Gençliğin imanını sorularla çaldılar

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #15 : 28 Ekim 2009, 17:27:35 »
[b]B) Kur'an, en büyük bir mucize...
C) Kur'an, ALLAH (c.c) tarafından gönderilen bir kitaptır.
İşte Kardeşim Aysel, bu kadar delilden sonra dileyen inansın, dileyen inanmasın. Fakat,
Allah'tan uzaklaştırılan nesil, elbette sorular soracak, elbette bunalım girdabına girecektir.
Ahhh ah! Ne acı bir tecellidir ki, pis bir nutfeden yaratılan insan, yaratıcısından habersiz
bırakılıyor.
Hatta, yaratıcısının adına 'Tabiat" diyebiliyor. Alçaklar, alçaldıkça günahsız çocukları da
alçaltmıştır. Biz böyle bir kavim miydik. Aman... Ya Rabbi... Bize kuvvet ver.
SORULARLA SAVAŞANLAR VE FARELER Kitabımız, başından sonuna kadar sorularla
ilgili olduğu için yine sorulara geçeceğiz. Bu sorular Türkiye'nin hatta dünyanın her yerinde
halka ulaştırılan sorulardır. Çünkü, kafirlerin en büyük silahı, dinini bilmeyen gençliği, soru
sormak, mantık oyunları ile onları bunalıma sokmaktır. Bir ani atabilsek... Bak neler olacak o
zaman. Şu kafir oyunlarını bir anlatabilsek ah... Bir anlatabilsek gör... Neler olacak şu güzel
Türkiyemiz'de. Ama umutsuz değiliz. Anlatacağız inşallah.
"Gel kardeşim, Rabb'ine düşman olma. Rabb'ine, yaratanına dön", diyeceğiz. "Dönüşümüz
onadır" ayetlerini okuyacağız. Devenin şu misaline düşmezsek, muvaffakiyetimiz
gerçekleşecektir inşaallah. Deve kervanlığı, develerin yularından birbirlerinin arkasına
bağlanmasıyla yapılır. Bir gün develerle kervan yapılırken konaklama zamanı gelir ve bir
yerde kervan konaklar. Adamlar da devenin üzerinde uyurlar. Bir fare gelir devenin ipini
keser, ipin ucunu alır yuvasına doğru götürür. Fare gider, arkasından develer de gider. Fare
gide gide yuvasına girer.
104
Devamlı da ipi çeker, develer gele gele deliğin ağzına kadar yanaşırlar. Deve girmeye çalışır
ama giremez. Ne kadar komik bir manzara değil mi? Fare kocaman bir deveyi çekiyor. Niçin?
Niçin olacak, deve; onun ipini kim çekerse çeksin onun tarafına gider... Ama insan öyle mi
ya? İnsan, düşünen varlık... Müslüman ise, inancı açısından, asla çekilen yöne değil; Allah'ın
emrettiği yöne gider. Şimdiye kadar deve olanlarda ne gördük. Farelerin, yılanların peşine
düştüklerinden sonunda cehenneme düştüler, hem de ebedî orada kalmak üzere...
Eskiden bir türkü vardı. "Bir of çeksem, karşıki dağlar yıkılır" diyordu. Ben de öyle
hissederim kendimi... Derdimiz büyük, hem de çooook büyük... Dağlar derdimizin büyüklüğü
yanında kum gibi küçük kalır. Bizi perişan ediyorlar, perişan... Uyunalım artık ne olur...
Oyuna gelmeyelim.
Beynimin düşünceden eridiği zamanlar, bir şiir yazmıştım. Biraz uzunca oldu ama ne
yapayım içimdeki volkan durmadı, herkese söyledim. Kendime, anama, babama,
arkadaşlarıma, eşlere, dostlara, İslam'ı terk eden vurdum duymazlara, "Kıl namazı, tut orucu
yeter", diyenlere, "Beni sokmayan yılan bin yaşasın" diyenlere... Kimbilir belki de hepsini
kendimize yazdım...
ACI AĞITLAR
Sesleri duyuyorsun, bu bir sinek değil haa... Alçak at koşturuyor, geniş gelmiş saha. Biraz
bozdu keyfini, lakin kusura bakma. İstersen yine uyu, istersen kımıldama. Sen diyorsun ki,
"Keyfim her zaman rahat. Saltanatım asla yıkılmayacak." Gel gör ki, yanıldın ey beşer kişi,
105
Kafirler ciğerine geçirir oldu dişi.
Lüks evinde, "Keyfim şöylece rahat" dedin.
"Ne cihadıymış o? Hadi be bırak" dedin.
Gök başına düşse de, "Bu düşen davul mu ki?"
Diye sordun, değildi sorularının ilki.
Meyhaneden çıkan sana» "Sen sarhoşsun" dese de.
Diyemez oldun ona, "Hadi canım sende.
Ben dinimi bilirim, namusumu korurum.
Önderimin uğruna, trilyon baş vururum."
Sormadım, soramadın da bu soruyu artık,
Köpeklerin keyfine, işte bak böyle baktık.
Kafirin gülüşüne "dostça"dır derken sen,
O sana kesiyordu her boydan siyah kefen...
Yolunu asfalt yaptı, altını göstermedi.
Görmüyor musun bak hiç merhamet etmedi...
Bize yakışır mıydı canavarın dişleri,
Kaçar mıydı gözlerden sinsice gidişleri.
Ucuza giden mala "kelepir" denilirken,
Onu söylese iyi, sana dediler kefen.
Oyunlarına geldin, Rabb'ini terkeden sen.
Bu gidişin sonunu ah bir idrak edebilsen.
Amerika'dan tut, taa öbür tarafa bak.
İslam'ı çiğniyorlar, sen sırt üstü yat.
Tarihte görülmüş mü utanmazlığın böylesi.
Ninni gibi mi geldi, Emperyalistin sesi?
Ağlamaklar yetmez, ölüm de çıkış değil.
Elini vicdadına koy , şöyle bir düşün.
Kurtuluş neresinde satılarak gidişin?
Bir emanet vardı sende, fakat o sende değil.
Seninse o yüceden bir ayet manası bil.
Tane tane manasını bilirken müziğin.
Dedin mi yavrum, bu işler bizim değil?
Sordun mu ona hiç Rahman'ın manası nedir?
Gel okuyalım yavrum, Kur'an'ı bana getir
Söyleme sakın ağam, söyleme ne olur paşam.
Aklın başına gelir, beynine inince dam.
Şeref midir sanki o davayı söküp atmak,
Güneşi indirip de yerine gece takmak...
Anlıyorsun değil mi hatalar zincirleme,
Ya şimdiden tedbir al, ya da sonra inleme.
Bil ki, bu tavsiyeyi kalbimin yaşı yazdı.
Yok muydu renkte kara, hepsi sana beyazdı.
Şunu bil, unutma ki dava bizim, din bizim,
Şereflerle okunan dört üçlük tarih bizim.
Sen kendine gelirsen, hangi engel aşılmaz,
Sen kendine gelirsen kim sana köle olmaz.
Bu günü dev aynası, gerçeğin yok zerresi.
Korkutmamak seni Emperyalist, it sesi.
Kafasını soy, gör içinde neler var.
Sonra kendine gelip, Rabb'ine şöyle yalvar:
Şimdi tevbe ediyorum, aksa da suçlu kanım. Anladım çok suçluyum, kendime
geldim Ya Rab.
Mahşer günü gösterme, lütfunla bize azap.
Dinimin askeriyim, namusumun bekçisi,
Gösterme artık bize, firavunlar elçisi.
Geç kaldım affet Rabbim, kendimi yeni buldum.
Ölsem de bu yoldayım, mazimden pişman oldum."(115)
Şimdi gelelim Türkiye'de, hatta bütün halkı Müslüman olan ülkelerde sorulan bazı
önemli sorulara.

(115) Mahkum Duygular- Emine Şenlikoğlu. 106 107[/b]

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #16 : 28 Ekim 2009, 17:28:26 »
[b]SORU: Kabir azabı deniliyor ama bir türlü aklım almıyor. Geçenlerde bir mezar gördüm, mezarı tamamen kaldırmışlar, kemiklerini toplayıp bir çuvala koymuşlar. Sonra, ne kadar tanınmış insanlar biliyorum ki, mumyalanmış duruyorlar. Hani kabir sorusu olacaktı da, ölüler azap çekecekti?
CEVAP: Materyalist sistem (yani maneviyata inanmayan, her şeyi madde ile ölçen sistem) bizi Materyalist bakışa mahkum ettiğinden, her şeyde aklın kabul edebileceği delili arıyoruz. Aklın kabul etmediği delili almıyoruz. Akıl, madde alemi ile ilgili her şeyi çözemez, önce bu bakışı değiştirmeliyiz. Kabir suali ve azabı bedene değilruhadır. Ölmüş insanın ruhu ta kıyamete kadar bir daha bedene dönmez. Öldükten sonra yakılan, yahut hayvanlar tarafından parçalanıp yenen, yanıp kül olan, zerre zerre parçalanıp, hiç cesedi kalmayan insanlar da vardır. Olmayan cesede ruhun gelip yerleşmesi mümkün değildir. Kuruyan ağaç nasıl canlanmazsa, ölen insan da dünyada bir an için dahi canlanmaz. Nitekim, tekrar dünyaya döndürülmek isteyen ruhlara yüce Allah (c.c) bunun olmayacağını bildirmiştir: 108 "Onlardan birine, ölüm geldiği zaman, Rabbim der, beni (dünyaya) geri döndürünüz ki, terkettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım. Hayır bu onun söylediği (olmayacak)bir laftır. Önlerinde ta dirilecekleri kıyamet gününe kadar, (geriye dönmelerine engel olan) bir berzah (geçit) vardır." (116) Cesede hayat verip onu bozulmaktan koruyan can, yani ruhtur. Can çıkınca, ceset çürümeye ve temel elemanlarına dönüşmeye başlar. Nihayet, tamamen eriyip toprağa karışır. İnsana kişiliğini veren ruhtur. Ruh ise ölmez, ebedîdir. Dünyada yaptığı işlere göre, ya yücelere çıkar, iyi ruhlarla beraber zevk-ü sefa içinde bulunur ya da zindanlara atılıp, azaplara sokulur. Hz. Ebu Hüreyre (r.a), bu konuda Allah'ın Resulünden (s.a.v) duyduklarını şöyle anlatır: "Mü'minin ruhu, (cesedinden) çıktığı zaman oniki melek alıp (göğe) çıkarır." Mü'minin ruhunun güzel koktuğunu anlatan Ebu Hüreyre (r.a) şöyle devam ediyor. "Gök halkı:

Yer tarafından güzel bir ruh geldi. Allah sana ve içinde ömür sürdüğün bedene
rahmet etsin, derler. Bu ruh yüce Rabb'ine götürülür. Sonra yüce Allah:

Bunu sürenin sonuna (yani sidretü'l-münteha'ya) götürün, der.
Kafirin kötü kokan lanetli ruhu da (bedeninden) çıkınca gök halkı:

Yer tarafından pis bir ruh geldi, derler.
Bunu, sürenin sonuna (yani zindana götürün) dediler." Hadisi nakleden Ebu Hüreyre
(r.a) diyor ki: "Allah Resulü, kafirin ruhunun kötü koktuğunu anlatırken gömleğini
burnuna tuttu." (117)
(116) Mü'mimun: 99.
(117)
Müslim, Cennet 17, H. 75. 109 Talha b. Ubeydullah şöyle demiş: "Ormanda malımı arıyordum. Geç oldu. Abdullah
b.
Amr b. Haram'in kabrine sığındım. Kabrinden öyle bir kıraat (okuma) sesi duydum ki ondan daha güzelini duymamıştım." Allah'ın Rasulü (s.a.v) buyuruyor ki: "O, Abdullah'tır. Bilmiyor musun, Allah (c.c.) onların ruhlarını aldı, zeberced ve yakut kandillerine koydu, cennetin ortasına açtı. Gece olunca ruhları tekrar kandillerine (cesetlerine) geri döndürülür. Şafak atıncaya kadar böyle sürer. (Şafakla) tekrar ruhları bulundukları yere gönderilir." (118) Şimdi burada her gece cesetlerine gönderilen ruh, elbette cesedin içine sokulmamaktadır. Bundan kastedilen, her gece ruhun kabri civarına gelmesidir. İşte kabir sorgusu sırasında ruhun cesede reddi de, cesedin yanında bulunması, kendisini cesedinde sanmasıdır. Ruh, içinde uzun süre yaşadığı, kemal kazandığı bedenden ayrıldıktan sonra da hem ayrıldığı bedenini görür, hem de kendisini, bedenin şeklini, latif cisim olarak koruduğundan, aynen bedeni içinde hisseder. Nasıl ki insan rüyada, yaşadığı olayları, ruh olarak yaşadığı halde, bedende yaşıyor, görüyor zanneder. Rüyada dolaştığı
yerleri, bedensiz olarak dolaştığının farkında değildir. Rüyada ruh, bedenden tam ayrılmaz, fakat kapalı, penceresiz bir kafes gibi ruhun manevi güçlerine, basiret gözüne engel olan bedenin etkisinden nisbeten kurtulur. Ruhun görüş açısına gerilen perdeler vardır. Ruh, bedene gizli kalan dünyalara uzanır.Ölüm halinde ise, tamamen bedenin etkisinden kurtulan ruh, gezer, dolaşır, içinde yaşadığı bedenin çevresinde dolanır. Hatta ilk önce bedenden kurtulduğu için kendisini hala beden içinde sanır. İşte ölümden sonra vu
(118) İnsan ve İnsanüstü -Süleyman Ateş.
110
ku bulacak sorgu da ruhun bedene dönmesi,bedenin yanında bulunması ve aynen
beden içinde imiş gibi sevinç ve azap duyması anlamına gelir. Allah'ın yaratılış
yasasına ve ayetlerin açık ifadesine aykırıdır. Çünkü, Cenab-ı Hak, ruhun bir daha
dünyaya yani maddi bedene dönmeyeceğini bildirmiştir...
Yüce Allah: "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun (deriz)" (119) buyurmaktadır.
Bu sunulma, kabir azabıdır. Ayetten hitabın ruha olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Kabir azabının, bedene değil, ruha olduğunu aşağıdaki hadis açıkça göstermektedir.
"Mi'raca çıkarıldığım vakit, öyle bir kavmin yanından geçtim ki bunlar bakırdan
tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı. Cebrail'e; "Bunlar kimdir?"
dedim. "İnsanların, etlerini yiyen, gıybet edenler ve namuslarına tecavüz edenlerdir,
dedi" (120) Burada, Peygamberimizin (s.a.v) azap içinde gördükleri, o şahısların
bedenleri değil, ruhlarıdır. Bedenler çürüyüp gitmiştir.
Mü'min, kabrinde yemyeşil bir bahçe içinde bulunur. Kabri yetmiş zir'a genişletilir.
(Kabrin şu kadar genişletilmesi, ölünün ruhunun geniş bir makam içinde bulunması
demektir.) Ve içi, ayın ondürdüncü gecesi gibi aydınlatılır. Peygamber (s.a.v),
ashabına hitaben: Biliyor musunuz; "Kim benim zikrimden (Kur'an'dan) yüz çevirirse,
onun hakkında dar bir geçimdir ve biz onu kıyamette kör olarak neşrederiz" ayeti
kimin hakkında inzal buyurulmuştur? dediler. Allah ve Rasulü bilir denildi. Buyurdu:
O, kafirin kabrinde göreceği azaba dairdir. O kafire doksan dokuz "Tınnin" musallat
olur. "Tınnin" nedir biliyor
(119) Mü'min: 46.
(120) Ebu Davut.
111
musunuz? dediler. Hayır. Buyurdu ki: O, yedi başlı bir yılandır. Kafirleri,
kabirlerinden kaldırıldıkları zamana kadar ısırırlar, sokarlar ve şişirirler. (121)
Hz. Peygamber (s.a.v), kabir azabından Allah'a (c.c) sığınmıştır. Zeyd b. Sabit diyor
ki: "Peygamber (s.a.v) ile Neccaroğullarının çevirmesinde bulunuyorduk. Kendileri
katırın üstünde idiler. Biz de kendisinin yanında idik. Birden, katırı ürküp saptı, az
kalsın kendilerini düşürecekti. Bakım ki, yanımızda altı yahut beş ya da dört kabir var.
Buyurdular ki:

Kim bu kabirlerin sahiplerini biliyor? Bir adam:

Ben, dedi.

Bunlar ne zaman öldüler? dedi.

Şirk devrinde öldüler ya Rasulallah, dedi.

Bu ümmet de kabirlerinde imtihan edilir. Eğer gömülmekten vazgeçecek
olmasaydınız, benim işittiğim kabir azabını size de işittiririrdim, dedi. Sonra yüzünü
bize doğru çevirerek:

Cehennem azabından Allah'a sığınırız, dedi.

Cehennem azabından Allah'a sığınırız dediler.

Kabir azabından Allah'a sığınırız, dedi.

Kabir azabından Allah'a sığınırız, dediler.

Açık ve gizli fitnelerden Allah'a sığınırız, dedi.

Açık ve gizli fitnelerden Allah'a sığınırız, dediler.

Deccal fitnesinden Allah'a sığınırız, dedi. —Deccal fitnesinden Allah'a sığınırız, dediler." (122)
(121) Tirmizi (Ebu Hureyre'den)
(122) Müslim, Cennet: 67. 112 Peygamberimizin (s.a.v), ashabına kabir azabından Allah'a sığınmayı öğrettiğini anlatan, bazı kimselerin, kabirlerinde azab edildiklerini bildiren hadisler vardır. Peki, ruh, kabrin içinde midir ki, kabirde azap edilsin? Ruhun azaba, uğratılması için kabrin içinde olması gerekmez mi? Hadislere göre, temiz ruhlar serbesttir. Diledikleri yere giderler. Fakat günahlı ruhlar tutuklanır, azaba sokulurlar. Bunun, uzun yıllar içinde yaşadığı beden kalıbı ile de manevi bağlantısı vardır. Onu düşünür, onun yanına gelir, onun halini görür. Hem böyle bedenini dışarıdan görür, hem de ruh kendisini bedenin içinde hisseder. Çünkü, kendisi bedenden ayrılmakla beraber yine de şeffaf bir bedene, kendisini diğer ruhlardan ayıran latif bir cisme, bir şekle sahiptir. Bu şekil, dünyadaki bedenin şeklidir ama ondan daha güzel veya daha çirkindir. Esas şekil o şekildir. Binaenaleyh bedenden ayrılan ruh, yine kendisini bedende hisseder. Aynı zamanda kabirde bulunan bedenin yanına gelir. Kabrinin çevresinde bulunur ama oraya da bağlı değildir. Başka yerlere de gider. Basiret gözü açık olanlar, o beden içinde yaşamış ruhun, azapta mı, nimette mi olduğunu görebilirler. Hatta bazı hayvanların dahi azapta olanları görüp hissettiklerine dair hadisler vardır. İşte Allah'ın Rasulü (s.a.v) bazı kabirde bulunanların azaba uğradıklarını söylemiştir. Fakat onların cesetlerine azap ediliyor dememiştir.(122-a) Ruh, bedenden ayrıldıktan sonra ta kıyamete kadar olan hali, kabir halidir. Bedenden ayrılan ruhun gördüğü azaba, kabir azabı denmiştir. Çünkü ruh hayatı, insanın ölümüyle başlar. Fakat insan ölünce genellikle kabre konulduğu için, ruh hayatına kabir hayatı denmiştir. Aslın
(122-a) İnsan ve İnsanüstü-Süleyman Ateş. 113 da kabir hayatı ruhun hayatıdır. Kabre konulsun konulmasın, bedenden ayrılan ruhun hayatı, azap veya nimeti, kabir hayatı yani ölümden sonraki hayattır. Sonuç olarak: Kabir azabı vardır, bu azap bedene değil, ruhadır. Rabbim bütün Müslümanlar'ı kabir azabından korusun. Ahiret aleminde, o alemin icabına göre bir bedenimiz olacağı için, azap ve nimet onun vasıtasıyla olabilir. Lakin cismimiz çürüyüp toprak olunca bu azap veya nimet nasıl hissolunacak? denilecek olursa; azap ve mükafat hem bedene ve hem ruhadır, deriz. Lakin bunları hissedecek olan şey ruhtur. [/b]

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #17 : 28 Ekim 2009, 17:29:54 »
[b]114 SORU: İslâm, kadına niçin hak vermiyor? Erkeğin yanında niçin ikinci sınıf muamelesi görüyor? İkisinin eşit olması lazım değil miydi? Mesela, niçin erkeğe iki miras, kadına bir miras veriliyor? Niçin şahitlikte iki kadın bir erkeğin yerini tutuyor? Niçin erkek dörde kadar evlenebiliyor?
CEVAP: Bütün bu soruları İslâmiyet hakkında bilgisi olmayanlar soruyor. İslâmiyet'i
bir öğrenseler hayretlerinden akılları duracak ve sormayacaklar. Bir de bunlara, radyo,
televizyon, gazete ve dergilerin İslâmiyet'i kötülemeleri eklenince tamamen İslâm'a
düşman kesiliyorlar.
Hemen şunu söyleyelim ki, İslâmiyet değil kadını korumamak (hak vermemek)
hayvanları dahi korumuş, onlara ağır yük vurmak ve aç bırakmak suretiyle eziyet
eden kimselere dünya ve ahirette ceza vermiştir. Yani İslâm hukukunda hayvanlara
eza, cefa edenlere ceza vardır. Bu hususta bir hadis-i şerifi nakledelim.
"Peygamberimiz (s.a.v), Ensardan bir adamın bahçesine girdi. Orada bir deve bulunuyordu. Deve peygamberimizi görünce inledi ve gözlerinden yaş geldi. Peygamberi

miz (s.a.v), deveye yaklaşıp (şefkat ve merhametinden) hörgücünü ve kulak arkasını okşadı. Deve, sesini kesti. Sonra Resul-ü Ekrem (s.a.v);

Bu deve kimindir, buyurdular? Ensardan bir genç:

Benim ya Rasulallah, dedi. Resul-ü Ekrem:

Allah'ın sana emanet ettiği bu deve hakkında Allah'tan korkuyor musun?.. Bak deve senin onun aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikayet ediyor. (123) Hayvanın hakkını veren İslâmiyet'in kadına verdiği haklara geçmeden, dünyanın ve yüzelli, ikiyüz sene öncesine kadar Avrupa'nın kadına bakış açısına bir bakalım. İslâmiyet'in geldiği çağda kadın, yeryüzündeki hemen bütün milletlerde aşağılık bir mahluk olarak kabul ediliyor, zelil, hakir ve esir bir durumda bulunuyordu. Eski Hint hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve diğer muamelelerde hiçbir hakka sahip değildi. Kadının murdar temayüllere, zayıf karaktere ve kötü bir ahlaka sahip olduğu kabul ediliyordu. Budizm'in kurucusu Buda, önceleri kadınları dinine kabul etmiyordu. Nihayet bir çok tereddütten sonra kadınları dinine kabul etmiş fakat bunun Budist toplumu için çok tehlikeli olduğunu söylemiştir. İsrail hukukuna göre kızlar, babalarının evinde bile hizmetçi gibidirler. Baba onları satabilir. Boşanma hakkı keyfi bir surette kocaya aittir. Kızlar, ancak başka bir varis bulunmadığı taktirde babalarının miraslarına nail olabilirler.
(123) Riyaz-üs-Salihin "İran'da, Sasani devletinde, kız kardeşle evlenmek caizdi. Hatta bu teşvik edilirdi. Kan hısımlığının, kız kardeş ve annelerin saygıya değer hiçbir hususiyetleri yoktur." Şimdi, bunu okuyunca ne kadar irkildin değil mi? Hem de çok tiksinerek irkilmişsindir. Ve kendi kendine; "Bu insanlar eskiden ne kadar vahşi ve adi imiş" demişsindir. Halbuki, bu olaylar 1450 sene önce olmuştur. Ya şimdiki olanlara ne dersin? Geçen sene, İsviçre'de, "Kız kardeşlerle evlenilebilir" diye kanun çıkarttılar. "Erkek, erkekle evlenebilir" diye de kanun çıkardılar. Hatta daha da kötüsü var. İnsan, yazmaktan haya ediyor. Ama, ibret olsun diye yazayım. Gazetelerin birinde okumuştum; ya Amerika'da ya da İngiltere'de, kadının biri köpekle evleniyor. Belediyede nikah kıyılırken dostları tebrik etmeye geliyorlar. İnsanın avazının çıktığıyere kadar bağırası geliyor: "NERDESİN BİN DÖRTYÜZ SENE ÖNCESİ CAHİLİYYET DEVRİ, GEL... GEL..." Yirminci asırdan sen daha iyiydin. Bu kadar vahşilik, adilik, hayasızlık olur ma Ya Rabbi!... Yunan ve Roma'da kadın, hiçbir şahsiyete ve hakka sahip değildi. Eflatun'a göre, kadın, orta malı gibi elden ele gezmeli imiş. Çinliler'de kadın, insan sayılmaz, ona isim bile takılmazmış. İngiltere'de, milattan sonra beşinci asırdan, onbirinci asra kadar, kocalar, kanlarını satabilirlerdi. İlk günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felaketini hazırlayanın bir kadın (Havva validemiz) olduğuna inanan karamsar Hristiyan milletler, kadına daim bir "Şeytan" nazarı ile bakmışlardır. İngiltere'de kadın, murdar bir mahluk sayıldığından İncil'e el süremezdi. Bu vaziyet ancak Kral VIII. Hanri'nin (1509-1547) devrinde parlamentodan çıkan bir kararla sona erdi. Bu karara göre kadınlar, İncil okuyabileceklerdi. (124) Vaktiyle Avrupa'da ve bütün dünyada, kadınlar, hesaba katılmayan bir sürü idi. Alimler ve filozoflar, kadın hakkında şöyle münakaşa ediyorlardı: Kadının ruhu var mıdır? Yoksa o ruhsuz bir yaratık mıdır? Eğer ruhu varsa, acaba o insan ruhu mudur, yoksa hayvan ruhu mudur? Onun ruhunun insan ruhu farz edildiği taktirde, o zaman onun erkeğe nisbetle insanî ve içtimaî durumu kölenin durumu gibi midir, yoksa o köleden biraz daha yüksek bir yaratık mıdır? Hatta Yunan'da ve Roma imparatorluğunda kadının sosyal ve haysiyetli bir mevkiye sahip olduğu kısa devrelerde bile bu durum, ancak şahsi sıfatları sebebiyle mahdut kadınlara veya meclislerin süsü, aralarında övünme ve gösteriş vesilesi olarak onları teşhir etmeye meraklı zengin ve müsriflerin israf ve lüks vasıtalarından bir vasıta olmaları hasebiyle başkentin kadınlarına has bir durumdu. Lakin buna rağmen kadın, erkeğin gönlüne sevdirdiği şehvetlerden sarfı nazar ile kendi kişiliği içinde, kendine has bir haysiyete sahip olmaya layık ve insani bir mahluk gibi hiçbir zaman hakiki ihtiram mevkiine yükselemedi. Böylece bu durum Avrupa'da kölelik ve derebeylik devirlerinde de devam etti. O devirlerde kadın, cehalet içine gömülmüş olduğu halde, bazen şehvet ve lüks oyuncağı olarak kullanılır, bazen de yiyen, içen, gebe olan, doğuran, hayvanlar gibi geceli gündüzlü çalışan, ihmale uğramış bir yaratık olarak kendi haline terkedilirdi. Hatta bu durum Sanayi İhtilali gelip çatıncaya kadar devam etti. Sanayinin gelişmesi ile Avrupalı kadına isabet eden
(124) İslâm Ahlakı Ders Notları - Yaşar Kandemir. 118 felaket, geçmiş tarihinde isabet edenden daha da kötü Teknik ve sanayi hareketi, kadınları ve çocukları çalıştırdı. Aile rabıtalarını parçaladı ve ailenin kuruluş düzenini bozdu. Lakin çalışmasından, haysiyetinden, ruhi ve maddî ihtiyaçlarından en fazla karşılık ödeyen sadece kadındı. Hatta kadın, evli, aynı zamanda anne olsa kendisini beslemesi için çalışmaya mecburdu. Başka bir yönde de, fabrikalar kadını en kötü bir şekilde istismar etti. Böylece onu saatlerce çalıştırdılar ve aynı fabrikada aynı işi yapan erkeğe daha fazla ücret verdiler.
(126) Birinci Cihan Harbi koptu. Bu savaşta, Avrupa ve Amerika gençliğinden on milyon insan ölüp gitti. Kadın, bütün çirkinliğiyle beraber çalışma kasvetiyle yüz yüze geldi. Milyonlarca kocasız kadın vardı. Bunların kocaları ölmüş, yahut harpte yaralandığından çalışamaz duruma gelmişti. Veyahut, korku, gürültü, zehirli ve boğucu gazlar sebebiyle sinirleri bozulmuş, deli olmuşlardı. Bir kısmı da dört senelik hapisten sonra asabını dinlendirmek ve biraz yaşamak isteğiyle çalışmak, yorulmak ve tahammül isteyen, evlenme ve evlilik hayatı yaşamaktan kaçıyordu. Bir başka yönden, orada harbin tahrip ettiklerini tamir ve fabrikaların çalışmasını eski haline koymaya kafi gelecek miktarda çalışan erkek eli olmadığı için, kadının çalışması bir zaruret halini aldı. Çünkü, çalışmadığı taktirde bizzat kendisi ve bakmağa mecbur olduğu çocuklar ve ihtiyarlar açlık tehlikesine maruz kalacaklardı. Kadın, çalışınca da ahlakından vazgeçmek zorunda idi. Çünkü, o gün için kadının namuslu olması, ekmeğine mani bir ka
(125) İslâm'ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutub.
(126) Aynı eser. 119 yıt durumunda idi. Zira, fabrikatör ve onun adamları sadece çalışan el istemiyorlardı. Onlar, bu durumu bulunmaz bir fırsat telakki ederek hareket ediyorlar, böylece peşinde koştukları kuşlar, aç olarak -tane toplamak için-kendiliğinden yere düşüyorlardı. Artık onların, bunları avlamasına ne mani olabilirdi? Acaba vicdan mı? Ne gezer, mademki zaruretleri için sevgiyle kendini peşkeş çekecek bir kadın vardır, o halde iş isteyenlerden ancak kendini teslim edenlere iş verme zihniyeti hakim olmalıydı ve öyle oldu. Kadın, isteyenlere kendini teslim ederek fabrika ve ticarethanelerde çalışmakla şu veya bu yolla arzularını tatmin etme mecburiyetinde bırakıldı. Lakin onun esas meselesi bu sefer daha çok alevlendi. Kadının çalışmaya olan ihtiyacını fabrikalar istismar etti ve hiçbir akıl ve vicdanın hoş görmeyeceği zalimce muamelesine devam etti. Kadına, aynı yerde ve aynı işte çalışan erkeğin ücretinden daha az ücret veriliyordu. Kadına ait ne kaldı ki, o kendini, kadınlık gururunu ve haysiyetini harcadı. Aralarında varlığını hissettiği, hayatına kattığı, böylece saadet ve gurur duyduğu aile ve çocuklarına olan tabiî ihtiyacından bile mahrum bırakıldı. Buna mukabil en basit vebedahetle kabul ettiği tabii hakkı olan "Ücrette erkeğe eşitlik hakkı"nı alabildi mi? Avrupalı erkek kolay kolay hakimiyetinden vazgeçmedi. O halde bu çatışmada kullanmaya elverişli silahları kullanmak gerekiyordu. Kadın, grevleri, gösterileri, toplantı ve kongrelerdeki konuşmaları ve basını hedefine ulaşmak için birer vasıta olarak kullandı. Sonra kendisine yapılmakta olan zulmü menbaından kesmek için, mutlaka kanun yapma yetkisinde erkeğe iştirak etmesi lazım geldiğini anladı. İlk önce seçme hakkını talep etti. Sonra bunun arkasından gelen parlamentoda 120 temsil hakkını talep etti. Çünkü o erkeğin yaptığı işin aynısını yapıyordu. Onun mantıkî bir sonucu olarak, mademki, her ikisi de aynı yolda hazırlanmışlar ve birtek öğrenim yapmışlar o halde, erkek gibi devlet memuriyetlerine girmeye hak iddia etmeliydiler. Bu, Avrupa'da kadının haklarını elde etmek için yaptığı mücadelenin hikayesidir... Orada, kadın hakları konusundaki her adım, erkek istesin istemesin bir diğer karşıt adımı hazırladı. Böylece dizgini elinden kaçırmış ve çözülmelerle çökmüş olan bu toplumda bizzat kadın dahi artık kendi işine kendisi malik değildi. (127) Bütün bunlara rağmen, demokrasinin beşiği olarak kabul ettikleri İngiltere'de, devlet memuriyetlerinde çalışan kadına, erkekden daha az ücret verilmekte ve hala da buna devam edilmektedir. Birkaç cümle ile de Komünist alemdeki kadına göz atalım. Bu ülkelerdeki kadının durumu, Ayrupa'daki kadınların durumundan çok daha beterdir. O nazik eller, o zayıf vücut, ağır sanayide, gece gündüz vardiya usulü olarak çalıştırılıyor. Erkek, bir fabrikada kadın, bir fabrikada; yani karı-koca ayrı ayrı fabrikalarda ya da çiftliklerde çalıştırılıyorlar. Çocuk, bakım yuvasına bırakılmış, üçünün bir araya gelmesi büyük mesele. Çünkü erkek eve geliyor kadın yok, kadın eve geliyor erkek yok... Nerededirler, ne yaparlar, nasıl yaşarlar, bunu arayıp sormalarına da imkan yok, kendilerini de bilmezler. Kadın, mutfakta bir kap yemek pişirmenin saadetinden çok uzaktır. Çünkü, mutfak yok. Varsa da üç-beş aileye bir mutfak, dolayısıyla da tadı yok burada haya
(127) İslâm'ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutup. 121 tın... Orada kadın, koluna bir bilezik, boynuna bir kolye takmaktan mahrumdur. Çünkü, mülkiyet yok, para yok... Yaşama bakımından bir erkek hayatı, fakat vücut ve ruh bakımından kadın olan bu insanlar, her şeyi unutabilmek ve ızdıraplarını dindirebilmek için derin ve korkunç bir sefahete atılıyorlar. Fakat iş yine bitmiyor. Esir hayatı, ölünceye kadar devam ediyor. Böylece, bir makinadan farksız olan kadın için, dünyanın hangi saadetinden dem vurulabilir. Hem bu kadın ne için çalışıyor, çalıştırılıyor. Para için mi? Ev yapmak için mi? Eşya için mi? Hayır hayır, hiçbirisi için değil. Çünkü, Komünist memleketlerde mülkiyet yok, bir mala sahip olmak yok, malı olmayan, malını dilediği gibi harcamayan ve inandığı yollara veremeyen bir insan için saadet hayaldir. Kim ne
derse desin, inanmayınız.
İslâm'ın (şeriatın) kadına verdiği haklan anlatırken, yine yer yer İslâm'ın dışındaki
görüşlerin, kadına verdiği haklardan bahsetmek üzere İslâm'ın kadına verdiği haklara
geçelim.
Evet, bütün dünya, hâlâ yukarıdaki bir nebzecik olsun bahsettiğimiz şekilde kadına
hak verirken, bakın bindörtyüz küsur sene önce İslâmiyet kadına ne haklar vermiş,
kadına bakış açısı nasılmış.
Kadını, asırlardır tokatlamaktan yorulmayan zalim elleri, İslâm havada yakaladı.
Bütün mazlumlarla birlikte kadını da kurtardı. Onun asırlardır örselenen narin
vücudunu, iffetin timsalidir diye nadide kumaşlara sardı. Gözü paradan puldan başka
bir şey görmeyen, daima bunun için birbirini yiyen erkeklerin elindeki altınları,
mücevherleri aldı, kadınlara taktı. Zalim ellerin tutup sürüklediği saçları tüllere
bürüdü. Bundan sonra da erkeklere;
122
"Kadınlarla güzel geçinin" (128) buyurdu.
Resul-ü Ekrem (s.a.v) de: "Sizin en iyiniz, hanımına karşı en iyi olanınızdır" buyurdu.
(129)
Çektiği ızdırapların, döktüğü gözyaşlarının mükafatını; "Cennet, anaların ayağı
altındadır" (130) hadisiyle alan kadın, saadeti İslâm dininde buldu. Ana olmanın
büyüklüğünü o zaman anladı.
Bir defasında ashabtan biri ile Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) arasında şöyle bir konuşma
geçti:

Ya Resulallah, insanlar içinde kendine iyi davranmaya en layık olan kimdir?

Anandır.

Ondan sonra kimdir?

Anandır.

Ondan sonra kimdir?

Yine anandır.

Sonra kim gelir?

Baban. (131)
İşte böylece kadın, layık olduğu değerlere İslâm ile kavuştu. Cemiyet hayatında
kadının da bir yeri olduğunu takdir edemeyenlere İslâm, makul ifadelerle şu gerçeği
kabul ettirdi:[/b]

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #18 : 28 Ekim 2009, 17:30:35 »
[b]Allah Teala, her şeyi çift yarattığını, zürriyetin devamı için her iki cinsin kendine ait
vazifeleri bulunduğunu böylece, cemiyet hayatında, kadının vazgeçilmez bir unsur
olduğu kabul edildi.
(128) Nisa: 19.
(129) Tirmizi.
(130) Feyz-ul-Kadir: 111-316.
(131) Buhari, Edep, 2.
123
Kadını içinde bulunduğu yürekler acısı durumundan kurtardıktan sonra, İslâm'ın ona
lütfettiği maddî ve manevî imkanları sırayla gözden geçirelim:
1 — Kadının insan olduğunu bile düşünmek istemeyen bazı frenkler, onun hayvan mı,
yoksa şeytan mı olduğunu münakaşa ederlerken, İslâm dini gerçeği bunlara şöyle
anlattı:
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. "(132) "Ey insanlar!
Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini vareden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın
meydana getiren Rabb'inize hürmetsizlikten sakının. "(133)
2 — Budizm dininin kurucusu Buda, kadını kendi dinine kabul edip etmemekte
tereddüt ederken, Avrupa'da ve bazı memleketlerde kadının bir dini olabileceğini
akıllarına sığdıramayan dindarlar, bu zavallıların mukaddes kitaplara dokunmasını ve okumasını resmen yasaklarken, İslâm dini emirlerini tebliğde kadın-erkek ayrımı göstermedi. "Mümin erkekler, Müslüman kadınlar, Müslüman erkekler" gibi ifadelerle onları dinî bakımdan müsavi tuttu. İslâm dinine ilk giren Peygamberimizin hanımı Hatice validemizdi. İslâm'ın ulu kitabı Kur'an-ı Kerim, resmen bir kitapta toplanınca, müminlerin annesi Hz. Hafsa'ya teslim edildi. Hz. Ebubekir'in hilafetinden Hz. Osman'ın hilafetine kadar yıllarca onun yanında kaldı. Kadınların ruhu olup olmadığı da, eskilerin bir problemiydi. Ruhu varsa, acaba kadındaki insan ruhu muydu, yoksa hayvan ruhu muydu? Kadının da bir dini olabileceğini kabul etmek buna bağlıydı.
(132) Hucurat: 13. ( 133) Nisa: 1.
124
İslâm, ruhî ve dinî bakımdan kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığını şu ilahî
fermanlarla ilan etti:
"Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler.
Kendilerine zerre kadar zulmedilmez." (134)
"Kadın, erkek kim inanmış olarak iyi iş yaparsa, ona hoş bir hayat yaşatacağız.
Ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz." (135)
"Rab'leri dualarını kabul etti. Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun,
kadın olsun iş yapanın işini boyuna çıkartmam." (136)
3 — Cemiyet hayatında kadına bir yer vermeyen, onlarla aynı mabette toplanmayı,
içtimai faaliyetleri onlarla beraber yürütmeyi kendilerine hakaret sayanların karşısına
çıkan İslâm, kadınla erkeğin yapacağı faaliyetleri şöyle sıralıyordu:
"Mümin erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiyi emreder,
kötülükten alıkoyarlar, namazlarını kılarlar, zekat verirler, Allah'a ve peygamberine
itaat ederler. İşte, Allah, bunlara rahmet edecektir. Allah, şüphesiz güçlüdür,
hakimdir." (137)
Böylece Kur'an-ı Kerim, kadınla erkeğin birbirlerinin yardımcısı olduğunu, dini irşadı
beraber yapacaklarını, Rablerine beraber ibadet edeceklerini bildiriyordu.
4 — Eski hukuk sistemlerinden bir çoğuna göre kadın, miras haklarından bir
çoklarına sahip değildi. Hammurabi kanunlarında, Brehme kanunlarında, eski İsrail
(134) Nisa: 124. (135)Nahl: 97. (136)Al-i İmran: 195. (137)Tevbe:71.
125
hukukunda ve İslâm'dan evvel Araplar'da durum böyle idi... (138) Kadın, ne
babasından ne de kocasından miras alabiliyordu. İslâm, kadına yine kol kanat gerdi.
"Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Ana babanın ve
yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar, az veya çok, belirli bir
hissedir." (139) '
İslâm, kadına mülkiyet hakkının yanında ticaret ve tasarruf hakkını da verdi.
"Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.
"(140) ayet-i kerimesi bunu ortaya koydu. Bu suretle kadın, mal, mülk sahibi olma,
kiralama, vakıf, hibe, alım satım haklarına sahip oldu...
İslâmiyet'i bilmeyen, nüfus kağıdındaki Müslümanlarla ve ikili, birli taksimin
anlaşılmaması ile birlikte İslamiyetin emirlerinin bir kısmını ya da tamamını inkar
etmektedirler. İslâm düşmanlarının, ağızlarında geveledikleri bir konuya temas
edelim.
Allah (c.c), Kur'an-ı Kerim' de; "Erkeğin hissesi, iki kadının hissesi kadardır." (141)
buyurulmaktadır. Bu ikili, birli taksim İslâm'ın kadını emniyetsiz, yarım bir varlık
olarak telakki ettiğini sananların vehimlerini kuvvetlendirmiştir. Bu mühim hususun
sebebini belirtmeden önce, bugün İslâmî hükümlerin tatbiki sırasında karşısına çıkan
müşküllere tüm olarak ışık tutan bir noktayı zikretmek gerekir. İslâm alimleri, "İslâm dininin çeşitli sahalarda vazettiği hükümlerden birini veya birkaçını bağlı bulunduğu
(138) İslâm Ahlakı Ders Notları - Yaşar Kandemir.
(139) Nisa: 7.
(140) Nisa: 32.
(141) Nisa: 48. 126 sistemlerden çekip alarak müstakilen ve münferiden mütalaa etmek bizi daima yanıltıyor" diyorlar. Nasıl kolumuzdaki hassas saatin arıza gösteren bir parçasını çıkarıp takamazsak, bütün dünya hukuk sistemleri karşısında tamamen nev-i şahsına münhasır İslâm hukukunun, hatta İslâm'ın bütün hükümlerinin meselelerini ancak kendi sistemi içinde mütalaa edebiliriz. Sonra mukayese yapmak gerekirse, sistemin tümünü karşısındakilere karşılaştırabiliriz. Bu, İslâm'dan başka her hukuk sistemi için de söylenebilecek adil bir sözdür. Binaenaleyh, İslâm'dan ayrı bir hukuk sistemi zihniyetiyle ve İslâm hukuku içinde ki aile müessesesini etraflıca bilmeden bir erkeğe, iki kadın payı sistemi kavranamaz. Bunlardan başka, boşama, dört kadına kadar evlenme, tesettür ve zina suçuna tertip edilen ceza esasları, ibadet hükümleri, muamelatı ve ahlakı da dahil bir "manzume" olarak İslâm'ın tatbik edilmediği cemiyetlerde zuhur edecek içtimaî dertler, İslâm'dan çekip alınacak münferid meseleler, hal çareleriyle daima giderilmezse, bundan İslâm dini sorumlu olamaz. Suçlanamaz da. (142) A) Kadının kendisinden başka bakmaya mecbur olduğu kimse yoktur. Eğer evli ise gerek kendisinin, gerek -varsa- çocuklarının her türlü ihtiyacını temin etrnekkocasının vazifesidir. Üstelik kadın, evlenirken mehir alacak ve adete göre birçok hediyelere de sahip olacaktır. Kendi payının iki katını alan kardeşine gelince: O, ya evlidir ya da evlenecektir. Her iki halde de, kendisinden başka en çok zevcesine mükelleftir. Evleneceği sırada ayrıca mehir verecek, masraf da edecektir. Evli kadın, sahip olduğu malı - nafakanın kocaya ait olması hesabıyla- eksiltmeyecek, hatta İslâm hukukunun verdiği salahiyetle onu işle
(142) İslâm'da Kadın - Bekir Topaloğlu. 127 yerek artırabilecektir. Erkek kardeş ise, babadan aldığı mirası çoluk çocuğunun nafakasına harcamakla bitirecektir. Kaldı ki, bekar kız, babasından aldığı mirasla geçinemeyecek durumda ise, erkek kardeş ona yardım etmeye mecburdur. B) Kadın, eğer kocasından miras alıyorsa durum yine aynıdır. Dul kalacaksa tek başına bir insandır, kocasindan ve ekseriyetle ebeveyninden alacağı mirasla geçinebilir. Eğer tekrar evlenecekse, bu sefer nafaka kocaya aittir. Görülüyor ki, bu sistemde mükellefiyete büyük yer verilmiştir. O halde, mutlak eşitlik çığırtkanlarının iddia ettikleri zulüm nerede? Şüphe yok ki, mesele ne temayüller, ne de iddia meselesidir. Sadece hesap meselesidir. Kadın, bir topluluk,olarak, sadece kendine sarfetmek için, veraset yoluyla intikal eden servetin üçte birini alır. Erkek ise, ilk önce, kadına, sonra aile ve çocuklarına sarfetmek için miras servetinin üçte ikisini alır. Hesap ve rakamlar mantığı ile düşünüldüğü zaman iki taraftan hangisine daha fazla isabet eder? Bütün servetlerini kendi şahıslarına harcayan, ne evlenen ne de bir aile kuran bazı erkeklerin bulunması gibi kaide dışı haller varsa bunlar nadir örneklerdir. Bunlar dahi ellerindeki servetin çoğunu gayri meşru yoldan yine kadınlara sarfederler. Fıtrî olan hareket, erkeğin servetini, gayri meşru yollara değil, içinde kadın bulunan bir aileyi kurmaya harcamasıdır ki, o kadın da onun zevcesidir. O vakit, erkek kadına, kendi tarafından gönüllü bir hareket olarak değil, sorumluluğunu gerektiren bir vazife olarak harcar. Her ne kadar kadının özel serveti olsa dahi, erkeğin ondan birşey alması kat'i suretle doğru değildir. Sanki kadın hiçbir şeye malik değilmiş gibi itibar olunur ve ona bakmak erkeğin vazifesidir. Erkek harcamaktan vazgeçtiği veya sahip bulundu128 ğu mali durumuna nisbetle sarfiyatta cimrilik ettiği zaman, kadının erkeği şikayet etmesi hakkıdır. Bu durum karşısında şeriat kadının lehine olarak ya nafaka veya ayrılma ile hükmeder. Bu izahlardan sonra, servetin mecmuundan kadının nail olduğu hakiki miktarda artık bir şüphe kaldı mı? Kadının mükellef olmadığı vazifelerle mükellef olan erkeğin mirastan, iki kadının hissesi kadar hisse alması, iktisadi ölçülere göre acaba hakiki bir imtiyaz sayılır mı? Kaldı ki, bu nisbet, emek sarfetmeksizin miras olarak gelen maldadır. Bu ölçü ise beşeriyetin bugün ulaşmış olduğu en adil kanununa göre taksim ölçüsüdür. İşte o, "Herkese ihtiyacı kadar" prensibidir. İhtiyaç ölçüsü ise, yapmakla mükellef olduğu vazife ve mesuliyetlerin gerektirdiği sarfiyat nisbetidir. Kazanılan mala gelince, ne iş mukabilinde alınan ücretde, ne ticaret kazancında ve ne de arazi ve benzeri mülklerin akar ve gelirlerinde kadın ve erkek arasında ayırım yoktur. Çünkü, bu husus, emek ve karşılık hususunda eşitlik prensibi diye ifade edilen başka bir ölçüye tabidir. O halde İslâm'ın bu ölçüsünde ne zulüm vardır ne de bir şüphe vardır. Müslümanlardan avamın anladığı ve kötü niyetli İslâm düşmanlarının dediği gibi bu meselenin aslı, hiçbir vakit, İslâm'da kadının kıymeti, erkeğin kıymetinin yarısıdır, şeklinde değildir.[/b]

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #19 : 28 Ekim 2009, 17:34:23 »
[b]Dünyanın medeniyet (!) beşiği Amerika'da, kadına mülk ve tasarruf hakları 20. asırda
verildi. Fransız kadını, bu mevzuda, kocasının izni olmadan harcama yapma hakkına
hâlâ kavuşamamıştır. (144)
(143)
İslâm'ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutub.
(144) İslâm Ahlakı Ders Notlan - Yaşar Kandemir. 129 5 — Evlendirilirken fikri bile sorulmayan zavallı kadın, erkeğin tıpkı bir kölesi gibiydi. Bir mal, bir meta gibi alınıp satılıyordu. Kadının şahsiyetine hiç değer vermeyen bu tatbikatı İslâm iptal etti. Resulullah (s.a.v) şöyle buyuruyordu: "Dul kadın, kendisine velisinden daha fazla sahip ve maliktir. Binaenaleyh onun bu mevzudaki kanaati açıkça alınmadan nikah yapılmaz. Evlenmemiş bir kızın da izni sorulmadan nikah kıyılmaz. Fikri sorulduğu zaman onun susması da izni sayılır." (145) Demek ki, kadın, istemediği bir adamla evlendirilmeyecektir. Evlilik gibi hayatî bir mevzuda kabalığın, zorbalığın değil, sevgi, karşılıklı anlayış ve huzurun esas olduğunu Kur'an-ı Kerim şöyle açıklıyordu: "Birden fazla evlenmek isteyenlere "adalet" şartını koştu." Bu, yerine getirilmesi çok zor bir şarttı. Adalet gözetemeyecekse bir hanımla yetinecekti. Çok kimse tarafından yanlış anlaşılan dörde kadar evlilik meselesinden biraz daha bahsedelim. Dinimiz şu ayet-i kerime ile birden fazla kadınla evlenmeye müsaade etmiştir: "Eğer, yetim kızlar hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız sizin için helal olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikah edin. Şayet (bu suretle de) adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir tane ile, yahut malik olduğunuz cariye ile iktifa edin. Bu (tek zevce ve cariye), sizin haktan eğrilip sapmamanıza daha yakındır." (146) Birden fazla, iki, üç ve dört kadınla evlenmek mutla
(145) Buhari, Nikah bahsi: 41.
(146) Nisa: 3.
130 ka yapılması gerekli farz, vacip kabilinden bir emir değil, zinadan kaçınma zaruretine bağlı bir müsaadedir. Fakat bu müsaade de adaletle şartlanmıştır. Ayet-i kerime bir tek zevce ile evlenmenin adaleti gözetmeye daha yakın olduğunu beyan etmekle evlenmede asıl olanın bir tek zevce ile yetinmek olduğunu bildirmektedir. İslâm'ın doğuşu zamanında, erkeğin evlendiği kadın sayısı belirsizdi. Fakat İslâm gelince bu meseleye verdiği cevabı şöyle özetleyebiliriz. 1 — Adet tahdidi. En çok dört kadınla evlenilebilir. 2 — Adaleti şart koştu. 3 — Adalet gözetilmeyecekse, bir tane ile yetinmeyi emretti. Zevceler arasında adalet, yedirme, içirme, giydirme, barındırma, zevciyat muamelesi, sevgi vs. de gözetilecektir. Şu sevgiyi ele alalım. Acaba psikolojik olarak güzeli, çirkini, genci, ihtiyarı ile birlikte zevceleri müsavi olarak sevmek mümkün mü? Değilse, adalet yok demektir. Adalet olamayınca da, bir tane ile yetinmek gerekir. Bu taktirde taaddüt olamaz. Bu tarz düşünceden yürüyerek, İslâm'da, bir taraftan birden fazla kadınla evlenmeye müsaade edilirken, diğer yönden bunu mümkün kılmayacak şartlar koşularak bu müsaade kaldırılmıştır, diyenler vardır. Halbuki, bu yanlış bir kanaattir. Zaruret halinde birden fazla ve en çok dört zevceyi aynı zamanda saklayacak kimse, yedirme, giydirme, barındırma, hatta geceleri onların yanında bulunma gibi maddî hususlarda aralarında tam eşitlikle muamele ettikten sonra, elinde olmayan gönül işini şu ayete göre yürütecektir: "Kadınlar arasında adalet (ve müsavatı tatbik) etmenize, ne kadar hırs gösterirseniz, 131 asla güç yetiremezseniz. Bari, birine büsbütün meyledip de ötekini (ne dul, ne kocalı bir durumda) askılı gibi bırakmayın. Eğer nefsinizi ıslah eder, haksızlıktan sıkınırsanız, şüphe yok ki, Allah, çok merhametli, çok esirgeyicidir." (147) Peygamber Efendimiz hanımları arasında adaleti tatbik eder ve şöyle derdi: "Allah'ım, bu benim elimden gelen adalettir. Senin sahip olduğun fakat benim malik olmadığım adaletten beni mes'ul tutma." Sadece sevgi gibi elde olmayan hususlar hariç diğer bütün davranışlarında koca, zevcelerine karşı eşitliğe riayet eder. Peygamberimiz buyuruyor ki: "Bir erkeğin nikahında iki kadın bulunur da aralarında adaleti gözetmezse kıyamet gününe bir tarafı düşük, felçli olarak gelir" (148). "Zevcelerden biri gayri müslim olsa, ona da aynı adalet tatbik edilir. (149) Tekrar edelim ki, taaddüd-i zevcat, İslâm'da farz, vacip gibi yapılması mecburi bir emir olmayıp ancak bazı zaruretler karşısında zinadan korunmak ve dolayısıyla cemiyeti ahlaksızlıktan kurtarmak için bir çözüm tarzıdır. İslâm dini, bir taraftan zinaya, idama kadar varan cezalar tertip ederken, diğer yönden ona vesileler bıraksaydı haksızlık olurdu. İslâm alimleri, taaddüd-i zevcatı zaruri kılabilecek bazı sebepleri şöylece sıralamaktadırlar: 1 — Kadının, yaratılıştan cinsi iktidarsızlığa ve iştahsızlığa maruz bulunması. 2 — Zevcelik vazifesini görmesine mani müzmin bir hastalığa yakalanması.
(147) Nisa: 129.
(148) İslâm'da Kadın - Bekir Topaloğlu
(149) Aynı eser.
3 — Kadının çocuk yapmaması.
4 — Kadın, ortalama ayda bir hafta hayız, her doğumdan sonra takriben kırk gün nifas
(lohusalık) hali geçirir. Bu müddetler içinde cinsî münasebette bulunmak İslâm'da
haramdır.
5 — Kadının cinsî kudreti, umumiyetle, erkeğe nisbetle 10-20 yıl evvel zayıflar.
Halbuki, bu zamanlarda ailenin durumuna göre bazen çocuk bile istenebilir... 6 — Başta harp olmak üzere zuhur eden büyük felaketlerde meydana gelecek erkek kıtlığı. Bunun en güzel misali, İkinci Dünya Harbinden sonra Almanya'dır. Alman kadınlar, düştükleri acıklı hal ile hatta "Erkek ithalatı" nı arzu etmişlerdir. " İslâm'daki birden fazla evliliğe hücumlarda bulunan Avrupa, bütün bu saydığımız zaruretleri tek bir şeyle halletmek istedi: "Zinaya göz yummak" Zina, fahişe, nameşru çocuk, meşru nikaha, meşru zevceye, meşru evlada tercih edildi. Bununla beraber Avrupa'da, kadın, erkek sayısındaki bu muvazenesizliği, metreslerin erkek hayatında ve malın güncel hayatta meydana getirdikleri tahribatı, veled-i zinanın çoğalması ile cemiyetlerde çocuk düşürmenin fazlalaştığını gören düşünürler, taaddüd-i zevcat hakkında tasvipkâr davranmaya başlamıştır. (150) Şunu da söyleyelim ki, İslâm hukukunda evlenme akdi yapılırken kadın, kocasının, üzerine evlenmemesi şartını koşabilir. Usulüne göre yapılacak akidde, kocasının üzerine evlenmemesine veya evlendiği takdirde ikinci zevceyi birinci zevcenin kendisi boşama hakkına sahip olabilmesine dair tanzim edilecek mukavele muteberdir. "İfa etmenize en çok layık olan şart, kadınların namusu
(150) Aynı eser.

nu helal edinirken (kadınları nikâhlarken) koştuğunuz şarttır" (151) buyurulmuştur. Bu takdirde, taaddüd-i zevcatta kadının kendisi de rey sahibi olur. Göreceği manevî zararlar, bertaraf edilmiş bulunur. Birden fazla evlilik, dünyanın birçok yerlerinde resmen kaldırılmıştır. Fakat bu realite, o yine de devam etmektedir. Bu yüzden, zaman zaman doğan çocukların nesebini idarî yoldan tashih için, kanunlar çıkarılmıştır. Türkiye'de 30.4.1945 ve 7.2.1950 tarihlerinde çıkarılan kanunlar gibi... Son olarak şunu söyleyelim ki, İslâm dini, bazı zaruretler karşısında birden dörde kadar evlenmeye cevaz vermiştir. İnsanlık, halen, faydalarını hakkıyla takdir edip bunu kabul etmemişse, birçok tecrübeden sonra birgün mutlaka kabul edecektir. Bekir Topaloğlu'nun, İslâm'da Kadın adlı kitabına da aldığı, 1924 yılında aile kanununun hazırlanması münasebetiyle Millet Meclisinde ve matbuatta taaddüd-i zevcat hakkında bir hayli tartışmalar olmuş. Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman'ın bu konuya dair makalelerini, hem tartışmalar hakkında güzel bir özet verdikleri, hem de ihtisası hasebiyle ilmi oldukları için aynen alıyoruz.TAADDÜD-İ ZEVCAT VE TALAK Mazhar Osman. Aile kanunu hazırlanırken birbirinden pek uzak fikirler, Millet Meclisinde, gazetelerde çarpışıyor. Yeni kanuna, şeriate uyarak taaddüt, zevcat ve evlenme hakkında maddeler konulmak isteniyormuş. Yenilik taraftarları, bu yolda kanun yapılırken büyük bir asabiyet gösterdiler. Onbir yaşında erkeklerin, kızların evlenmesinden bahse
(151) Buhari, C. 6, S. 138. 134 derek gülünç olacağını, taaddüd-i zevcata müsaade edebilir kanunla, medenî milletler arasına girilemeyeceğini söylediler, yazdılar. Bir genç mebus, makalesinde, hatta taaddüd-i zevcat ve talak münakaşalarını işitmeye bile bu asrın tahammülü yoktur, diye ateşler püskürüyordu. Yenileşmek mefkuresine bu derece şevk ve cesareti. sarılanları tebrik ederiz. Bizim bildiğimiz, bu memlekette hangi hükümet iş başına gelirse gelsin, bütün hüsn-ü niyetine rağmen taassuba dalkavukluk etmeye mecbur olmasıdır. Cumhuriyetin bu temayülden uzaklaşmak istediğini, tereddüt vehmine kapılmaksızın garp hayat ve medeniyetini kabule koştuğunu görüyoruz. Fevkalade tebrike şayan bir azimdir. Bugünkü zihniyet, Avrupa medeniyetini olduğu gibi almak, faziletleri ve çarnaçar kötülükleriyle Avrupalılaşmaktadır. Garbın akıllara hayret verici medeniyeti hazmedilirken, ister istemez kötülükleri de beraber gelecektir, hatta o şuurlu kötülük, şuursuz iyiliğe tercih edilir, deniliyor. Biz, bir hekim sıfatiyle, siyasetten uzak yaşadığımız kadar, tıbbın dışındaki meselelerde de mütalaa beyan etmekten son derece kaçınırız. Dinî ve içtimaî olan talak ve taaddüt-i zevcat mevzuları, hekimliği de şiddetle alakadar etmemiş olsaydı sükûtu tercih ederdik.. Bir Türk ve Müslüman hekimi sıfatıyla değil, dinden, milletten tecerrüd etmiş, sadece bir hekim şahsiyetiyle bu meselelerde ne düşünülüyorsa, onları söylemekle iktifa edeceğiz. Belki bu söylediklerimizi akide veya umdesine muvafık bulmayanlar vardır.Öyle tahmin ediyoruz ki, mütalaalarımız daha ziyade yenileri düşürecek, canlarını sıkacaktır. Yenilik taraftarları, pek haklı olarak, Müslümanların medeniyette bu kadar geri kalmasından, başka din salik135 lerinin eseri ve madunu yaşamasından müteessir oluyorlar. Kör bir taassubun ellerimizi, ayaklarımızı bağlayarak yükselmemize engel olduğunu, bizi aşağılattığını, takdir ediyorlar. Artık cahilane taassubu ayaklarıyla çiğneyerek, medenî insanların yürümekte olduğu yoldan gitmek istiyorlar. Fakat takdir edemiyorlar ki, bir taassubdan kurtulayım derken daha uğursuzuna, saliklerinin asırlardan beri şikayet ettiği girdaba düşmek, bu yeni taassuba medeniyetin direği diye her şeyden evvel sarılmak gafletinde bulunuyorlar. İşte gençlerimizin taaddüd-i zevcat ve talak meselelerinde benzemek istedikleri Avrupai şekil, garbın bu kadar medeniyete rağmen başından atamadığı bir beladır. Alim ve mütefekkirlerinin hergün şikayet ettiği, pek az ıslah edilebildiği başka bir dinin gereğidir. Gerçek milleti yenilik yolunda yürütmek isteyenler, birçok hurafeleri ve adetleri ayak altında pervasızca ezmek cesaretini göstermelidir. Fakat anlayış ile, şuurla ilerlemek icabeder. Yoksa kadınların çarşafını sokakta yırtan kaba bir gerici ile, bir İslâm kadınını barlarda sarhoş etmek isteyen hoppa bir yenici arasında fark yoktur. İkisinde de taassup başka tarzda tecelli etmiştir. Birincide Asyalılaşmak, diğerinde Avrupalılaşmak taassubu, çirkin ve medeniyete aykırı şeyleri mecburiyet haline getirmiştir... Medeniyet umdelerinden en esaslısı, şüphesiz serbesti ve tahammüldür. Medeniyet namına, iyi, kötü birçok serbestileri istediğimiz ve tahammülleri şiar edindiğimiz halde, niye, daha faideli birçok dinî müsamahalarımıza, kusur saydığımız adetlerimize şimdiki medeniyetin babalarının dininde olmadığı için tahammül edemiyoruz. Hangi din daha serbest ise, elbette medeniyete daha muvafık136 tır. Şu girişten okuyucularım pek iyi anlamışlardır ki, yenilerin şiddetli hücumlarında, bir fen adamı ve medeniyetin pek çılgın aşığı, gayet serbest düşünen bir hekim olarak kendileriyle beraber değilim. Medeniyet yolunda ilk attıkları adımın, en mühim gördükleri taarruzun haksız ve doğru olmadığına kaniim. Medeniyetin, taaddüt-i zevcatta, talakla gerçi evlenmekle bir alâkası yok, hatta Avrupa'nın mecburen baş eğdiği tek zevce ve boşanamama usulleri, kökleşmiş fena bir taassubun enkazıdır. Avrupalılar evlenme kanunlarını ta'dil için asırlardan beri uğraşıyorlar. Zaten medenî hayatın zaruretleri bu kanunu alt üst etmiş ve daha bedbaht bir şekle sokmuştur. Taaddüd-i zevcatın dinimize ne suretle girdiğinden, bu hususta şeriatın kocadan beklediği doğruluklardan bahsedecek değilim. Taaddüd-i zevcattan ve talaktan bahsedenler, sanırız ki, o korkak ve mahcup sesleriyle mecburiyet karşısında kabul edilmiş bir kusur gibi, dini mazur göstermeye çalışıyorlar. Taaddüd-i zevcatın nüfus üzerinde inkâr kabul etmez iyiliklerinden bahsetmek istemem. Ben, herşeyden evvel taaddüd-i zevcatın bir kusur değil, bir kemal eseri olduğuna yürekten inanıyorum. Biliriz ki, taaddüd-i zevcat Müslümanlıkta mecbur değildir. Bugünkü örf ve âdete rağmen, hayatında fevkalade zaruretle karşısında bulunan beşer denilen mahkulatın ikinci bir evlenişi neden bu derece tahammülsüzlükle karşılanıyor? Şüphesiz Avrupa medeniyetini temsil edenler, Hıristiyan olduğu ve binaenaleyh onların dininden olmadığı için değil mi? Avrupa'da tek zevce ile yaşayan kaç erkek var? Avrupa'da zevcesine mecburen veya beşeriyet saikasıyla hiyanet eden bir erke137 ğin hareketi tabiî görülüyor. Metresine servetini yediren, ailesini unutan ve erkeğin iğfal tuzağına düşen kadın, kapatma ve çocuğu her türlü irsiyet haklarından mahrum, piç telakki ediliyor. Rica ederim, bunların hangisi medenîdir. Beşer yaradılışı taaddüd-i zevcat meyilli olduğundan İsviçreli Profesör Forel'in dediği gibi, Avrupa'da tek zevce taraftarlığı bir etiket, riyadan başka birşey değildir. Hilkatin bu zarureti karşısında, Avrupalılar metres hayatını, fühuşu, yarım iffet diye telakki etmeye mecbur olmuştur ki, yükseltmek istediğimiz kadınlık için acı bir vaziyet değil mi bu? Bizde de aynı böyledir. Meşru bir zevce gibi aile hayatına karışmak nerede, bir metres vaziyetinde kalmak nerede?.. Ya o çaresiz çocuklar. Ebeveynin isminden mahrum, ebediyyen hakerete maruz yaşamaya mahrum masumlara acımayan medeniyete ne demeli? Aşk gibi kahredici bir kuvveti de ihmal edelim. Çocuğu olmayan yahut zevcesinde belli bir kusur meydana gelerek zevcelik vazifesini acz gösteren bir zevce ile ebediyen yaşamaya kanun insanı mecbur ederse, tabi ki ferdî ve içtimaî büyük bir zarardır. O halde ayrılmak mı? Kocasını, evini terkederek talihine katlanabilecek birçok kadın çıksa da bir çoğu da bu mecburiyet karşısında birlikte yaşamaya pekala razı olur. Bir doktor olarak ne hazin sahnelere rast geldim. Taaddüd-i zevcata ister istemez boyun eğmeye mecbur olan sadece Müslüman kadınları değil, Müslümanlarla evlenen yabancılardan bile neler gördüm. Hayatta öyle acılar oluyor ki, taaddüd-i zevcat, acıklı bir ameliye olsa da vazgeçilemiyecek yegâne çare teşkil ediyor. Halbuki, ne kanun, ne de medeniyet böyle faciaların önünü alabiliyor. İki misal: Bir Türk erkeği, Avrupa'da tahsilde iken bir kızcağızla evleniyor. Sekiz sene, on sene beraber yaşayıp çocuk yapıyorlar. Sekiz sene sonra vatan138 daşımız diğer bir ecnebi kadını seviyor. Sevdiği kadına, ancak ismini verebilmekle temellük edebileceğini anlıyor. Evvelkini bir sebep bularak boşuyor. İkincisini alıyor. Evvelkinin göz yaşlarını görmeye vicdan dayanamıyordu. Birçare kadın, evladından ayrılmamak, sokakta kalmamak için, beni de nikâhında bulundursun, büsbütün başından atmasın şeriatınız müsaittir, diye ağlıyordu. Tabi, Avrupa medeniyetini temsil etmiş ve yine bir Avrupalı almış Vatandaşımız, taaddüd-i zevcat medeniyetsizliğini irtikab edemezdi. Yine bir vatandaş, Avrupalı bir kızla evlenmişti. Seneler geçirdiler. Saadetlerine herkes gıpta ediyordu. On, onbeş sene sonra, şeytan, bu yuvaya da girdi. Vatandaş diğer bir kıza aşık olur. Hatta mecnun bir anında izdivaç vadederek visaline de kavuşur. İşte faziletli ve izzet-i nefsi yaralanmış bir ilk zevce, namusunu kaybettiği için belki intihar edecek veya başka bir suretle mahvolacak bir genç kız, nihayet, bir dakikalık cinneti saadete, haysiyetine feda etmiş günahkâr ve mahcup bir erkek... O faziletli ecnebi kadın ne yaptı biliyor musunuz? Hemen rakibesini ortak aldı. Ziyaretimizde nasılsa pek aciz zevcinin bir felakete maruz kaldığını, çok şükür Müslümanlığın bunu tamire müsaade ettiğini söylediği vakit, bu büyüklüğün karşısında hürmetle yerlere eğildik. Avrupa'da olsaydı zevcesini bırakacaktı, ikincisi ile kaçacaktı, daha birçok skandallar olacaktı. Gerek Avrupa'da ve gerek bizde, kızlarla erkekler arasında doğum bakımından büyük fark olmasa da askerlik, harp ve diğer hayat mücadeleleri sebebiyle erkeklerin azlığından ve gerek izdivaç hayatının güçlüğünden, adım başına üç çocuklu matmazeller, bakireler görülür. Erkek kadın hayatının başbaşa geçmesi ve ruhlardaki çiftleşme 139 ihtiyacı, bu hali Avrupa'da mubah kılmıştır. Biz de yarın o hayata gireceğiz. Taaddüdi zevcata bu hali mi tercih edelim? Üç kadınlı bir erkek mi, üç çocuklu bir bakire mi?... Anadolu'da, evlerine fahişe getirerek eğlence yapanlar, meşru zevcelerini kahpeye hizmet etmeye mecbur edenler az değildir. Bu mu bir zevcenin izzeti nefsini yaralar, yoksa kendisine eski ortağım diye hürmetle hitap edecek namuslu bir kadın mı? Tek zevcelik şayan-ı temennidir. Her erkeğin bir kadınla kolkola hayatta yürümesi, arzu edilen bir mefkuredir. Fakat maalesef hakikat her zaman temenniye uymaz. Madem ki, taaddüd-i zevcat mecburi değildir. Belki gayet medenî ve hafif bir müsaadedir. Medenî olmak için ilk hücum edilecek kusurumuz bu değildir. Hatta bu pek yüksek bir faziletimizdir. Gençlerimiz emin olsunlar ki, insan, medeniyet kapısından kollarını sallayarak da girebilir, dört kadın ile de... Bugünkü şehir hayatı, taaddüd-i zevcata zaten müsait değildir. Din müsaade etse de örf ve âdet onu men ediyor. İstanbul'da iki zevceli erkekler parmakla gösterilir. Harplerde, askerlikle gençlerini tükettiğimiz Anadolu'da ise, çift çubukla çalışmak için ikinci, üçüncü kadın bir zaruret, bir yardımcıdır. Meselenin fizyolojik ve tıbbî cihetlerini de tafsil etmek istemiyorum. Bu cihetler şüphesiz taaddüd-i zevcata yerden göğe kadar hak verir. Yenilik göstereceğiz, medeniyete lâyık olduğumuzu ispat edeceğiz diye bu kadar hakikata tâbi bir kanunu kaldırmaya çalışmamalıyız. Yalnız zevceye de isterse, boşanmak hakkını bırakmalıyız. Talak için, bu kadar söze de hacet yoktur, sanıyorum.


[/b]