[b]Dinî Hayat[/b]
Arabistan yarımadasının genelinde putperestlik (şirk) hâkimdi. Yarımadanın çeşitli bölgelerinde put evleri denilebilecek tapınaklar inşâ edilmişti. Bunlara genellikle beyt, kübik olanlarına da kâbe denilmekteydi. Putperestlik ve çok tanrıcılığın yaygın olduğu Câhiliyye döneminde kabilelerin kendilerine mahsus putları vardı. Bazı kabileler de ortak putlara sahiptiler. Bu dönemin başlıca ibadeti bu tapınaklarda duâ, secde ve tavaf etmek, adaklar adamak, kurbanlar kesmek, tanrıların hoşnutluğunu kazanmak için sadaka vermek gibi faaliyetlerdi. Kureyşliler edindikleri putları Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştirmekte, putların önünde fal okları çekerek yapacakları işler konusunda karar vermekte idiler. Ayrıca hac için Kâbe’yi ziyarete gelen kabilelerden azami derecede istifade etmek ve onların ilgilerini çekmek için başka kabilelerin putlarını da Kâbe’ye ve çevresine dikiyorlardı. Öyle ki, Kâbe ve çevresindeki putların sayısı 360’a kadar ulaşmıştı. Şüphesiz Câhiliye döneminde hac en yaygın, köklü ve düzenli bir ibadetti. Araplar güneş ve ay takvimi farklılığından kaynaklanan sebeplerle nesî yaparak, yani ihtiyaç halinde yıla bir ay ilave ederek hac mevsimini her sene ilkbahar veya yaz aylarına denk getirirlerdi., Aynı zamanda hac mavsimi eşhürü’l-hurum denilen “haram aylar”da (zilkade, zilhicce , muharrem, receb) olduğu için bu dönemi bir barış ve esenlik dönemi olarak geçirirlerdi. Araplar yalnız Mekke’yi değil putlarının bulunduğu başka tapınaklarını da haccederlerdi. Mekke’deki Kâbe’ye ve Lât, Menât, Uzzâ ve Zülhalasa gibi putların bulunduğu diğer tapınaklara yapılan bu ziyaretler birer bayram görünümündeydi.
Câhiliye döneminde müşrik Arapların taptığı, Mekke’de ve Arabistan’ın diğer bölgelerindeki önemli putlardan bazıları şunlardır:
[b]Hübel: [/b] Kâbe’de bulunan Hübel, putların en büyüğü olup Kureyş’in en önemli putu idi. Kırmızı akik taşından insan suretinde yapılmış olan Hübel’in Amr b. Luhay tarafından Suriye’den Mekke’ye getirilirken sağ eli kırılmış, Kureyş müşrikleri ona altın bir el takmışlardı. Hübel bütün putperest Arap kabileleri tarafından ilah olarak kabul edilmekteydi. Ezlâm adı verilen fal okları Hübel’in yanında ilgili görevli tarafından çekilir ve Araplar bir işi yapıp yapmamak hususunda bu fal oklarından çıkan sonuca göre hareket ederlerdi.
[b]İsâf ve Nâile: [/b] Rivayete göre Cürhümlülere mensup İsâf adlı erkek ile Nâile adlı kadın bir gece gizlice Kâbe’ye girip burada birleştikleri için taşlaşmış ve bunlardan biri Safâ tepesine diğeri de Merve tepesine dikilmişti. İki taş uzun zaman içinde unutulup burada kalmış, Amr b. Luhay Mekke’ye hâkim olduğunda bunlara daha önceki nesillerin ibadet ettiğini söyleyerek insanları bunlara tapmaya yönlendirmiştir. Böylece başlangıçta ibret için dikilen iki taş, zamanla ibadet edilen putlar haline gelmiş oldu. Daha sonra Kusay b. Kilâb bu iki putu Kâbe’nin önüne Zemzem Kuyusu’nun yanına koydu. Kureyşliler hac sırasında bunların önünde traş olur, kurban keserlerdi.
[b]Lât: [/b] Tâif’te yaşayan Sakîf kabilesinin putu olup aslında dört köşe bir kaya parçasından ibaretti. Sakîfliler onun etrafında Kâbe gibi üzerinde örtü bulunan ve “beytü’r-rabbe” denilen bir bina inşâ etmişlerdi. Mâbedin özel görevlileri ve bekçileri de vardı. Mekke’den ve Arabistan’ın her tarafından onun ziyaretine gelinirdi. Araplar yolculuktan önce ve sonra da buraya gelip tapınırlar, kurban takdim eder, hatta tavaf yaparlardı. Lât, az sonra zikredilecek olan Menât ve Uzzâ ile birlikte en çok saygı gören putların başında yer almakta ve Allah’ın kızları olarak kabul edilmekteydi. Kur’ân-ı Kerîm’de müşriklere hitâben “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı...” (Necm 53/19-20) buyurularak bunlara tapmaktan vazgeçmeleri istenmiştir.
[b]Menât: [/b] Mekke ile Medîne arasında Kudeyd’e yakın, Müşellel denilen yerde Hüzeyl kabilesine ait siyah bir kaya idi. Menât Arapların taptığı putların en eskisiydi ve bütün Araplar tarafından saygı gösteriliyordu. Menât’a ait bir ev, hediyelerin konulduğu bir oda ve bekçisi vardı. Evs ve Hazrec kabileleri başta olmak üzere Araplar buraya o kadar çok önem veriyorlardı ki Menât’ı ziyaret edip başlarını traş etmedikçe Mekke’de yaptıkları haccın tamam sayılmadığına inanıyorlardı. Uzzâ: Nahle’de bulunan bu put üç küme dikenli ağaçtan oluşmakta olup etrafına “Beytü’l-Uzzâ” denilen bir ev yapılmıştı. Uzzâ’nın beyaz bir taş olduğu da zikredilir. Uzzâ’ya büyük saygı duyan Araplar, çocuklarına Abdüluzzâ adını koydukları gibi hac ve Kâbe’yi tavaftan sonra buraya gelir ve buraya gelmeden ibadetlerini tamamlanmış saymazlardı. Aynı zamanda Uzzâ’yı anne, Lât ve Menât’ı da onun kızları olarak görürlerdi. Kureyşliler de Uzzâ’ya büyük saygı duyarak ziyaret eder ve kurban takdim ederlerdi. Bunlardan başka çok sayıda put vardı.
Arapların putlara ibadetteki başlıca hedefleri dünya hayatına yönelik hususlardı. Sağlık ve afiyet içinde olmak, servet elde etmek, yolculuğun iyi geçmesi, savaşlarda zafer kazanmak, erkek çocuk sahibi olmak gibi amaçlarla putların ilgi, yardım veya şefaatini dilerlerdi. Kısacası, ibadet ve diğer iyilikleri dünyevî gayeler için yaparlardı. Bu da onların âhiret hayatına inanmamalarının bir sonucu idi. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin öldükten sonra dirilme, dünyada yaptıklarından hesaba çekilme, cennet ve cehennem hayatı gibi âhiret hayatına yönelik hususlara inanmadıkları birçok âyette belirtilmektedir: “Onlar hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir, biz bir daha diriltilecek değiliz, demişlerdi”. (En‘âm 6/29).
Araplar bazan çıkarları uğruna putları istismar ediyor, hoşlanmadıkları durumlarda ise, tanrı diye taptıkları bu putları alaya alıyorlar hatta onlara hakaret ve küfür edebiliyorlardı. Meselâ, öldürülen babasının intikamını almak isteyen bir adam fal okları çekmek için Zülhalasa putunun yanına vardı. Bu put Mekke ile Yemen arasındaki Tebâle’de yer alan, üzerine bir çeşit taç oyulmuş beyaz bir taştı. Adam fal oklarını çekti; fakat yasaklayıcı ok çıktı. Fal okları istediği gibi çıkmayan adam, oku kırıp puta fırlattı ve şöyle dedi: “Senin baban öldürülseydi böyle demezdin!”. Artık bundan sonra Zülhalasa putu önünde fal okları çekilmedi. Mekke’de sayıları az olmakla birlikte Hz. İbrahim’den gelen tevhid inancına sahip Hanîfler de bulunuyordu. Bunlar putperestliği reddettikleri gibi dönemin iki önemli dini olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı da benimsemeyen tevhîd inancına bağlı kimselerdi. Meşhur hanîfler arasında şu isimler zikredilmektedir: Kus b. Sâide el-İyâdî, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Ümeyye b. Ebü’s-Salt, Adî b. Zeyd el-İbâdî, Varaka b. Nevfel el-Kureşî, Mütelemmis b. Ümeyye el-Ken‘ânî, Züheyr b. Ebû Sülmâ, Ubeydullah b. Cahş el-Esedî, Osman b. Huveyris vs. Varaka b. Nevfel ve Osman b. Huveyris örneklerinde olduğu gibi Hanîflerden bir kısmı Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Araplar arasında Allah ile akraba olduklarına inandıkları cinlere, yıldızlara ve Allah’ın kızları olarak kabul ettikleri meleklere tapanlar da bulunuyordu. Câhiliyye döneminde Ay, Güneş ile Zühre yıldızının yanısıra Süreyyâ, Merih, Utârid (Merkür), ve Zühal gibi yıldızlar da takdis edilmiştir. Lahm, Huzâa, Himyer ve Kureyş kabilelerince takdis edilen ve “Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur” ayetiyle Kur’ân’da da zikredilen Şi‘râ (Sirius) yıldızı da önemli bir yer tutmaktaydı.
Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinde başka dinlere mensup olanlar da vardı. Hayber, Fedek, Teymâ, Vâdilkurâ ve Yemen’de yahudiler mevcuttu. Hicretten sonra Medîne olarak isimlendirilen Yesrib’de üç önemli yahudi kabilesi kendilerine mahsus mahallelerde yaşamaktaydı: Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza. Yemen’de ve Arabistan’ın kuzey bölgelerinde yaşayan Kudâa, Gassân ve Tağlib kabileleri örneğinde olduğu gibi bazı Arap kabileleri arasında Hıristiyanlık yayılmıştı. İran’a komşu Bahreyn dolaylarında ateşe tapan Mecûsîler bulunuyordu.
[b]Sosyo-Kültürel Hayat[/b]
[b]Ekonomik Hayat[/b] Coğrafî şartlar yüzünden tarıma elverişli olmayan Mekke’de ekonomik hayatın temelini ticaret oluşturmaktaydı. Mekke’de “sûk” (çoğulu esvâk) adı verilen çarşı ve pazar yerleri mevcuttu. Bunların en eskisi ve en büyüğü Hazvere çarşısı olup şehrin başlıca ticaret merkeziydi. Öte yandan Arabistan’ın değişik bölgelerinde ve bu arada Mekke çevresinde genellikle hac mevsimi ve haram aylar dikkate alınarak peşpeşe kurulan panayırların (esvâku’l-‘Arab), yarımada için olduğu gibi Mekke ticareti açısından da büyük önemi vardı. Mekkeliler bu panayırlara iştirak etmekte ve önemli miktarda gelir sağlamakta idiler. Siyasî ve sosyo-kültürel açıdan da oldukça önem taşıyan, bir kısmı uluslararası mahiyetteki bu panayırlarda çeşitli milletlere mensup tâcirler ve Arap kabileleri bir araya gelir, alış veriş yapılır, ilişkiler geliştirilir, dostluklar kurulur, ihtilaflar çözüme bağlanıp antlaşmalar imzalanır, edebî konuşmalar yapılır ve şiirler okunurdu. Beğenilen şiirler Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliye döneminin meşhur yedi (veya on) şairine ait bu şiirler “el- Muallakât” (veya el-Mu‘allâkâtü’s-seb‘=Yedi Askı) adıyla bilinmektedir. İmruülkays b. Hucr, Tarafe b. Abd, Amr b. Külsûm, Züheyr b. Ebû Sülmâ, Antere, Lebîd b. Rebîa, Nâbiga ez-Zübyânî, Meymûn b. Kays elA‘şâ muallakât şairlerinden olup bunlardan Lebîd b. Rebîa müslüman olmuş ve İslâm devrinde de uzun süre yaşamıştır. Söz konusu panayırlardan önemli bazıları şunlardır:
[b]Ukâz: [/b] Kureyş’in devamlı katıldığı ve Mekkelilerce desteklenen Ukâz panayırı Tâif-Nahle arasında Mekke’ye üç günlük mesafede Zilkâde ayının başında kurulur ve yirmi gün devam ederdi. Milletlerarası bir nitelik taşıyan ve katılımın oldukça yüksek olduğu bu fuara Arabistan’ın dört bir yanından tâcirler iştirak eder, Arap eşrafı ticaret yapmak üzere ürünlerini buraya gönderirdi. Çiftlik hayvanları, atlar, sığırlar, davarlar ve develer burada el değiştirir; Yemen elbiseleri, kılıçları, ıtrıyat (parfümeri) ve derileri yanında muhtelif Mısır, Suriye, Irak ve Habeş malları alınır satılırdı. Hızla gelişerek Câhiliye döneminin en meşhur pazarı haline gelen Ukâz fuarı aynı zamanda edebî bir kongre mahiyetindeydi. Şairler en güzel şiirlerini burada okur, beğenilen şiirler Kâbe duvarına asılırdı. İleride bahsedileceği gibi Resûlullah Efendimiz (s. a. v.) peygamberliğinden önce Kus b. Sâide’nin meşhur konuşmasını burada dinlemiş, peygamberliğinden sonra da buraya gelip bazı kişilerle görüşmüş ve İslâm’a davet etmiştir.
[b]Mecenne: [/b] Mekke yakınlarındaki Merruzzahrân denilen yerde Ukâz panayırının ardından zilkâde ayının son on gününde kurulurdu.
[b]Zülmecâz:[/b] Arafat’a bir fersah (yaklaşık 6 km.) mesafedeki Zülmecâz adlı yerde kurulan bu panayır, Zilhicce ayının ilk sekiz günü devam ederdi. Hacılar Mecenne panayırının ardından buraya gelip sekiz gece kaldıktan sonra tevriye günü (8 Zilhicce), Arafat’a gitmek üzere buradan ayrılırlardı.
[b]Hubâşe: [/b] Hicaz-Yemen kervan yolu üzerinde receb ayının başında kurulan ve üç veya sekiz gün devam eden Hubâşe panayırı, bölgedeki Arap kabilelerinin katılımyıla sınırlı kaldığı için mahallî bir özellik taşıyan ikinci derecede bir fuardı. Özellikle Mekke halkının istifade ettiği bu fuara Peygamber Efendimiz (s.a.v.) peygamberlikten önce Hz. Hatice’nin kervanıyla gelmişti. Ticari faaliyetler yanında diğer panayırlardan farklı olarak esirler, burada yakınları tarafından fidye ödenerek kurtarılır, haklarında kısas uygulanmasına karar verilen katiller burada cezalandırılırdı.
[b]Arap Kabileleri ve Kabile Yapısı[/b] Arabistan’ın asıl sakinleri Araplar’dır. Araplar tarihî açıdan iki büyük kısma ayrılır: 1) Arab-ı bâide. Bunlar tarihin eski devirlerinde yaşamış olup çeşitli sebeplerle yok olmuşlardır.. Âd, Semûd, Medyen, Amâlika vs. 2) Arab-ı bâkiye. Soyları devam eden Araplar olup iki ana kola ayrılırlar: a) Arab-ı Âribe. Kahtânîler adı verilen bu kabileler grubunun anavatanı Yemen'dir. Bu sebeple Güney Arapları olarak da bilinirler. Bunlar Cürhüm ve Ya`rub olmak üzere önce iki büyük kola ayrılırlar. Ya`rub'dan da Kehlân ve Himyer adında iki ayrı koldan birçok alt kollar meydana gelmiştir. Bu kabileler değişik zamanlarda değişik sebeplerle anavatanlarını terkederek Arabistan'ın çeşitli bölgelerine yerleştiler. Dört kola ayrılan Kehlânîler'den Ezd kuzeye göç etti. Bunlardan Sa`lebe b. Amr Hicaz tarafına gitti, bir müddet sonra da Medine'ye göç ederek oraya yerleşti. Evs ve Hazrec bunun soyundandır. Hârise b. Amr (Huzâa) ise Merrüzzahrân'a, sonra Mekke'ye yerleşerek Cürhümlüler'i oradan kovdu. İmrân b. Amr Umân'da, Cefne b. Amr ise Suriye'de yerleşti. Lahm ve Cüzâm kabileleri Hîre'ye, Tay kabilesi Ecâ ve Selmâ dağlarına, Kinde kabilesi önce Bahreyn'e daha sonra da Hadramut ve nihayet Necid'e yerleşti. b) Arab-ı Müsta`ribe (Mütearribe). Aslen Arap olmayıp sonradan Araplaşan kabilelerden meydana gelmektedir. Bunların soyu Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayandığı için İsmailîler veya onun soyundan gelen uzak torunlarına nispetle Adnânîler, Meaddîler, Nizârîler de denilmektedir. Kuzey Arapları adıyla da bilinirler. Hz. İsmâil’in ana dili babası gibi Ârâmîce, Keldânîce veya İbrânîce idi. Onun soyu Arapça'yı Mekke’de öğrenip Cürhümlüler'e karışarak Araplaştığı için Arab-ı müsta`ribe adıyla anılmıştır. Hz. Peygamber'in yirmi birinci göbekten atası olan Adnân'a mensup başlıca kabileler ve kolları şöyle sıralanabilir: Mead, Nizâr, Rebîa, Mudar KaysAylân, Gatafân, Kinâne, Kureyş, Kusay, Hâşim vs. Genel olarak bakıldığında düzenli bir siyasî birliğin ve devletin söz konusu olmadığı Arap yarımadasında Araplar kabileler halinde yaşıyorlardı ve kabile hayatı sosyal yapının temelini oluşturmaktaydı. Kabile üyeleri birbirleriyle kan ve neseb bağlarıyla bağlı olup bu birliği kabile asabiyeti denilen dayanışma duygusu ayakta tutardı. Bundan dolayı ensâb adı verilen soy bilgisi önemliydi. Düzenli bir siyasî yapı ve hukuki bir düzen sözkonusu olmadığından sosyal hayatın devamı, mal, can ve ırzın korunması “asabiyyet” duygusu, uyulması gereken gelenekler ve ecdattan kalma “örfler”le sağlanmaktaydı. Hangi sebeple olursa olsun saldırıya maruz kalan bir kişinin kendi kabilesini yardıma çağırması (istigâse) halinde bütün kabilenin galeyana gelerek (hamiyye) bu çağrı uyarınca hareket etmesi asabiyetin gereği olarak kaçınılmazdı. “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et” ve “Senin gerçek kardeşin seninle birlikte hareket eder; sen zalim olursan o da seninle birlikte zalim olur” şeklindeki sözler Câhiliyye dönemindeki asabiyet anlayışının tipik ifadeleridir.
Sosyal hayattaki anarşiyi bir dereceye kadar kan gütme âdeti sınırlandırabiliyor, fakat buna karşılık da intikam alma sebebiyle kabileler arasında kanlı çarpışmalar çıkıyordu. Herhangi bir öldürme olayında “kan ancak kanla temizlenir” anlayışı ile öç alma duygusu devreye giriyor ve kısas olarak kâtilin öldürülmesi gerekiyordu. Yakını öldürülen taraf intikam alıncaya kadar yas tutar, bu süre içerisinde meselâ zırhını çıkarmayacağına, şarap içmeyeceğine, koku sürünmeyeceğine, kadınlara yaklaşmayacağına vs. yemin ederdi. Bazan öç almak için yıllar geçmekte ve bu durum öç alınıncaya kadar o kabile için bir leke olarak görülmekteydi. Öldürülen kişinin yakınlarının kısas yerine kâtilin yakınları tarafından verilecek diyete razı olmaları zillet olarak değerlendiriliyordu. İslâmiyet’ten önce “eyyâmü’lArab” denilen kabilelerarası savaşlar Orta Arabistan tarihinde önemli bir yer tutar. Bu savaşlar kan davaları, sürüler, otlaklar, su kaynakları vb. sebepler yüzünden çıkar ve bazan yıllarca devam ederdi. Bekir b. Vâil ve Tağlib b. Bekir kabileleri arasındaki Besûs, Abs ve Zübyân kabileleri arasındaki Yevmü Dâhis ve Gabrâ ve Evs ile Hazrec kabileleri arasındaki Buâs Harbi ve Ficâr savaşları eyyâmü’l-Arab’ın en meşhurlarıdır. Savaşlar kabile hayatı açısından özel bir önem taşıdığından bu savaşlara dair hikâyelere kabileler ve mensupları müşterek bir kültür olarak sahip çıkmışlardır. Kabilenin savaşlarıyla ilgili rivâyetler geceleri veya muhtelif zamanlardaki sohbet toplantılarında genellikle kabile lehine abartılarak nesilden nesile aktarılmıştır.
Kabile başkanlarına reis, şeyh veya seyyid denilmekte olup cesur, cömert ve birleştirici olmaları istenirdi. Kabile reisinin kabile için taşıdığı merkezî önemden dolayı savaşlarda kabile reisleri hedef alınır, kabile reisinin öldürülmesi büyük bir felâket olacağından taraftarlarınca özel olarak korunurdu. Savaşlarda kabile sancağının yere düşmemesi de önem taşıdığından sancak, kahramanlığıyla bilinen güçlü ve cesur kişilerce taşınır, sancaktarın öldürülmesi halinde yerini aynı vasıflara sahip bir başkası alırdı. Arap toplumunda göçebe veya yerleşik hayat hâkimdi. Çöl ve vahalarda (bâdiye) develeriyle birlikte konar göçer olarak çadırlarda yaşayanlara bedevî (ehlü’l-bâdiye, ehlü’l-veber), köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış evlerde yerleşik hayat yaşayanlara hadarî (ehlü’l-meder) denilmekteydi. Her kabilenin yaşadığı, konakladığı veya mülk olarak kabul ettiği bir toprağı vardı; Kabilelerin savaş, kuraklık, daha iyi otlak arama gibi sebeplerle sık sık yer değiştirdikleri olurdu. Kabile özel toprak mülkiyeti tanımazdı. Otlaklar ve su kaynakları kabile için hayatî öneme sahip olup kabile mensupları arasında müşterek mülkiyete dahildi. Kabilelerin önemli gelir kaynaklarından biri diğer kabilelere karşı düzenlenen yağma ve baskınlardan elde edilen ganimetlerdi. Kabile fertleri sebebini sormadan kabilesiyle birlikte yola çıkar, baskın ve yağmaya katılırlardı.
Kabileler içerisinde güçlü olanlar bulunduğu gibi zayıf olanlar da vardı. Bu sebeple kabileler arasında yardımlaşma, dayanışma ve himaye amacıyla antlaşmalar yapılmakta, ittifaklar kurulmaktaydı. Temelde savunma amacına yönelik olan ve hilf (çoğulu ahlâf) adı verilen bu antlaşmalar için ilgili kabile mensupları bir araya gelir ve törenle yemin ederlerdi. Yeminleşen kabileler artık bir tek kabile gibi olur ve birine yapılacak saldırı diğerine de yapılmış sayılır, sevinç ve yaslar paylaşılır, herhangi birinin üçüncü bir tarafa verdiği emân kabul edilirdi. Kabileler diğer kabile veya şahıslara tanıdıkları himaye haklarına önem verirler ve savaş pahasına dahi olsa sahip çıkarlardı. Öte yandan kabilelerin antlaşmalara uymaları istenir, aksi bir davranış, bilhassa ihtiyaç duyulduğu bir sırada antlaşmanın tek taraflı olarak feshedilmesi ayıplanır, hıyanet olarak değerlendirilirdi.
Kabile kurallarının ve geleneklerinin dışına çıkan, kabilenin şerefine leke süren ve kabile önderleri tarafından yapılan tavsiye ve uyarılara kulak asmayanlar cezalandırılır, aile ve kabilesiyle bağları kopmuş olurdu. En büyük ceza kişinin ailesi ve kabilesinden kovulmasıydı (el-hal‘). Bu duruma düşenler hac ve panayır mevsimlerinde açıkça ilân edilirdi.
Kabile şairlerinin toplumda önemli yeri bulunmaktaydı. Kabile veya kabileler birliğinin sözcüsü olarak siyasi müzakerelere katılan heyetlerde şairin yeri ve vazifesi vardı. Kabile, hayatının, hissiyatının, geçmişteki övünülecek şeylerinin, zaferlerinin, düşmanlarına karşı beslediği kin ve intikamının, onları küçültücü hicivlerin, etrafını çeviren tabiatın en güzel ifadesini şairin sihirli sözlerinde bulur ve bütün bunları ondan beklerdi. Bu sebeple de onun şiirinin korunmasına ve yayılmasına çalışırdı. Bir kabileden şair çıktığı zaman bayramlarda, düğünlerde olduğu gibi şenlik düzenlenir, ziyafet verilirdi.
Tevhîd inancını esas alan İslâm dini Câhiliyye dönemindeki putperestlik ve şirk anlayışına cephe aldığı gibi kabîleciliği, kişinin haksız bir konuda da olsa kendi kavmine yardımcı olmasını öngören asabiyeti ve kabîle asabiyetine dayalı üstünlük iddialarını da yasaklamış, Allah katında üstünlüğün ancak takvâ ile elde edilebileceğini bildirmiş ve. kabîlecilik yerine “İslâm kardeşliği” bilincini yerleştirmiştir:
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz. Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât 49/11-13).
Arap toplumu hürler, mevâlî ve kölelerden oluşmaktaydı. Hürler de eşrâf ve avam olmak üzere ikiye ayrılırdı. Arabistan’ın diğer bölgelerinde olduğu gibi Mekke’de de kölelik yaygındı. Köle ve cariyeler toplumun en alt sınıfı olup efendilerine itaatle yükümlü idiler. Mal gibi miras kalır, alınıp satılır, tarım ve ticarette çalıştırılırdı. Efendiler köleler üzerinde kesin bir tasarruf yetkisine sahipti. Azad edilen kölelere mevâlî denilirdi ve bunlar hür insanlarla evlenemezdi.
Aile bağımsız bir birim olmaktan daha ziyade kabilenin bir alt birimi olmak bakımından önemliydi. Diğer bir ifadeyle toplumda kabilecilik esas olduğundan aile üyesi olmaktan çok kabilenin üyesi olmak değer taşımaktaydı. Bu manada kabile adeta büyük bir aile gibiydi. Aile koca, eş veya eşler, çocuklar ve kölelerden oluşmaktaydı. Ataerkil bir aile yapısına sahip olan Araplarda neseb ve akrabalık bağı erkek yoluyla kurulur ve devam ederdi. Bir erkek istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Sosyal itibarı bulunmayan kadınlar miras hakkına da sahip değillerdi. Boşama yetkisi erkekteydi. Araplar çok sayıda erkek çocuğa sahip olmakla övünürlerdi. Çünkü erkek çocuk sırası geldiğinde bir savaşçı olarak ailenin ve kabilenin güç kaynağıydı. Öte yandan kız çocukları doğduğunda bundan utanç duyarlardı; hatta kız çocuklarını diri diri gömenlere de rastlanmaktaydı. Bazıları da fakirlik korkusuyla çocuklarını öldürürlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah bu tür anlayış ve davranışları şiddetle kınamaktadır:
“Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenirdi. Onu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” (Nahl 16/58-59).
“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur” (İsrâ 17/31).
Genel olarak bakıldığında, Câhiliye denilen İslâm öncesi dönemde Arap toplumunda şirk, sosyal adaletsizlik ve ahlakî çöküntü hakimdi. İyilik, adalet, doğruluk, hukuk vb. kavramlar bilinmekte ve bu hususlara riayet eden insanlar da bulunmakla birlikte bu değerler toplumda etkin bir mahiyet taşımamaktaydı.
|