bir hadîse dayanılarak Hz. Ali, hammâr, bâde-fürûş, mey-fürûş sıfatlarıyla tavsîf olunmuştur.

  BÂDE-İ ELEST: Farsça-Arapça. Elest şarabı demektir. Elest toplantısında sunulan bade.

  BADİ: Görünen, her şeyin başlangıcı, ortaya çıkan gibi anlamları ihtiva eden Arapça ism-i fail. Hakk'ın tecellisi ve ortaya çıkışı. Muayyen bir vakitte, insanın içinde bulunduğu hâle göre, kalbinde ortaya çıkan tecelli, orada bulunan diğer şeylerin hepsini siler, yok eder.

  BÂD-I SABA: Farsça-Arapça bir terkib. Sabahları doğudan esen ve güllerin açılmasını sağlayan latîf rüzgâr. Ruhaniyet doğusundan gelen Rahmanı kokular. "Rahman'ın nefesinin Yemen'den gelmekte olduğunu hissediyorum" hadisi ile buna işaret olunur.

  BÂD-I DEBUR: Farsça-Arapça. Sam yeli. Batıdan doğuya eser, nebatata zarar verir. Nefsin azgınlığından kaynaklanan şer'î hükümlere aykırı olan istekler.

  BAĞ: Farsça bahçe demektir. Neşeli ruhanî âlem.

  BÂDİYE: Arapça çöl, ova demektir. Varlık âlemi ve bu âlemdeki engeller.

  BAĞDAD GÜLÜ : Kadirî tarikatı tâbirlerindendir. Şeyhlerin başlarına giydikleri tacın üzerinde, içice üç daireden oluşan ve gülü andıran yuvarlak parçaya, Bağdad Gülü denirdi. Genel olarak güller, bir daire onsekize bölünmek ve altışar altışar ipekle birbirine birleştirilmekle dikilirdi. Bu gülün kenarı, şirâze tarzında örme yapılırdı. Bu gülün rengi hususunda belirli bir kayıt olmamakla beraber, yeşil üzerine beyaz ibrişimle işlenirdi.

  BAHAR: Farsça. Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Müridin murakabe, vecd ve istiğrak hâlinde ruhî âlemlere dalarak, mânâları idrâk etmesi ve rûhaniyyetin zuhur etmesi olayına bahar denir.

  BAHÇIVAN, BİR GÜL İÇİN, BİN DİKENE HİZMET EDER : Burada gül, mürid; bahçıvan da onu yetiştiren mürşiddir. Hakiki mürid bir gül gibi çok zor yetişir. O güle yetişsin diye hizmet eden şeyh, onunla beraber gül olamayacak kapasitede dikenlere de hizmet eder. Yani, yetişmeye kabiliyetli olmayanlara da hoş görü ile muamele ederek onları etrafından kovmaz, onların sivriliklerine katlanır.
  Bağ-bân bir gül için bin hara (dikene) hizmetkâr olur.

  BÂHDADİYYE: Abdullah b. Bahdâd'a nisbet edilen bir tasavvuf okulu. Yemen'de yaygındır.[/b]