[b]Sıra Sizde 1:[/b] Kur’an âyetlerinin mekki-medeni olarak iki grupta değerlendirilmesinin İslam hukukunu ilgilendiren boyutunu bulmaya çalışınız.
Kur’an ayetleri hicret esas alınarak hicretten önce inen ayetler mekkî, hicretten sonra inen ayetler de medenî olarak tasnif edilir. Mekkî ayetlerde daha çok inanç ve ahlak üzerinde durulur. Tevhid, nübüvvet ve ahiret ile ilgili konular önemli bir yer tutar. Bununla birlikte hukuka ilişkin bazı genel prensiplere de yer verilmiştir. Hicret ile birlikte bir toplum hüviyetini kazanmaya başlayan müslümanlar, Hz. Peygamberin önderliğinde siyasî bir nüfuza da sahip olmuşlardır. Bu da haliyle bir toplumun ihtiyaç duyduğu farklı alanlara ilişkin birtakım düzenlemeleri gerekli kılmıştır. Ahkâm âyetlerinin büyük çoğunluğunun medenî olmasının nedeni de budur. Ayetlerin mekkî ve medenî ayırımında bazı kelimelerin yeni anlamlar kazanmaya başladığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Mesela “zekat” kelimesi mekkî ayetlerde daha çok nefis tezkiyesi, arınma anlamlarına gelirken medenî ayetlerde bir tür vergi anlamı içeren malî bir yükümlülük haline gelmiştir. Yine “salat” kelimesi mekkî ayetlerde çoğunlukla dua anlamına gelirken medenî ayetlerde rükünleri ve şartları olan ibadet anlamını kazanmıştır.
[b]Sıra Sizde 2[/b] Hz. Peygamber’e itaat etmeyi emreden ve Sünnetin bir hüküm kaynağı olarak temellendirilmesinde kullanılan birkaç ayet bulunuz.
“De ki; Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah, kafirleri sevmez” (Âl-i İmran 3/32),
“Allah’a ve Resûlüne itaat edin ki, rahmete kavuşturulasınız” (Âl-i İmran 3/132),
“Ey imân edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin …” (Nisâ 4/59) ve
“Allah’a itaat edin, Resûle de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Resûlümüze düşen görev, açıkça duyurmak ve bildirmektir” (Mâide 5/92” ayetlerini örnek verebiliriz.
[b]Sıra Sizde 3[/b] Sükutî icmâın bağlayıcı bir delil olduğunu kabul edenlerle buna karşı çıkanların gerekçelerinin ne olduğunu bulup karşılaştırmaya çalışınız.
Usulcülerin bir kısmı –özellikle Malikîler ve bir rivayete göre Şâfiî- sükutî icmayı kaynak olarak görmez iken, çoğunluğu kaynak kabul etmektedir. Görmeyenlerin delilleri şudur: Sükût eden müçtehitlerin bu suskunluğu açıklanan görüşe katıldıkları anlamına gelmeyebilir. Yine sözkonusu mesele, herkese ulaşmamış olabilir. Ayrıca, kendisine bir zarar geleceğinden dolayı görüşünü ifade etmekten çekinen veya “her müçtehit isabet eder” görüşünde olduklarından bu görüşe saygı duyup reddetme ihtiyacı hissetmemiş de olabilir. Bu tür ihtimaller varken böyle bir icmâ delil olamaz. Sukutî icmayı kabul edenler –özellikle Hanefiler- ise, icma için hüccet teşkil eden delillerin sarîh ile sukutî icma arasında bir ayrım yapmamasını, sükûtî icmâın kaynak oluşuna delil olduğunu belirtirler. Şu var ki, yukarıdaki ihtimaller göz önüne alındığında sarih icmâdan farklı olarak sükûtî icmâı, zanni bir delil olarak kabul etmek daha uygundur.
[b]Sıra Sizde 4[/b] Âyet veya hadisin düzenlediği bir konu üzerinde icmâa gerek olup olmadığını ya da icmâın bir etkisinin olup olmadığını düşününüz.
Âyet veya hadisin bulunduğu bir konuda şart olmamakla birlikte icmâ gerçekleşmiş ise bunun önemli bir fonksiyonu vardır: Şöyle ki, âyet ve hadisler bir dil kalıbında ifade edilmiş sözlerdir ve dil yapısı gereği çeşitli ihtimallere açıktır. İşte bir âyet veya hadisin düzenlediği konuda icmâın gerçekleşmesi ihtimallerden birinin seçilip kesinleştirilmesi, diğer ihtimallerin devre dışı kaldığının belirtilmesi anlamına gelir. Mesela “ekîmu’s-salâte” ayetiyle ilgili olarak “ekîmû” ve “salat” sözcüklerinin anlamlarının ne olduğu ve “ekîmû” emir kalıbının delaletinin ne olduğu ihtimale açıktır. “Salat” sözcüğünün sözlük anlamı duadır. İşte icmâ bu kullanımda “salat” sözcüğünün dua anlamında değil, bildiğimiz namaz anlamında olduğunu kesinleştirir. Yine Arap dilinde emir kalıbı temelde bir gerekliliği ifade için kullanılsa da bazen tavsiye (nedb) veya bir işin mübah olduğunu gösterme amacıyla da kullanılabilir. İcma, emir kalıbının buradaki kullanımının, tavsiye veya ibaha anlamlarına çekilemeyeceğini, doğrudan farziyet anlamında olduğu ihtimalini kesinleştirir.
[b]Sıra Sizde 5[/b] Muhammed ümmetinin özel konumuna vurgu yapan ve icmâ teorisini temellendirmekte kullanılan birkaç ayet ve hadis bulunuz.
İcmâın hüccet olduğunu göstermek üzere dayanılan ayet ve hadislere ilave örnek olarak, “Sizi orta bir ümmet yaptık ki insanlara şahit olasınız…” (Bakara 2/143), “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder kötülüğü yasaklarsınız…” (Âl-i İmran 3/110) ayetleriyle “Müminlerin güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir” hadisini verebiliriz.
[b]Sıra Sizde 6[/b] Istıshabın diğer ekollerden farklı olarak Hanefilerde niçin ilkten kendisiyle bir hükme ulaşılan bir delil olarak kabul edilmediğini araştırınız.
Istıshab, diğerlerine göre daha önce bir delil ile sabit olmuş hükmün, değiştiğine ilişkin bir delil bulunmadığı sürece bu delil sebebiyle varlığını sürdürdüğünü kabul etmektir. Hanefilere göre ise hükmün varlığını gerektiren delil, onun varlığını sürdürdüğünün delili olamaz. Bazı konularda hükmün devam etmesi ise ıstıshab sebebiyle değil, devam ettiğini gösteren ayrı bir delilin bulunması sebebiyledir.
[b]Sıra Sizde 7[/b] Fıkıh usulü eserlerinden kapalı kıyas yoluyla yapılan istihsana siz bir örnek bulunuz.
Bu istihsanda hükmü belirlenmek istenen meselede birbirinden farklı iki kıyas yapma imkanı vardır. Örneğin Hanefilere göre sözleşme sırasında özel kayıt konulmadığı sürece ziraî arazinin satımı ile bu araziye ait irtifak hakları (sulama, geçiş ve su geçirme hakları) alıcıya geçmez. Yine Hanefilere göre sözleşme sırasında ayrıca belirtilmese de böyle bir arazi kiraya verildiğinde söz konusu irtifak haklarından faydalanma sözleşmeye dahil sayılır ve kiracı bundan yararlanır. Bu iki hüküm göze önüne alındığında arazinin vakfedilmesi durumunda irtifak haklarının vakfın lehtarlarına geçip geçmeyeceği meselesinde iki kıyas yapmak mümkündür. Akla ilk gelen (açık) kıyas, vakfın satıma benzetilmesidir. Çünkü her ikisinde de mülkiyet (birincide satıcının, ikincide vakfedenin) elinden çıkmaktadır. Buna göre vakfedilen arazinin irtifak hakları, özel kayıt konmadıkça vakfın lehtarlarına geçmez. Diğer yönden biraz daha düşünmeyi gerektiren (kapalı) ikinci bir kıyas da vakfın kira sözleşmesine benzetilmesidir. Çünkü kirada olduğu gibi vakıfta da asıl amaç, mülkiyete sahip olmaksızın (kiracının ve vakıf lehtarının menfaatlerden yararlanmasıdır. İşte ilk anda akla gelen açık kıyastan vazgeçilip biraz daha düşünmekle akla gelen kapalı ikinci kıyasın hükmünü almak, kapalı kıyas sebebiyle istihsandır.
|