Gönderen Konu: Zafer dergisi  (Okunma sayısı 10712 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • Tecrübeli üye
  • *****
  • İleti: 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Zafer dergisi...Başkasızlığın Çölü
« Yanıtla #5 : 05 Ekim 2008, 22:20:50 »
[color=red][b]Başkasızlığın Çölü[/b][/color]

[color=purple][b]
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlerim bir bakıma

bu sürgünün bir süreği


— Sezai Karakoç


HAYAT, suyun akıp gittiği yerdedir; uzaklardan akıp gelmiş suyun dokunuşlarıyla ıslanmış bir toprağın elementlerini kendine geçiren fide bize hayatı söyler. Ve su çekilmişse bir yerden, hayat da kısa bir süre sonra orada biter; toprak kurur, renk sarıya döner, yüzü ölüme dönük bir akış başlar.

Biz bir su gibi akarız başkasına. İlk önce isimlerimizle dokunuruz insanlara. Her isim bir hayata işaret ettiği için, isimlerimizden sonra hayatımızın ışıkları düşer üzerlerine. Hayatımız ve iç evresine vakıf olduğumuz başka hayat, birlikte, bir başka hayatın kahramanı olurlar.

İsmimiz bir hafızaya düşmüşse, arkasından hayatımız oraya sokulmuşsa ve hikayemiz de orada kendine bir yer açmışsa, biz tek kişi olmaktan çıkarız. Artık sadece kendimizde değil, başkasında da yaşamaya başlarız. İçimize doğan ve orada büyüyen her şey, isim ve hikayemizin yaşadığı yer ve insanlara da sıçramıştır.

Hafızasına ismimizi düşüren, hikayemize kalbinin kapılarını açan insan için önemli hale gelişimiz, varlığımıza bir işaret olur. Çünkü artık o insanda yerimiz var; yanına gittiğimizde çoğaldığını hissediyor, kendisinden ayrıldığımızda içinde bir boşluk duyuyor. İsmimizin tekrarlandığı o yer varlığımızın altını çizer devamlı. İsmimiz ona bir şey hatırlatır, yanında bulunuşumuz ile olmayışımız arasında bir fark yaşar.

Kendilerine aktığımız isimlerde başlattığımız kımıltılar, ya da kalplerimizde yeri olan isimlerin bize taşıdığı renkler, ikisi de hayata, yani diriliğe işaret olur. Biz birbirimizde yaşamaya başlarız; kökümüz bizde derinleşirken, dallarımız başkalarında çiçek açar.

Ve bizi iki tür ölüm bekler. Varlığımızın yükünü taşıyan biyolojimizin bir sebeple çöküşü, hayata gözlerimizi kapatışımız, ölümün birinci ve bilinen türüdür. Ölümümüzün üzerinden günler ve yıllar geçtikçe, bir hatıraya dönüşen varlığımızın rengi solar, sonra da yerimizi başka renkler alır. Ancak geride bu tür ölümün siliciliğini alt edecek eserler bırakmışsak, insanlarda yaşamaya devam ederiz.

Demem o ki, bu tür ölümün dayanılır tarafı vardır.

Diğer ölüm şekli, yani en acısı olanı ise, insanların hayatından çekilmektir. Girdiğimiz kalplerden ve hafızalardan silinmemiz, varlığımızın ölümü anlamına gelir. Artık başkasına gitmiyoruz, başkası da bize gelmiyordur.

Biz başkasına bir şey hatırlatmıyorsak, sözlerimizle kalplerinde adımlar atmıyorsak ve bunu hissetmiyorsak, başkasında yaşadığımızı duyuran haberler de gelmiyorsa bize, ölümün ikinci türlüsünü tadıyoruz.

İnsanların hafızasından silinen, artık kalplere giremeyen, bir başkası için anlamsız hale gelen insanların derinden hissettikleri bir şeydir bu. Onlara kulak verdiğimizde, haklarında bize şunları söylemektedirler:

Ölümün bu türlüsünden sonra, biyolojik varlığımız, güneşin doğuşu ve batışı arasında tanıklık ettiğimiz yaşanmışlık, bize yaşıyormuşuz sanısı vermez. Bizi, sağa sola sıçrayan bir imparatorluğun, günün birinde merkezine çekilmesiyle birlikte yakalandığı ölüm karşılar. Girdiğimiz kalplerden düştükten sonra kabuğumuza kapanır, etrafımızda ölümün yakın akrabası olan uyku döner dolanır. Çünkü, bakışlarımızın odaklandığı ve sonra kalbimizde yer açtığımız; sözleriyle, dokunuşlarıyla en ölü noktalarımızı bile dirilten, içimizdeki coşkuyu koşuşturup duran bir taya dönüştüren insanlara kendimizi taşıyamıyoruz. Sırtı dönük halde bizden uzaklaşanın arkasından ettiğimiz sözlerin kalbine emanet ettiğimiz sevgi, dışarının soğuğunda titriyor. Yırtılan birlikteliğin sonrasında tellerini oynatan ayrılıkla birlikte silikleşen, ama hatırasıyla bizi yakmaya devam eden insanlar da bize gelmiyor. Ne sözleri kulağımıza çarpıyor, ne görüntüleri gözlerimize konuyor, ne de sevgileri gelip kalplerimizden öpüyor. Başkasızlığın çölünde düştüğümüz kuyularda yaralarımıza merhem olamıyoruz.

Çıplak tende hissedilen yakıcılık ayarında bir gerçek şu ki, insan kendine yetmemektedir.

‘Başkası’ndan yalıtılmış bölgelerde kendimizi ne kadar sağlama alırsak alalım, yarım ve eksik kalmaktan kurtulamayız. Hayatın sorularına yetecek cevaplarımız da olsa, dünyanın dertlerine merhem olacak bir zenginlik içinde de olsak, ‘başkasız’sak, tutunduğumuz dallar köklerinden kopmak üzere demektir. Bizi kovalayıp duran korkulardan kaçış niyetine kurduğumuz ve sonuçta sığındığımız kuyuların bize sunduğu şey tutunduğumuz iki dal oluyor, onlar da, başımızda uçuşan korkularla ve ayağımızın altında koyu bir karanlık olarak uzayan dipsiz boşlukla kemiriliyor.

Gözlerimizdeki ışıltı, bakışlarımızı üzerinde toplayan ‘güzel başka şeyler’le mümkün oluyor. Mavi denizin üzerinden kayıp giden vapurun penceresinden bakarken gördüğümüz, içimize hoş dokunuşlar bırakarak geçen şeyler, ‘başkası’yla gelen mutluluktan haber veriyor. Balıkların su yüzeyine çıkışları, martıların suya dalışları, kımıl kımıl denizin su oyunları sayesinde, gözlerimiz bir yolculuktan aydınlık topluyor. Eğer gözlerimizi üzerinde kilitleyecek görüntülerden yoksun bir yere tıkılmışsak, ‘başkasız’lığın heyecansız çölüne düşmüş sayılırız. Bu durumda, hayatlardan çekilmişliğin fotoğrafını vermeye hazır sayılırız. Başka bir söyleyişle; kabuğuna büzülüşün, ölüme kadar yolu olan bir uykuya girişin, sükûtla birlikte hayattan soyuluşun...

Herhalde söylemeye gerek yok; bu iyi bir şey değil.


Nihat Dağlı[/b][/color]

Çevrimdışı Black_house

  • Administrator
  • Tecrübeli üye
  • *****
  • İleti: 4502
  • +462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Zafer dergisi
« Yanıtla #6 : 13 Ekim 2008, 20:27:12 »
[color=teal][b]

Bir neşedir yaşamak



EĞER DAHA AKILLI OLSAYDIM…
Eğer daha güçlü olsaydım…
Eğer daha zengin olsaydım…
Eğer daha ünlü olsaydım…
Eğer daha bilgili olsaydım…
Eğer bütün bunlara uzun zamandır sahip olan köklü bir ailenin üyesi olsaydım…

Eğer bütün bunlardan dolayı daha geniş, daha etkili bir çevrem olsaydı…

Eğer bu çevreyi dilediğim zaman harekete geçirebilseydim ve
o çevrenin imkânlarını kendi isteklerim doğrultusunda kullanabilseydim…

Bu tür dileklerin basit birer hayâl olmaktan çok daha ileride belki de geride bir yönü yok mu? Kabaca sıralamaya çalıştığım bu listeye hemen eklenmesi gerekenler de var mutlaka… Mesela, kimse beni kırmasa, üzmese, anlamazlık etmese…

Musluklar bozulmasa, elektrikler kesilmese, takılıp hiç düşmesek de eklenirse komik mi olur bilmiyorum… Hele sevgi girdi mi işin içine komikten drama hemen bir kol uzanıveriyor… Kimi sevsem beni sevse… Kimi sevmesem de o beni sevmeyi sürdürse, mesela…

Karşıtlıklardan, zıtlıklardan da bir sıra soru var aklıma geliveren, iştahım varken leziz yemeklere rastlasam, güzel şeyleri canımın çekmediği, denizin, gökyüzünün kıymetini bilmez küs duygularla bakmasam dünyaya, gibi…

Sadece özlediğim insanlarla karşılaşıversem, kaçıp gizlendiklerim beni bulamasa…

Her dilediğinin olmasını isteyen bir benin düşünceleri olmaktan başka özellikler de taşımıyor mu bu dediklerim, hele benden daha çok sayıda insanda yok mu aynı istekler?

İsteklerimizin olmamasının nedeni belki de istemememiz gereken şeyleri istememiz...

Karışmaya başladığının farkındayım… Baştan alalım…


Daha akıllı olmak…Yeter mi? Ben, daha akıllı insanlar da gördüm, hayatın basit işleyişine hakim olamayıp, beyninin kıvrımları zehirli sarmaşıklar gibi mutluluğunu kıskıvrak sarmalayıp boğan… “Bu da böyle bir şey işte”, deyip geçemez… Kendini akıllı sanmak yok mu, işte o apayrı bir şey, hedefi ıskalamayayım derken, asıl hedefi görmemek, ki en kocaman olanları önünden mi, ömründen mi geçip gider belli değil…


Daha güçlü olmak…Bu gücün nelere mal olacağı belli mi peki?

Dünyanın yarısını fethettikten sonra, bir savaş alanında ne de olsa hâkim ve mağrur gezerken, yalvar yakar yaklaşan birden fazla ölüm biliyorum, gücü bir tuzağa ancak yeten, gizli bir paslı hançerle gelen…Dünyayı titreten güçler biliyorum, küçücük bir kalenin, küçük iki pencerenin önünde, bir kadının küçük gözleri gibi mesela, aslından, cevherinden küçük şeyler önünde mahsur kalan, mağlup gömülen… Şirler pençe-i kahrında olurken lerzan, üstelik…


Daha zengin olmak mı?

Kimden? Hiç, mesele zenginliğinin tadını çıkarabilmektir falan demeyeceğim…
Mesele var olmak mı, varlıklı olmak mı, buna da getirmeyeceğim işin ucunu, öylesi de basit, bunu aşmak gerekir artık, çünkü bu fakir bohemin, gûya sanatın, sahte entelektüalizm fakirliğinin bir tür kurtarıcı sloganı oldu, fakirsin işte, nerden belli var olduğun? Varlıklı değilsen var olman kesin mi yani? Yoksun işte, seni yok sayıyorlar, ayrıca da yoksulsun...

Nerede, zenginlerin bile zenginliğine imrendiği kendi zenginliğinin farkında bir zengin gördüysem, hemen tanıdım… Zevksiz, meselesiz, gerçeksiz bir hayatları vardı, paraları çoktu, hastalıkları, çıbanları, irinleri çoktu… Aşağılık olmaktan çekinmiyorlardı, kuruşun hesabı, servetlerinin, çoban köpeği gibi, dostluklarının, evliliklerinin, çocuklarının başına dikilmişti… Ancak bir para zengini kadar akıllıydılar, cehaletlerine hiç yakışmayan bir gururları vardı, arabaları hatta şoförleri onlardan daha sahiydi…


Gelelim ünlü olmaya…

Kötü diyebileceğimiz bir yolla ünlü olmayan, ünlü olduktan sonra kötü bir haberin konusu, manşeti, tarafı, kurbanı olmayan, ünlü olduktan sonra eski kötülükleri ortaya çıkarılmayan, yani bir türlü eskisinden daha kötü olmayan, bütün iyiliğine rağmen şaşırtıcı bir biçimde kötü bir sonu olmayan bir tek ünlü tanıyor musunuz? Prenseslere, şarkıcılara, politikacılara, yazarlara, işadamlarına ve mankenlere bakın, ve aslında bunlardan biri olmanın bile, daha ünlü olmadan başlı başına bir felaket olup olmadığını gelin bir daha düşünün…

Ün, kendi başına gelmeyen, görünmez çileleri ve iç burkan sıkıntılarıyla gelen, ünlü yaptığının da başına getirmedik felaket bırakmayan bir veba…

Rahat yaşayan, rahat ölen bir tek ünlü tanıyor musunuz?

En masum gözüken istek…

Bilgili olmak... Peki ne için?

İktidarın sizi ciddiye alması, resmi resepsiyonlar, statükonun yarı resmi yayın organlarının sizi övmesi, resimlerinizin altında adınızın yayınlanması, kısacası A tipi protokol listelerine girmek, devlet sanatçılığı veya uluslar arası bir onur ödülü, kimseye ihtiyacı olmamak, çevre, reklam, iş, saygınlık problemi çekmemek, en azından yurt içinde kariyeri tartışılmaz olmak, , meslekte rakipsiz olmak, popüler olmak ve benzeri medyatik nimetler için değil mi?

Yani yine hâkim olmak, yine zengin olmak, yine ünlü olmak… Bunlar için bilgili olmak… Bilgi sahibi olmayı, bu zaaflarımızdan arındıramadığımız, hatta bilgiyi ve ona ulaşma biçimini bile bir zaafa dönüştürdüğümüz içindir ki, bilgi, hakimiyet, servet ve şöhret getirmeye yetmez olmuştur… Güç ve para, paranın gücü ve kuvvetin parayı zorla da olsa almak, ele geçirmek istemesi, bilgiyi bu saydıklarımız karşısında zayıf kılmıştır. Ne de olsa en masum olan istek budur ve her masum şey gibi güçsüzdür…

Aile…

Biz bu açıdan bakınca, aileyi, şu saydıklarımızı daha önce ele geçirmiş, saydığımız şeyleri daha önce sahiplenmiş veya miras olarak edinmiş, bir organizma, bir organizasyondan farklı ne görüyoruz?

Çevre dediğimiz de bunun bir benzeri, akrabalar, mahalleden yakınlar, kapı komşuları, sınıf arkadaşları, asker arkadaşları… Nasıl da tanıdık geliyor değil mi kavramlar? Asker, sınıf…

Başarmak, işte bunlardan kurtulmayı başarmaktır…

Bunlara rağmen başarmak, asıl başarmaktır…

Benim bunca önemsiz olmamın hiç önemi yok diyebilmek, sahte önemlerden daha önemli şeyler için yorulmak, içtenlikle gülebilmek, yalansız ağlayabilmek, hırslarından, kinlerinden kurtularak kazanmak, bölüşmeyi, sahiplenmemeyi basit bir hayatın sade akışı içinde olabildiğince duymak, duyurmak... Sesine, bedenine, hayallerine uygun, gösterişsiz ve temiz elbiseler giydirebilmek... Sayılardan çok daha başka şeyleri saymak, menfaatsiz sevmek, bilginin oburu olmamak, tıpkı yemeğin, paranın, iktidarın, gücün sürekli aç talibi olmamak gibi... Sessiz, sakin mutlulukları olmak, bir fincan kahve, bir dost sesi, vazoda bir demet kır çiçeği, kitapların, çocukların, sokağındaki ağaçlar ve yaprakları, deniz, yağmur, bulutlar, evinin loş akşam aydınlığı, her şeyi örten gece, yine gelen sabah, yine gelen, uyan diyen, büyük bir armağanı her günkü gibi ezmeden, kırıp dökmeden getiren sabah, yıkanmış çamaşırlar, saçları beyazlamış, geleceğimizin öncülerinin yüzündeki çizgiler, gözlerindeki hareler... Değiştirmediğiniz selamlaşmalarla tanıdık şehir, içindekiler, dükkanlar, vitrinler hatta, yanından, içinden, üstünden, ortasından geçip gitmekte olduğun ne varsa onları kendi genişliğince, kendi derinliğince sevmek, anlamak, ellerinin sıcaklığını özel güneşin bilmek… Başarmak budur…

Damla damla insin gözlerinden sevinç…

Gözyaşlarının gözbebekleri gülsün, sınırlarını, yatağını zorlayan nehrin kıyılarını da sev, başını çarptığın taşlarını da, durup beklemesi gerektiği yerleri, ovaları, ürperdiği yalnızlık yollarını, dağları, vadileri, nehrin düşmelerini de sev, suyun buluttan indiğini, yüksekliği unutmaması gerektiğini bilerek, hayatı sev, kendi akarsuyunu başka ırmaklarla kıyaslamadan, henüz akmaktayken, dereciklerin de berrak sularını sonunda denize taşıdığını düşün, su vermekten korkmadan geç yeter ki geçtiğin yerlerden, serinleterek, besleyerek, can vererek…

Bu gördüklerini ne bir daha görürsün bu alemde, bu alemde ne bir daha görünürsün…

Sen sonsuza kendi açık penceren ol, bırak rüzgarlar gibi gelip geçsin devirler perdelerini kımıldatarak, cam önünde oynayan çocuklar gibi neşeyle bak uzaklara, ölümün bile üzemediği bir neşedir yaşamak, çünkü bütün yıldızlarıyla birliktedir gök, çünkü bütün gök sığar senin pencerene…

Başarmak, sonsuza açılan bir pencereyi küçük görmemektir…


Cihat Zafer[/b][/color]

Çevrimdışı kardelen

  • Administrator
  • Tecrübeli üye
  • *****
  • İleti: 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Zafer dergisi
« Yanıtla #7 : 13 Ekim 2008, 20:31:48 »
aarroo 
[b]

Başarmak, sonsuza açılan bir pencereyi küçük görmemektir…  okk  tşkk[/b]

Çevrimdışı yunushan

  • Paylaşımcı üye
  • ****
  • İleti: 251
  • +23/-1
  • Cinsiyet: Bay
Zafer dergisi
« Yanıtla #8 : 13 Ekim 2008, 20:33:09 »
[color=blue]Bıkmadan usanmadan okuduğum bir yazı...[/color] aarroo kardeşim  tşkk

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • Tecrübeli üye
  • *****
  • İleti: 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Zafer dergisi
« Yanıtla #9 : 13 Ekim 2008, 21:23:06 »
[quote author=Dragon link=topic=2878.msg11366#msg11366 date=1222035344]
[b]

KALPLERİN katılaşmasından bahsederken çağrışım yapan ilk kelime o oluyor:
“Taş!” Öyle ya, taş gibi kalbi olmalı diyorsunuz başkalarının acısını hissetmeyen duyarsız insanlar için. Hani taş çarptığı yeri zedeler, kırar döker de hiçbir şey olmamış gibi bir yana düşüverir. Kaskatı ve yekpare olarak. Sen insan ol, içinde bir yürek taşı ve hissetme; olacak şey değil! Demek ki taş kalplisin. Bunun başka izahı olamaz.

[/quote]

Paylaşım için saolasın  dragon.  aarroo

 

Voiser