Semerkand Dergisi

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11650
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Semerkand Dergisi
« : 30 Eylül 2008, 23:57:35 »
[img]http://img2.blogcu.com/images/u/m/e/umeyme/yunusfoto5.gif[/img]
BU NEFİSLE NEREYE?


İnsanın nefsi günahı celbeder, günahı keyif, rahatlık gösterir. Çeşitli tutkuların ateşiyle yanan nefs, günahı harman yeri gibi doldurup işler.

İmam Kastalânî Hazretleri, Mevâhib-i Ledünniye adlı eserinde, günah işlerin insanlara ilâhî feyzi ve merhameti kestiğini, kalbi katılaştırdığını ve şeytana uyan insanın azgınlaştığını beyan buyurmuştur. Onun için, isyana giden nefsin tevbe etmesi gerekir. İlâhî huzura ulaşmak isteyen insanın birinci vazifesi salih amel ve Cenab-ı Hakk’a itaattır. Kişiyi bunlara ***üren rehber de ilimdir, bilmektir.

İnsanın lisanını ilmin cevheriyle süslemesi lazım gelir. İlimden, bilmekten maksat nedir? Hayırla şerri seçmek, dünya ile ahireti tanımak, Rabbini ve nefsi bilmektir. Bu halleri bilen kimse amele geçer ve tevbeye ulaşır.

Günah, kişiyi cehenneme çeken bir kement olduğu gibi, tevbe de insanı Allah’a çeken bir nurdur. İnsan tevbeyi ahlâk-ı hamide haline getirirse, o zaman nefsin sıfatları kaybolur ve kâmil bir hale erişir. Bu yüzden insan önce nefsini bilmelidir.

Rasulullah (s.a.v) Efendimiz, “En büyük düşmanın, iki kaşının arasındaki nefsindir.” buyurmuştur. Ârifler, nefsin iki büyük başı olduğunu, birinci başının iki kaşımız arasındaki birleşme yeri olup, bununla akla, gözlere, kulak*lara, kalbe, dile... tesir ettiğini; ikinci başının karında bulunduğunu ve bununla da mideye ve avret yerlerine tesir ettiğini söylemişlerdir.

Yine Rasulullah (s.a.v) Efendimiz: “Ya Rabbi, bana doğru yolu göster. Beni nefsimin şerrinden koru.” demek suretiyle nefsin şerrini bize öğretmiş bulunmaktadır.

Nefsini bilmek, mesela yılanı bilmek gibi değildir. Esas olan yılana sokulmamaktır, nefsi bilmek de onun ayıplarını görüp ahirette kendisini rezil-rüsva edeceğini bilmektir. Fakat nefs kendini gizler, nice çirkin hallerini güzel gösterir. Aynaya bakan çirkin kişinin de kendini beğenmesi gibi, insan kendi amelini nefsinin vasfıyla güzel görür. Yani kendi kusurlarını, ayıplarını bilip teşhis etmek zordur. Onun için nefsin ıslahı tasavvufî hayatın en büyük meselesi olmuştur.

İnsanoğlu iki varlığın ortasındadır. Bu iki varlık melek ve hayvandır. İnsan, hayvandan üstün yaratılmış olmasına rağmen, şehvet, gazap ve çirkin huylarıyla terbiye edilmezse hayvandan daha aşağı düşer. İnsanı insan eden imanı, aklı, ilmi, ibadeti, sadakati, ahde vefası, vakarı, haysiyeti, beşeriyete hizmetidir. Bu saydığımız sıfatları haiz olan insan da melek makamına yaklaşır.

Melekler günah işlemez. Allah’ın emrettiği vazifenin dışına çıkmaz. Kendileri cennet ve cehennem mesuliyeti içerisinde değillerdir. Lezzetleri ibadetlerinin ve vazife-i kudsiyelerinin içindedir. Bizler melek vasfında olmak istersek, ibadet ve taatımızın lezzetine varmamız, bunun yolunu bulmamız lazım gelir.

Alemin yaratılmasından maksat insanın varlığıdır. Bütün mevcudat insanın menfaati için halkedilmiştir. Allahu Tealâ; “Herşeyi insanoğlu için yarattım. İnsanı da kendim için yarattım.” buyurmuş*tur.

İnsanın üstünlüğü, bedeninin kuvvetli olmasından dolayı değildir. Öyle olsaydı fil ve deve daha üstün olurdu. Bu üstünlük ömrünün uzun*luğuna da bağlı değildir. Zira kaplumbağa ve başka bazı hayvanat insandan daha çok yaşar. İnsanın fazileti rütbe, mal ve ziynetle de ilgili değildir. Öyle olsaydı tavus kuşu süslü haliyle insandan üstündür.

İnsanın üstünlüğü, Allah Tealâ’yı tanıyıp, O’nun vahdaniyetine iman etmesindendir. Allah Tealâ’yı bilen kimse çoban bile olsa, çok bilgili ve alimdir. Allah Tealâ’yı bilmeyen kimse de profesör bile olsa, hiçbir şey bilmemiş sayılır.

Dünyadaki her şey, meşru olarak faydalanması için, insanın emrine verilmiştir. Kimisini yeme-içmede, kimisini giyinmede, kimisini koklama*da ya da seyretmede istifade edecektir. Fakat bütün bunlar ancak İslâm dairesinde kalmak kaydıyla serbesttir. Bu hususlarda peygamberler, evliya ve ulema yol gösterici olmuşlardır. İnsanoğlu da onların yolundan gitmezse özellikle asrımızda görülen süfli hayata düşer.

Hasılı, nefs ıslah ile her hayırın başı, isyan ile de her şerrin kapısı olmuştur.


Mehmet ILDIRAR

Semerkand Dergisi

Çevrimdışı aleyna

  • ***
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Bursa
  • 149
  • +12/-1
  • Cinsiyet: Bayan
Semerkand Dergisi
« Yanıtla #1 : 01 Ekim 2008, 08:36:34 »
aarroo dragon    tşkk

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11650
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Semerkand Dergisi
« Yanıtla #2 : 22 Aralık 2008, 18:23:35 »
BEN DERVİŞİM DİYENE..


Dervişlik, belki her müslüman için arzu edilen bir ideal olması gerekmesine rağmen, yeterince nefs muhasebesi yapmadan “Ben dervişim!” diyebilir ve bu sıfatımla övünebilir miyim?

Bakara Suresi’nin 156. ayetine göre hepimiz Allah’a gidiyoruz: “Biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz.” Her insan, Allah’ın yarattığı bir varlık olduğuna göre asırlardır yoluna devam eden bu kervanın yönü, varoluşun tek kaynağı olan Allah’tır. Bazılarımız bu yolda bir köşede oturup bekliyor olabilir; bazılarımız çarıksız ve yaya, bazılarımız atlı… Bu varoluş serüveninde, farklı yolculuk biçimleri içerisinde her çeşit insan görmemiz mümkündür. Derviş olanı herkesten ayıran nedir? Yoluna şuurlu olarak devam etmesi… O kutlu kişi, nereye ve kime varacağını bilmektedir. Aynı zamanda onun, adı aşk olan ve tükenmeyen bir yakıtı vardır:

“Dinle sözümü sana direm özge edâdır
Derviş olana lazım olan aşk-ı hüdâdır.”
(Sultan Veled Hz.)

Derviş, Allah’ı arzular; çünkü O’ndan gelmiştir ve O’na aittir. Bundan dolayı, açılana kadar ilâhî kapının eşiğinde durmayı göze almıştır. Dervişlik, yiğitliktir; her kişinin değil, er kişinin başarabileceği bir iştir. Eren olup pîr’e varmak, ancak onun hakkıdır.
Dervişlik, belki her müslüman için arzu edilen bir ideal olması gerekmesine rağmen, yeterince nefs muhasebesi yapmadan “Ben dervişim!” diyebilir ve bu sıfatımla övünebilir miyim?
Herkesten bir farkı olmayan hatta herkesin gerisinde kalan ben, nasıl dervişlikten bahsedebilirim ki! Gönlü Allah aşkı ile kaynayan nice dervişler bu dünyaya rahmet deryasından nurlar saçarken, bütün edep sınırlarını zorlayarak rahatlıkla ‘ben dervişim’ denebilir mi? Eğer diyecek olsam Derviş Yunus bana şöyle seslenmez mi:

Dervişlik der ki bana, sen derviş olamazsın
Gel ne diyeyim sana, sen derviş olamazsın.

Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın.

Derviş bağrı baş gerek, gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek, sen derviş olamazsın.

Doğruya varmayınca, mürşide ermeyince
Hak nasip etmeyince, sen derviş olamazsın.

Ele geleni yersin, dile geleni dersin
Böyle dervişlik dursun, sen derviş olamazsın.

Her zaman ‘hakkımı arıyorum’ diyerek Allah’ın bana tahakkuk eden tahsisatına isyan eden ve bunun sonucunda pek çok insanın gönlünü kıran, verilmiş nimetlere şükredemeyen, musibetlere sabredemeyen ben, kaderin hangi safhasına razı olabildim ki ‘ben dervişim’ diyebileyim!
Dervişlik bir rıza lokması değil midir? Onu yiyebilecek ve hazmedecek yani hayatının her ânında meydana gelen her oluşun Sevgili’den geldiğini hiç unutmayacak kişiler, dervişlik hırkasını giymeye hak kazanabilirler. Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi, dervişliğin bir “dem”den ibaret olduğunu bilip bu ânı duyabilen ve yaşabilenler ancak dervişliğe layık olanlardır:

Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?
Bu bir demdir, gelir geçer, duyamazsın demedim mi?

Sevgili Yunus, “Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek” derken bana uzatılmış hangi sopaya veya beni söven hangi söze karşılık sükûnetimi koruyabildim ki! İnsanlar beni methederken hoşlanmadığım, zemmederken rahatsız olmadığım ve kendilerine incinmediğim bir ânım oldu mu ki!

Ahmed er-Rifâî Hazretleri, “Derviş için şart odur ki, onda insanların ayıbını görecek göz olmaya.” derken, ben hocalarımın, arkadaşlarımın, komşularımın, camide yan yana namaz kıldığımız cemaatin şimdiye kadar hangi ayıplarını saklayabildim ki!

Mevlâna Hazretleri, “İyi, kötü herkes, dervişin cüz’üdür, eğer böyle olmazsa derviş olmaz.” derken, ben iyi veya kötü insanların gıybet ve dedikodusunu yaparak oluşturduğum kirli sularda yüzmeye devam ettiğim halde nasıl derviş olabilirim ki!

Bu hallerde iken ‘dervişim’ dersem, dervişlerin pîri Sevgili Yunus bana yine şöyle seslenmez mi?

Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler,
Er yarın Hak divanında belli olur.
Kimin adı sofi, kimin derviş,
Derviş isen kardeş, takvaya çalış
Gizlice yollardan sen Hakk’a eriş
Er yarın Hak divanında belli olur.

Elhâsıl, niçin derviş olamadım? Günahlarım ve kötülüklerimle kendi iç dünyamın güzelliklerini karartmış olduğum halde, kendimi sık sık derviş gibi zannettiğim için… Bu akıl ve fikir ile Mevlâ bulunabilir mi?

Her şeyden önce yapmam gereken, Aşkî’nin nidasını sıklıkla tekrarlamak olmalıdır:

Affet isyanım benim, halim yaman Allahım!
Defterim dolu siyah, halim yaman Sultanım!


Ahmet Alemdar, Semerkand Dergisi...

Çevrimdışı Halime

  • ***Sen kaldırım taşlarını dize dur önüme, ben toprağa basa basa senden uzaklaşıyorum ***
  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: İsk€nd€run
  • 2695
  • +198/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Ve Birgün Bu Dünya Gül Bahçesine Dönecek..
Semerkand Dergisi
« Yanıtla #3 : 28 Ocak 2009, 12:15:00 »
[img]http://img57.imageshack.us/img57/452/37215110kg1.png[/img]

Yanlış okumadınız; hadi bir beyaz sayfa açalım… Hayat kitabının bilinmedik nice beyaz sayfalarından birine daha başlayalım; kaderin “yazı” olduğunu, “yazgı” olduğunu unutmadan… Yeniden, yeni doğmuş, dünyayı yeni tanıyormuş duygusuyla kavrayalım hayatı.
Biz hayata yeni bir yüzle baktıkça, hayatın da yenilendiğini, yeni tanıyormuş gibi bir gülümseme ve merakla bizi karşıladığını göreceğiz.

Beyaz kelimesini yaratan ALLAH’a hamdolsun, okuyucunun yüzü ve bahtı ak olsun; ömrü ırmaklar gibi gür ve berrak olsun, amin, diyeceğimiz odur ki insan hayatı ilk nefesten son nefese kadar “yeni” bir “beyaz sayfa” açmak için sınırsız imkanlar sunmaktadır. Ondandır ki “tövbe kapısı” diye bir kapı her zaman açıktır ve Mevlâna Hazretleri’nin dediği gibi yüzlerce kez tövbemizi bozmuş olsak bile kalbimiz mühürlenmedikçe o kapının kapanası yoktur; ümitsizlik, karamsarlık, yeis, keder kendine varsın başka kapılar arasın!..

Bilenlerin söylediklerinden özetlersek, bir beyaz sayfa açmadan hayatımızda aşka, gönül enginliğine, derinliğe, sükunete ulaşmamız mümkün değildir. Bizi yüce mekan ve mertebelere taşıyan her yolculuk açılan bir beyaz sayfayla başlar. Ara duraklarda yeni beyaz sayfalar açarız; kazanırsak şayet üzerimizdeki “kâmil” sıfatı bir beyaz sayfalar yolculuğunun sonucundan başkası değildir.

Durağanlık kesinlikle sükunet değildir. Ben kendime yeterim, yeniliğe ne gerek var diyerek kendi içine kilitlenen ve bir beyaz sayfa açmaktan çekinen insanlar hayatı kirlenmiş ve yıpranmış sayfalara çevirirler. Gönlümüzü sabitlediğimiz yüce zirveden kainatın bütün enginliklerine açtığımız pencereler “beyaz sayfa” açma cesaretimizden dolayı ışıklanmaktadır.

Dağların taşıyamayacağı yükü taşıma kudretiyle, yeteneğiyle yaratılan kişioğlunun karşılaştığı her zorluğu “bu da geçer ya hu” tevekkülüyle karşılaması ve “imtihan” olarak görmesi de icabında bir beyaz sayfadan ibarettir; açılmıştır açılacağı kadar… Sabır ve tevekkül katlanma değildir; yeni bir başlangıç için aradığımız zemini anlatmaktadır bu sözcükler…

İnsanın fıtratı beyaz sayfaları eksik olmayan bir defter gibidir; yüzümüzü fıtratımıza döndürmemiz de bir beyaz sayfa açmaktan başka bir şey değildir.

Unutmayalım ki Efendimiz’in etrafında pervane olan, onu canlarından çok seven ve dünyanın en çiçekli, en derin, en anlamlı, en insanî devrimini Efendimiz’le birlikte gerçekleştiren o “mübarek” kişiler de, ki hepsine selam olsun, gıpta ederiz, bir beyaz sayfa açarak yıldızlaşmışlardır.

Her beyaz sayfa yeni bir başlangıçtır; insanın ve tabiatın fıtratında (evet, doğanın doğasında!..) baskın olan yenilenmeden başkası değildir. Her dem yeniden doğduğunu söyleyen şair her dem bir beyaz sayfa açmakta ve bir ırmak gibi sonsuzluk denizine aktığının, bir an’ının bir an’ına benzemediğinin farkına varmış demektir. Artık her “an” onun için bir beyaz sayfadan ibarettir ve tabiatıyla bu “yenilikten” bu yenilenmeden kimsenin usanması da mümkün değildir.

Bir beyaz sayfa açalım, değişir hayatımız…

[color=red]MEHMET BERAT IRMAK

Semerkand

Çevrimdışı Black_house

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Gençlere Haya Yakışır
« Yanıtla #4 : 22 Mart 2009, 22:21:08 »
Allah Resulu (sav) Ensar'dan bir kişinin yanından geçerken, onun kardeşini utanmaktan vazgeçirmeye çalıştığını gördü. Onu kendi haline bırak; çünkü haya imandandır! buyurdu.

Haya mümin ahlâkıdır. Edep, kulluk ve tüm güzellikler haya ile gelir. Şimdilerde anne-babasının, öğretmeninin yanında bacak bacak üstüne atabilen, uzanabilen, kendinden büyüklerin huzurunda hiç çekinmeden sigara içebilen gençlik, haya duygusundan yoksun olduğu için bu halde.

Eskiden bir şarkıyı güftesindeki bazı uygunsuz cümlelerden ötürü reddederken şimdi güftesi bir uçtan bir uca ahlâksız, klibi tamamıyla müstehcen şarkıları çocuğumuzun dilinde duyduğumuzda "Ne güzel de sesi varmış benim yavrumun!" demekle yetiniyoruz.

Genç kızımız ve oğlumuzla beraber izlediğimiz dizilerde hoşumuza gitmeyen bir bölüm olursa zaplayıp, bir müddet sonra aynı kanala dönerek eğlencemizden ödün vermiyoruz. Eğlence, espri, popüler kültür derken çoğalan eksilerimizin arasında çocuklarımıza hayadan bahsetmek aklımıza çoğu kez gelmeyebiliyor.

Rasulullah, perdenin arkasındaki bir genç kızdan daha fazla haya sahibiydi.

Gençlere haya duygusunu aşılayabilmenin en güzel yolu yaşayarak göstermektir. Onlara bu konuda öncelikle büyükler örnek olmaya çalışmalı. Eğer kendimiz örnek olmada yetersiz kalıyorsak, onları örnek alabilecekleri şahsiyetlerle tanıştırmayı ihmal etmemeliyiz. Bu şahsiyetlerin ilki Efendimiz (sav) olmalı. Gençleri, alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'deki (sav) zirve ahlâkın izlerini sürmeye teşvik etmeliyiz. Ebu Said el-Hudri'nin (r.a) ifade ettiğine göre Allah Resulu (sav), perdenin arkasındaki bir genç kızdan daha fazla haya sahibiydi. O'nun gençlik çağında, Arap yarımadası hayasızlıklarla dolu bir görüntü arzetse de Efendimiz (sav) cahiliye âdetlerinden uzak kalmış ve ömrünü, hususiyetle gençlik dönemini, eşine az rastlanır haya örnekleriyle süslemiştir. O'nun gençliğinde halk Kâbe'yi çıplak bir şekilde tavaf etmeyi âdet edinmişken Efendimiz (sav), gerek tavafta gerek sair vakitlerde hiçbir zaman böyle bir tutuma yeltenmedi. Kötülüklerin yer aldığı meclislere gitmekten haya etmiş, çirkinliklerden bahsetmemeye özen göstermişti. Efendimiz (sav), haya hakkında en güzel öğüdü ashabına şöyle ifade buyurmuştur: "Haya insan için zinettir…"

Haya duygusu, yanlıştan uzaklaştırır

Gençlere haya duygusunu anlatırken Allah'tan (c.c) utanmanın önemine değinmeyi ihmal etmemeliyiz. Çünkü Allah'tan utanmak, hayanın hem kökü ve hem de meyvesi mesabesindedir. Allah'tan utanan bir kul, o utancı sayesinde insanlardan da haya eder. Allah'a karşı duyduğu haya hissiyle dini müeyyidelere tâbi olur.

Bir gün İbn-i Ömer koyun otlatmakta olan bir çocuğun yanına giderek koyunlardan birini kendisine satmasını ister. Çocuk, satamayacağını çünkü koyunların kendisine ait olmadığını söyler. İbn-i Ömer, Sahibine, Koyunu kurt yedi! dersin. Böylece para da cebinde kalır, der. Çocuğun cevabı kendisindeki güzel ahlakı yansıtır: Sahibime kurt yedi! diyeceğim. Peki söyle bana, Allah (c.c) bunu görmeyecek mi!...

Haya duygusu kişiyi yanlış işlerden alıkoyar.
Efendimiz (sav), "Utanmıyorsan dilediğini yap!" buyururken, insanın fıtratında bulunan haya hissinin nasıl kuvvetli bir otokontrol sistemi olduğuna dikkat çeker.
Hayanın sembolleştiği Peygamberlerden biri olan Yusuf Aleyhisselam, ona yaklaşmayı arzu ettiğinde odadaki putun üzerini örten Züleyha'ya neden böyle yaptığını sormuştu.
Puttan utandığım için demişti Züleyha.
Yusuf Peygamber'in sözleri manidardı:
Sen sahte olan ilahından haya ediyorsun, ya ben Rabbim'den nasıl utanmam!

Utanma duygusuna sahip gençlerimize her zamankinden daha çok muhtaç durumdayız.
Çünkü haya eden bir genç, ne ebeveyninin ne de kanunların ikazına ihtiyaç duyar.
Hayası onu kötülüklerden uzak durmaya sevk eder.

H. Bektaşoğlu
Haziran 2006

Semerkand Aile