2.3. Kur’an Kursları’nın Resmen Açılmasından Sonraki Faaliyet ve Hizmetleri
1949’da resmi Kur’an kurslarının açılmasına izin veren kanunla, nizamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950 Demokrat Parti iktidarının getirdiği nispeten rahat ortamda hızlı inkişaf etti.
1950’lere gelindiğinde oluşan serbestlik havası içinde, dînî faaliyetler kısmen rahatladı. Ve 1951’de Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in Çamlıca’daki evinin birinci katında ilk Kur’an kursu açıldı. İlk resmi Kur’an kursu ise 1952’de Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin çilehanesinin yanında bulunan bir binada Üsküdar Müftülüğüne bağlı olarak faaliyete geçti.
Devlet tarafından açılmasına izin verilen bu Kur’an kurslarında Kur’an’ın sadece yüzünden okutulmasına müsaade edilmişti. Ancak Süleyman Efendi bu isim altında bütün dini ilimleri tam ve kamil şekilde öğretiyor, talebelerini gayet iyi yetiştiriyordu.
Süleyman Efendi talebenin her türle derdiyle bizzat meşgul oluyordu. Bir gün talebe başkanını çağırmış, yemeklerinin durumunu sormuşlardı. Talebe başkanı, “İyi efendim, aramızda biraz para da topladık. Onunla sirke aldım, yemeklerin yaninda domates salatası yapıp yiyoruz.” deyince, Süleyman Efendi iç cebinden çıkardığı dörde katlanmış bir 50 lirayı başkana uzatarak, “Bir daha aranızda para toplamayın, ihtiyacınız olunca bana haber verin” buyurmuştu.
O, daha önce de ifade edildiği gibi “talebeden para alınmaz, talebeye para verilir” düsturunun ve böyle bir merhametin sahibiydi. Talebenin ihtiyacını bizzat kendisi temin ederdi. Vaizlik maaşı dahil, devletten aldığı ücrete hiç dokunmayıp, talebelerine sarf etmişti.
<>Süleyman Efendinin bütün faaliyetleri tarassut altındaydı. Sık sık takibatlara uğruyor fakat o, bunlara fazlaca ehemmiyet vermiyor, ders okutmaktan ve Allah’ın dinine hizmet etmekten bir an bile geri durmuyordu. Bütün bunları yaparken ciddi sağlık problemleri de vardır. Yıllarca soğuk camii müezzinlikleri ve apartman bodrumlarında ders okuta okuta romatizmaya yakalanmıştır.Ayrıca bir şekerden rahatsızlığı vardır. Bir gün bir talebesi “Efendim! Herkesin rahatsızlığıyla meşgul oluyor, iyileşmelerine vesile oluyorsunuz. Biraz da kendi rahatsızlığınız ile meşgul olsanız” dediğinde o şunları söylemiştir:“Evladım! Kendime yirmi dakika ayırabilsem hiçbir rahatsızlığım kalmayacak. Fakat onu bile ayıramıyorum. Bu arada Süleyman Efendi Anadolu ve İstanbul’da yetişen talebeleri vatanın çeşitli yerlerine hizmete, talebe okutma ve halkı irşad etmeye gönderiyordu. Onlardan aldığı hizmet haberleri, en sevdiği şeylerdendi. Hepsini tek tek dinler, onları teşvik ederdi. Bir gün Prof. Dr. Asaf Ataseven, Süleyman Efendi’yi ziyarete gittiğinde, Süleyman Efendinin arkasında bazı yerleri işaretlenmiş bir harita görerek mahiyetini sormuş, o da bunların, açılan Kur’an kurslarının yerleri olduğunu ifade etmişti.
Talebelerinin hizmete şevkle gitmesi onu sevince garkederdi. Bolu’da bir gün sonra hizmete dağılacak talebelere yaşlıca bir zat: “- Nereye gönderilse gider misiniz?” diye sormuş, talebelerin hepsi ayni cevabi vermişti: “- Nereye olsa gideriz çünkü Hz. Üstad bizi yalnız bırakmaz.” “- Siz Hz. Üstad’ı annenizden babanızdan daha mı çok seviyorsunuz?” “-Evet, biz Hz. Üstad’ı annemizden, babamızdan daha çok seviyoruz.” Bunun üzerine o zat, hadiseyi Efendi Hazretlerine anlatır. Efendi Hazretleri de: “- Tabii... Anne babaları onların bu denî dünyaya gelmelerine vesile olmuştur. Biz ise onları lem-i ervahtan alıyoruz, dünya, kabir, mahşer ve sualden geçirip, cennet ve cemal-i İlahiye kadar götürüyoruz” buyururlar. 1951 yılında Süleyman Efendi, Şehzadebaşı’dan Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı. Bütün bu zorlu yıllar boyunca, Valide Sultan, Efendi Hazretleri’ne destek oluyor, sıkıntıları, zorlukları paylaşıyordu.
Sıkıntıların çok olduğu senelerin birinde Valide Sultan, “60 talebenin bir arada, huzur içinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu görürsem 60 kurban keseceğim” diye nezretmişti. 1955’lerde sadece bir kursta 160 talebe bir arada huzur içinde ders okuyordu. Valide Sultanımız da her hafta bir kurban kestirip talebeye ikram ettirmek suretiyle nezrini yerine getiriyordu.
Süleyman Efendi, Anadolu’da kurs açma faaliyeti üzerinde çok titiz duruyor, bu işin manevi mesuliyetini de hesaba kattığı için hiç gevşeklik göstermiyordu. Yeni bir Kur’an kursunun açıldığı haberi geldi mi sanki dünya onun oluyordu. Ders okutuyor veya sohbet ediyor olsa bile ara verip hemen şükür namazı kılıyordu. Yetiştirmiş olduğu talebesini Anadolu’ya göndermek istediği zaman talebeleri de şevkle o hizmete talip olurlardı. Çünkü onlar üstadlarının gittikleri her yerde kendileriyle beraber olduğuna ve kendilerini yalnız bırakmayacağına inanırlardı. Onu annelerinden ve babalarından daha çok seviyorlardı. Bunun hikmetini Süleyman Efendi’ye soran Hacı Ahmet Şen’e Efendi Hazretleri’nin verdiği cevap gayet manidardır: “Anne ve babaları onların dünyaya gelmelerine sebeb-i zahiri oldu. Biz ise onları bu alemden aldığımız gibi alem-i berzahtan, mahşerden, sırattan geçirip cennet ve cemal-i İlahiye kadar götüreceğiz.”
Talebelerinin zevkle hizmete talip olmaları onu ziyadesiyle sevindiriyor, onlara dünya ve Ahiret saadeti için dualar ediyordu. Hizmete gönderdiği talebelerinin hepsi de üzerlerine düşen vazifeleri eksiksiz olarak yerine getiriyordu. Dine, Kur’an’a, ezana susamış olan halka hemen bir bütünlük içine girmişlerdi. Halk bu din, ilim, hizmet aşıklarını en samimi duygularla bağrına basmıştı.Aynı zamanda da hayrete düşüyorlardı.
Çünkü bu talebelerin yaşları çok genç, hepsi de delikanlı çağında insanlar ama tabir-i caizse her biri bir iman kalesi ve ilim deryası idiler. Nasibi olan Müslümanlar “Sizin hocanız kim? Sizleri yetiştiren zat kim? Beni ona götürür müsün” gibi ifadeleri sarf etmekten kendilerini alamıyorlardı. Bu hal clib-i dikkattir. Çünkü daha emsalleri sokaklarda oynarken bu talebeler hakikat-i Muhammedi kürsüsünden insanlığı hidayete erdirmek için inciler saçıyor, vaaz ediyorlardı.
Büyük muharrir Necip Fazıl, bu talebeleri “Son Devrin Din Mazlumları” isimli eserinde şöyle destanlaştırmaktadır:
“Süleyman Efendi, beni bu gençlerle temasa geçirmiş ve bahçemizde yattığı halde farkında olmadığımız bir hazinenin keşfi gibi, hayretle karşılık bir takdir duygusuna boğmuştur. Evet, o zamana kadar cansız bir ezber zemini üzerinde öne arkaya sallantılı, papağanvri bir tekrarlama işinden ibaret zannettiğim ve İslam’ın, fezayı milyonlarca projektörle delici kainat görüşlerine yabancı saydığım Kur’an kursları faaliyeti hayret ve saadetle gördüm ki: Gökten necaset yağan bir devirde üzerlerine tek kir bulaşmamış, zeka ve irfanları her inceliğe ulaşmış güdücüler elindedir. Ve bu genç güdücüler mevki ve istikamet tayini noktasından bütün dost ve düşman kutupları, doktorların sıhhat ve marazı tanıdıkları gibi teşhis ehliyetindedir. Diyebilirim ki, Türkiye’de, Kur’an kursları topluluğu ayarında vahdet, merkeziyet ve davalarında salabet belirtici ikinci bir teşekkül mevcut değildir. Bu topluluk, terbiyesini Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan’dan alanların veya alanlardan alanların tablolaştırdığı kadrodur ve bu tabloda şahıs, fikir, ilim, usul, her unsurun doğrudan doğruya bağlı olduğu tek mihrak, tek kelimeyle şeriattır. İşte bağlılıklarındaki kuvvete bu manayı verdiğim, bütün gençliğe tavsiyem gibi şeriatı bu manada idealleştirmelerini ve şeriat aşkını bu manada şuurlaştırmalarını beklediğim ve kendilerini yeni iman neslinin en saf ve en temiz damarlarından biri saydığım Kur’an kursları topluluğuna yakınlığım buradan geliyor.”
Ne hazindir ki, diyanet camiasında bazıları bu din alimi ordusundan rahatsız olmuş ve onları diyanetten tasfiye etmek için değişik iftira ve bühtanlar ortaya atarak kasıtlı senaryolar hazırlayıp kendilerine kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Üzülerek belirtmek gerekir ki her devirde böyle iftiralara ve iftiracılara inanan ve ona taraftar olanlar çıkmıştır. Bu ve buna benzer iftiralarla kamuoyu karıştırılmış ve bu genç hizmet ordusunu diyanetten tasfiye işi başlamıştır.
Yine Necip Fazılbu tür insanların maksatlarını şöyle dile getirmektedir:
“Herkes pireler gibi deliklerine saklanır ve ortaya çıkmazken tam 33 yıl bu davanın çilesini çekmiş ve büyük meselenin nirengi noktalarını göstermiş biri olarak kaydedeyim ki; din öğreticiliği bahsinde Süleymancılar diye yaftalanan topluluğa dil uzatanlar ve onları köstekleyenler hakikatten uzak, sadece çekememe duygusuna bağlı, nefsine emin olmama uhdesinden gelen tepkilerden ibarettir. Bu da pek çoklarınca gayenin İslam değil, şahıs ve zümre hırsı olduğunun şaşmaz ifadesidir.
|